Kuyucaklı Yusuf - Sabahattin Ali (Sözlük)

Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali'nin ilk romanı. Sosyalist gerçekçi akımın en yetkin örneklerinden birisi olarak nitelendirilen romanda, sıradan bir okuyucu olarak, tam olarak tatmin olmadığımı belirtmeliyim. Kitabın üç cilt olarak planlanıp, yazarın ölümü sebebiyle tek kitapta kalması, nahoş bir şekilde hissediliyor kitabın sonunda. Bunun yanı sıra hikayedeki ve olay örgüsündeki kimi detaylar da eleştiriye açık ancak yine de mutlaka okunması gereken romanlardan Kuyucaklı Yusuf. 

Böylesi kült bir kitabı uzun uzun kritik etmek niyetinde değilim açıkçası ancak belirtmek istediğim bir nokta var ki; YKY’nin baskısında yer alan önsöz, kitabın tüm hikayesini, tüm vurucu olayları anlattığı için önsöz değil de sonsöz olmalıydı diye düşünüyorum. Yeni okuyacaklar için de tavsiyem, kitabı bitirdikten sonra okumaları. 

Bu yazıda, okurken not aldığım –pek çoğunun anlamını da bilmediğim- eski Türkçe kelimeleri ve anlamlarını paylaşarak, kitabı yeni veya yeniden okuyacak olanlara bir kaynak sunmak istedim.

Avdet:  Dönüş, geri gelme.
Azil: Görevden alma.
Bedbin: Kötümser.
Beis: 1. Engel, uymazlık. 2. Kötülük, zarar.
Cenup: Güney.
Cezbe: Bir duygu veya bir inanışın etkisiyle aşırı ölçüde coşup kendinden geçme durumu
Cürüm: 1.Yanlışlık, kusur veya hata 2.Suç
Dolak: 1. Tozluk yerine ayak bileğinden dize kadar dolanan ensiz, uzun kumaş parçası. 2. Baş örtüsü
Düstur: 1. Genel kural. 2. Yasaları içine alan kitap.
Ellalem: Sanırım, anlaşılan, demek ki
Fasıla: Aralık, ara, kesinti
Fersude: Eskimiş, yıpranmış, aşınmış
Hanay: 1. İki ve daha çok katlı ev. 2. Sofa, hol. 3. Avlu.
Hayırhah: İyilik dileyen, iyilik isteyen, iyicil, hayırsever
Hicap: Utanma, utanç, sıkılma
Himmet: 1. Yardım, kayırma 2. Çalışma, emek, gayret.  3. Lütuf, iyilik, iyi davranma.
Hissikablelvuku: Önsezi.
Hulasa: Komik, gülünç (şey).
İğfal: 1. Bir kadını aldatma, baştan çıkarma. 2. Irzına geçme. 3. Aldatma, ayartma, kandırma
İktifa: Yetinme.
İnfial: 1. Birine içerleme, gücenme, kızgınlık duyma. 2. Herhangi bir şeyden etkilenme.
İnkisar:  1. Kırılma. 2. Gücenme, gönlü kırılma. 3. İlenme, ilenç.
İnkişaf:  1. Gelişme, gelişim. 2. Meydana çıkma, aşikâr olma.
İptidai: 1. İlkel. 2. İlkokul
İstidat: Yetenek
İstihfaf: Küçümseme, hor görme, hafifseme
İşret: İçki içme: İşret meclisi
İtidal:  1. Aşırı olmama durumu, ılımlılık, ölçülülük. 2. Soğukkanlılık.
İtiyat: Alışkanlık
Kalender:  1. Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü kimse, ehlidil, rint. 2. Özensiz giyinmiş, kılıksız kimse.
Kasavet: Üzüntü, tasa, kaygı, sıkıntı.
Kaşanmak: Hizmet ve binek hayvanları; durup işemek.
Kıraat:  1. Okuma. 2.. Kur'an'ı belli kural ve işaretlere göre okuma.
Kolan Vurmak: 1. Salıncakta hızlanmak için ayakta durup vücudu doğrultarak ileriye atılırcasına hareket etmek. 2. Hayvanın eyer veya semerini kolana bağlamak.
Lakayıt: 1. İlgisiz 2. İlgisiz bir biçimde
Lüzuci: Yapışkan.
Mayi: Sıvı
Mecelle:  1. Kitap. 2. Fıkıh hükümleriyle bu konudaki türlü içtihadı bir araya getiren, Tanzimattan sonra hazırlanmış olan, yasa yerine kullanılan eser.
Menfi:  1. Olumsuz, negatif 2. Her şeyi olumsuz ve kötü yanlarıyla ele alan.
Meram: İstek, amaç, gaye, maksat
Mihnet:  Sıkıntı:
Mihver: Eksen.. 2.  Önemli
Mikyas: Ölçek, ölçü:
Mutavaat: Boyun eğme, uyma, itaat etme
Muhayyile: Hayal gücü
Mukabil: . Bir şeye karşılık olarak yapılan, bir şeyin karşılığı olan 2. Bir şeyin karşısında bulunan. 3. Karşılıklı. 4. Rağmen
Mukaddema: Önce, evvelce, eskiden.
Mukadder: Yazgıda var olan, yazgı ile ilgili olan, alında yazılı olan
Mutasarrıf: 1. Kendinde kullanım hakkı olan, elinde bulunduran 2. Tanzimattan sonra, Osmanlı yönetim örgütünde sancakların yöneticisine verilen ad
Muvafakat: Uygun görme, onama, kabul etme.
Muvazene:  1. Denge 2. Dengeleme.
Mücrim: Suçlu
Müddeiumumi:  Savcı
Müflis: Batkın.
Mükaleme: Karşılıklı konuşma.
Mülazım: Bir işe girmek için bir süre parasız olarak o işe devam eden
Müphem:  1. Belirsiz 2. Açık ve belirgin olmaksızın
Müsavat: Eşitlik, denklik
Müspet: Olumlu
Müstakil:  1. Kullanış yönünden başka bir yapı ile bağlantısı olmayan, bağımsız:  2. Kullanış yönünden belli kişi veya kişiler için ayrılmış olan
Müstantik: Sorgu yargıcı:
Müsterih: Bütün kaygılardan kurtulup gönlü rahata kavuşan, içi rahat olan.
Müşkül: Güç, zor, çetin
Mütefekkir: Düşünür.
Mütereddit: Tereddüt eden, çekingen, kararsız, ikircimli (kimse)
Müteşekkil: Oluşmuş, meydana gelmiş
Nalın: Takunya
Pazen: Dokuması kalın, sık ve yumuşak, bir tür pamuklu bez.
Peşkir: 1. Genellikle pamuk ipliğinden dokunmuş ince havlu 2. Yemek yerken kullanılan, el kurulanan, büyük mendil biçiminde pamuk veya keten bez, peçete.
Rabıta: 1.Bağlayan şey, bağ 2. İki şeyi birbirine bağlayan ip. 3. İlgi, ilişki 4. Birbirini tutma, tutarlık. 5. Düzen, sıra. 6. Birbirine geçmeli tahtadan bir döşeme türü. 7. Tarikatlarda müridin şeyhi aracılığıyla kalbini Allah'a bağlaması.
Rıhdan: Yazı kurutmak için kullanılan özel kumun konduğu üzeri delikli kap.
Riyaziye: Matematik.
Sahavet: El açıklığı, seleklik, cömertlik.
Sarih: Açık, kolay anlaşılır, belli, belirgin, belgin
Serpuş: Başlık.
Şimşir: Şimşirgillerden, yaprakları her mevsimde yeşil kalan, taşlık, çorak bölgelerde kendiliğinden yetişen veya bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen, odunu sarımsı renkli ve çok sert olan bir ağaççık
Taalluk:  İlgisi olma, ilgisi bulunma, ilgi, ilinti.
Tafsilat:  1. Ayrıntı. 2. Ayrıntılı açıklama
Tahrirat: Resmî bir dairece yazılan yazılar ve mektuplar.
Tarik: Yol.
Tebahhur: Su, sıvı vb. kaynayıp buhar olma, buğulaşma, buharlaşma, uçma.
Tecessüs: 1.Belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma. 2. Merakını gidermeye çalışma, görme, anlama merakı.
Tefsir: 1.Yorumlama. 2. Yorum. 3.. Kur'an'ın surelerini açıklayarak görüşler ileri sürme ve bunları yazma, yorumlama. 4. din b. Kur'an'ın surelerini açıklayan eser.
Tekasül: Üşengeçlik.
Telaaki: 1.Anlayış. 2. Kabul etme, sayma.
Temayül: 1. Bir tarafa eğilme, meyletme. 2. Bir kimseye veya bir şeye ilgi duyma
Temrin: Alıştırma.
Teveccüh: 1.Bir yana doğru yönelme, yüzünü çevirme. 2. Güler yüz gösterme, yakınlık duyma, hoşlanma, sevme.
Tevkif: 1. Durdurma. 2. Bir suç dolayısıyla birini tutuklama.
Tezahür: 1. Belirme, görünme, gözükme, ortaya çıkma, oluşma. 2. Belirti.
Vuzuh: Açık olma durumu, açıklık, aydınlık.
Yamçı: Bir yüzü uzun tüylü, kalın yünden dokunarak yapılmış yağmurluk.

Not: Kelimelerin anlamları TDK'nin internet sitesinden alınmıştır.

Simulakra - Philip K. Dick

Kendini, önce büyük bir otorite sahibi olarak, hemen ardından tarif edilemez bir şekilde ölmüş olarak gördü. Nicole de bu geçitte yer alıyordu, kavrayamadığı pek çok yeni şekilde, değişmiş olarak gözünün önünden geçti. Gelecekte ölüm her yerde gibiydi, herkesi bekleyen bir gelecek gibi gözüküyordu...
Philip Kindred Dick, bilim-kurgu dendiğinde aklıma gelen ilk isimlerdendir edebiyat dünyasında. Eserlerinde yarattığı dünya üzerindeki hakimiyeti, detaycılığı, kurguculuğu ve olay örgüsündeki başarısı tüm kitaplarını okuma isteği uyandırır bende.

Kendini bir PKD romanı kahramanı olarak tanımlayan 1928 doğumlu PKD, gençliğinde uzun süre radyo ve müzik ortamlarında çalışmış. 1950'lerden başlayan yazarlık hayatında kırka yakın bilim-kurgu romanı, yüz civarında da öykü yazmış. Hayatına şöyle bir göz attığınızda, kitaplarını okurken aklınıza gelen "Bir insan bunları nasıl düşünür?" sorusuna da oldukça kolay bir şekilde yanıt bulabiliyorsunuz: 
 "PKD'nin ikiz kız kardeşi Jane, daha çok küçükken ölmüştü. Açık alan korkusu vardı ve bu korku okul yaşamının ve yolculuklarının zor geçmesine neden oldu.  1948'de talihsiz evlilikler zinciri Kleo ile başlamıştı; iki yıl sonra boşanıp Anne ile evlendi. Bir süre sonra Anne'in eski kocasını öldürdüğü ve kendini de aynı sonun beklediği paranoyasına kapıldı. Bu çılgınlığa son vermek amacıyla 1962'de tek başına bir kulübeye taşındı. Orada yaşadığı yıllarda -iki, üç yıl- on bir roman yazdı. Arada dördüncü karısı Nancy onu terk etmişti. 1973 yılına kadar kısır geçen dönemde birkaç başarısız intihar girişiminde bulundu. Sonrasında yeniden evlendi ve yazma yetisini geri kazandı. İlaç kullandığı yıllardan beslenen Karanlığı Taramak bu yıllarda yayınlandı. Onun öykülerinden yaratılan Blade Runner filminin gösterime girmesinden bir kaç hafta önce öldü."
 Simulakra; sizi kolunuzdan tutup zorla içine sürükleyen bir kitap olarak başlıyor. İlk elli sayfada hiç bir açıklaması bulunmayan yeni terimlerle, değişik isimlerle karşılaşıyorsunuz ve bir yandan bu terimleri aklınızda tutmaya çalışırken hikayeye konsantre olmakta oldukça zorlanıyorsunuz. Hikayede altı ana karakter, dolayısıyla altı farklı hikaye var. Buna bir de kahramanların hayatlarına bir şekilde giren yan karakterleri eklediğinizde oldukça zorlu bir kitap olarak başlıyor. Ancak ilerledikçe bu hikayeler detaylanmaya, siz karakterleri öğrenmeye, içine girdiğiniz dünyanın yeni terimlerini anlamaya başlıyorsunuz ki bu sefer kitabın zihninize doğru yüksek bir debiyle aktığı hissine kapılıyorsunuz.

PKD -pek çok kitabında yaptığı gibi- yine  sistemi ve toplumu eleştirmekten geri durmuyor. Zaman yolculuklarının, psiko-kinetizmin, sınıflar arası ayrımcılığın sıradanlaştığı dünyada geçmişe dokundurmadan da edemiyor:
"Biliyor musunuz, bizim Nazi Almanyası'nda en büyük hatamız kadınların savaş becerilerini görmezden gelmemiz olmuştu. Onları mutfağa ve yatak odasına sürdük. Hakikaten savaşta, yönetimde ya da Parti organları dahilinde üretimde kullanılmadılar. Sizi görünce ne kadar korkunç bir hata yaptığımızı anladım.
Kitabın çevirisi okunabilirlik açısından bir problem oluşturmuyor. İngilizce olarak kalması gereken kelimelerin ve isimlerin çevrilmemesi en büyük artılarından birisi olmuş çünkü yazarın yaptığı göndermeleri anlamak ancak bu şekilde mümkün oluyor. Baskıyla ilgili en büyük problem ise dizgiden kaynaklanan hatalar ve tekrarlanan cümleler. Yine de sadece satmaya odaklanan yayın evlerinin yanında "çok satması garanti olmayan kitaplar"ı basma inceliğini gösteren Altıkırkbeş övgüyü hakediyor.

Kitabın sonlarına doğru hikayede işler iyice çığırından çıkıyor ve son sayfaları nasıl okuduğunuzu hiç anlamıyorsunuz. Dolayısıyla zorlu başlangıcı saymazsak, bir solukta okunup biten kitaplardan birisi Simulakra. PKD, bilim-kurgu sevenlerin mutlaka okuması gereken bir yazar, Simulakra ise yazarın es geçilmeyecek romanlarından birisi. 


Simulakra- Philip K. Dick, Altıkırkbeş Yayınları - 300 s.

Bir Hobi Olarak "Kitap Dinlemek"

Bu hafta Percy Jackson ve Olimposlular serisinin ikinci kitabı, Canavarlar Denizi'nden bahsedeceğim. Ama öncekilerin aksine ben bu kitabı okumadım, dinledim!

Bütün gün bilgisayar başında çalıştığım için iki haftadır kıpkırmızı gözlerle dolaşmaktayım. Buna bir de nezle eklenince gittikçe "Drakula'nın gelini" görünümü almaya başlamıştım. Akşam olunca bırakın kitap okumayı, iki metre ötesini bile zor gördüğüm için okunacak kitaplar dağ gibi dizildi. Sonra birden aklıma geldi niye kitap dinlemiyordum ki?
Genellikle edebiyata teknoloji girmesine çok sıcak bakmaz, "E-kitap okuyucu mu? Asla!" derdim. Ama ilk sesli kitap deneyimimle birlikte, teknolojiye bir zeytin dalı uzattım. (Şu anda teknolojiyle ilişki durumumuz: Karışık)
 Benim gibi konunun yabancısı olabilirsiniz, kısaca sesli kitabı anlatayım. (Buna "Konuşan Kitap" da diyorlar ama "konuşan bir kitap" fikri biraz korkutucu geldiği için pek tercih etmedim.) Kitapların okunması, ortalama olarak 6-15 saat sürüyor. Kendi kitap okuma hızıma oranla çok kısa gelmişti bu süre ama tabii kitabı okurken benim gibi iki atıştırıp bir kediyle oyun oynamadıkları için bu süre normal sayılabilir.

Sesli kitabın en güzel yanı, dinlediğiniz romanı o kitabın yazarı seslendirebiliyor. Benim dinlediğim Percy Jackson kitabını tahminimce genç bir çocuk seslendirmişti. Ayrıca çok satan, popüler kitapları ünlü Hollywood yıldızları da seslendirebiliyor. Hatta bu konuyla ilgili Sabit Fikir'in yayınladığı bir habere göre, "Sesli kitaplar yayınlayan Audible.com, 2012 yılının başından itibaren Hollywood yıldızlarının seslendireceği bir dizi sesli kitap çıkartacağını açıkladı." Bu da demek oluyor ki 2012 itibarıyla Kate Winslet, Nicole Kidman, Meg Ryan ve Susan Sarandon gibi ünlülerin sesleriyle kitapları dinleyebileceğiz. (Mesela bir Anthony Hopkins'in sesiyle polisiye dinlediğinizi düşünün...) Tabii Audible.com'da sesli kitapların fiyatları 30-50 dolar arasında dolaştığını düşünürsek, işin içine bir de Hollywood yıldızları girerse bu rakamlar nelere ulaşır, ne kadar faydalanabiliriz orası da bambaşka bir mesele. 

Hep güzel şeylerden bahsettim ama şunu da unutmamak lazım, okuduğunuzu ve dinlediğinizi anlamak arasında bir fark var. Yani bir kitabı dinlerken ne olup bittiğini takip edebiliyorsunuz ama aradaki tasvirler, ince kelime oyunları ziyan olabiliyor.

Yatmadan önce kitap dinlemenizi pek tavsiye etmem. Uykunuz da varsa, sıcak yorganın altında kitap sesi ninni gibi geliyor. Sonuçta siz de benim gibi sabah, kulağınızda kulaklıklar ve bitmiş bir telefon şarjıyla uyanabilirsiniz. Ama yolda yürürken, spor yaparken, domates rendelerken kısacası düşünmeden yapılan aktivitelerin yanında, sesli kitap dinlemek güzel bir seçenek olabiliyor.

Tabii yine de kitap kokusunu ve yumuşacık sayfaları elimde tutmayı hiçbir şeye değişmem ama siz de benim gibi zorda kaldıysanız aklınızda bulunsun!.. 

Percy Jackson'ı anlatacaktım, değil mi? O da güzeldi.

Eski Basımlar - Sigmund Freud, Totem ve Tabu, 1947

Eski Basımlar yazı dizisinin bu yazısında Sigmund Freud'un 1913 yılında Almanya'da yayınlanan Totem ve Tabu kitabının 1947 basımı Türkçe çevirisini ele alacağım. 

Öncelikle bilmeyenler için kitabın namından kısaca bahsedecek olursam; psikanalizin yaratıcısı ve eserleri ile çağdaş düşünceyi derinden etkileyen bilim adamı ve düşünür Freud'un, psikanalizi toplum bilimleri alanına yaydığı ve uyguladığı, psikanalizin sentez ve yorum gücünü gösteren bir eserdir Totem ve Tabu.

Yani konusu itibari ile hali hazırda okuması oldukça güç bir kitap vardı elimde ve buna yıllar öncesinin çevirisi de eklenince sahiden oldukça zor bir deneyim oldu benim için.

Niyazi Berkes'in çevirisiyle okuduğum, daha doğrusu okumaya çalıştığım, esnada sürekli karşıma çıkan eski Türkçe kelimeler yüzünden kitabı yarım bıraktım. Karşıma çıkan telakki, mümessil, ihtilat, hulasa, vetire gibi anlamını bilmediğim kelimeler yüzünden sürekli sözlük açarak okumak zorundaydım ve bunun okuma zevkimi bozması nedeniyle Totem ve Tabu'nun bu nüshasını tamamlayamadım ancak konuya merakım hala sürüyor dolayısıyla güncel bir çeviriyle okumayı planlıyorum.

Eski basım kitaplar söz konusu olduğunda, eskiye olan tutkum yüzünden illa okuma ihtiyacı hissediyorum lakin böylesi başarısız girişimler biraz şevk kırmıyor değil açıkçası. Fazla uzatmadan bir başka eski basımlarda daha görüşmek üzere, esen kalın!

Semerkant - Amin Maalouf

Daha nice kent, İslam ülkesinin en konuksever kenti olduğunu iddia eder. Ama bu sıfatı sadece Semerkant hak eder. Bildiğim kadarı ile bugüne kadar hiçbir yolcu, yatacak ve yiyecek parası vermemiştir. Yolculara ya da yoksullara yardım edebilmek için iflas etmiş nice aile tanırım. Ama tek bir gün övündüklerini duymazsın. Sokak başlarında gördüğün çeşmeler, gelen geçenin su içmesi için yaptırılmıştır. Kimi tuğladan, kimi çiniden, kimi bakırdan iki bin çeşme vardır, hepsi Semerkant’lıların armağanıdır. Bir teki bile teşekkür alacağım diye, üzerine adını yazdırmamıştır.
Genelde tarih romanlarına önyargılı yaklaşırım zira tarih yazarlarının gerçekleri yorum katmadan, kendi benimsedikleri düşünceyi empoze etmeye çalışmadan aktaracaklarına inanmam. Ancak tarih romanlarına benim gibi önyargıyla yaklaşanlar için şaşırtıcı bir kitap Semerkant çünkü yazar Amin Maalouf tarihi gerçekleri olağanüstü bir hayal gücüyle hikayeleştirmiş ve ortaya bu şahane kitap çıkmış. 

Semerkant, adının doğurduğu beklentilerin aksine egzotik İran şehir hikayeleriyle dolu değil. Temel olarak iki kısımdan oluşan kitabın ilk kısmında 11.yy'ın başlarında Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ı yazma süreci anlatılırken ikinci kısımda  kitabın baş kahramanı Benjamin O. Lesage'in 19.yy sonunda bu el yazmasını aradığı ve Titanik'te sonlanan serüveni, başta da belirttiğim üzere sık sık hayal gücüyle zenginleştirilmiş bir şekilde, anlatılmış. Tabi tüm bu temel hikayelerin eksen alındığı süreçte alt metin olarak da İran'ın yaşadığı politik modernleşme süreci ele alınmış.

Kitabın birinci kısmında Hayyam'ın rubaileriyle süslenmiş sayfalar sizi daha çok içine çekerken, Hasan Sabbah ve Alamut Kalesi'nin hikayesinden, Selçuklu veziri Nizamülmülk'ün yaşadıklarına pek çok cezbedici detayla karşılaşıyorsunuz. Konuyu bilmeyenler, Hayyam'ı, Sabbah'ı tanımayanlar için öğretici, bilenler içinse farklı detaylarla ilgi çekici  bir hale gelen eserin ikinci kısmındaysa İran'ın yakın geçmişte yaşadıklarına şahit oluyorsunuz. Doğu'da yaşamı ve Doğu insanının psikolojisini anlatırken gösterdiği başarıyı ekonomi ve toplum bilim mezunu olmasına borçlu olan Amin Maalouf'un,  Lübnan'da doğup daha sonra Fransa'da yaşamaya başlamasıyla gelişen doğu kültürüne olan merakı ve hakimiyeti sık sık yerinde tespitlerle kendini gösteriyor kitapta. 

Okunabilirlik açısından ele alacak olursak; ikinci kısmı, ilk kısmı bitirdiğim sürenin iki katı sürede bitirdiğimi belirtmeliyim. Birinci kısımda dönemin çalkantılı siyasetinin sürükleyiciliğini, ikinci kısımda yakalayamamış Maalouf. Biraz da aktardığı olayların egzotizmden uzaklaşıp, keskin siyasi hamlelere dönüşmesi, özellikle benim için, tamamen olumsuz bir etken oluşturuyor. Yazarın anlamlandıramadığım bir şekilde göz göre göre Amerikan propagandası yapması da ikinci kısmı itici kılan nedenlerin başında geliyor.

Sonlarında biraz zorlamış olsa da keyifle okunabilecek bir kitap Semerkant. Hiç bir şey değilse Ömer Hayyam'ı daha çok sevmemizi, biraz daha saygı duymamızı sağlayan yapısıyla mutlaka okunması gereken kitaplar arasında sayabiliriz.  Yazıyı arka kapak yazısından bir alıntıyla bitirelim; "Titanic'te Rubaiyat! Doğu'nun çiçeği Batı'nın çiçeğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydin!"

Semerkant - Amin Maalouf, Yapıkredi Yayınları - 318 s.

Lolita Beyaz Irktan Dul Bir Erkeğin İtirafları - Vladimir Nabokov

Günahım, ruhum, Lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-li-ta.
 Hani küçükken ailenizin izlemenize izin vermediği, yaşınızın çok küçük olması sebebiyle mahrum bırakıldığınız filmler olur ya, işte Lolita da benim için o filmlerden biriydi. Yasak olduğu için merakımın ikiye katlandığı, müthiş olduğuna emin olduğum filmdi. Aradan yıllar geçti ve anca yıllar geçtikten sonra bu filmin aslında bir kitap olduğunu, hem de Vladimir Nabokov’un yazdığı, 20. Yüzyılın “En İyi Yüz Romanı” arasında gösterilen bir roman olduğunu öğrendim.

Çok kısaca konuyu anlatmak gerekirse, bu roman Humbert Humbert’in Dolores’e, nam-ı diğer Lolita’ya, olan aşkını, tutkusunu, saplantısını konu alıyor. Ancak bu romanı, “orta yaşlı bir adamın, on iki yaşındaki bir kıza duyduğu aşk” olarak özetlemek çok büyük haksızlık olur.

Lolita 1955 yılında ilk kez Fransa’da yayımlanmış. Bazı kaynaklara göre Nabokov çok daha öncesinde, 1939’da Volşebnik (Büyücü) adıyla kısa bir hikâye olarak Lolita’yı yazmış. Ama Lolita'nın çok da özgün bir roman olmadığına yönelik iddialar da var. Michael Maar'ın yazdığı The Two Lolitas (İki Lolita) adlı kitaba göre Lolita'nın bire bir aynısı 1916 yılında  Heinz von Lichberg tarafından kaleme alınmış ve hatta adı da yine Lolita'ymış. Maar bu kitapta iki farklı Lolita'yı inceleyerek Nabokov'un intihal mi yaptığını yoksa farkında olmadan bir zamanlar okuduğu bir öyküden mi esinlendiğini ele alıyor. (Ne yazık ki kitap Türkçe'ye çevirilmemiş.)

Beni asıl şaşırtan şey kitabı bitirdiğimde hissettiklerimdi. Lolita'nın konusu hakkında genel bir fikrim vardı ama doğrusu kitabın bu kadar "acıklı" olacağını düşünmemiştim. Kitabın baş kahramanı, Humbert Humbert'in hikayesinin sonlarına geldiğinizde, onu biraz daha anlamaya başlıyorsunuz. Kimileri "erotik" bir kitap olduğunu öne sürüyor ama bence “dram” yanı daha öne çıkıyor. Tutkularının esiri olmuş bir adamın dramını okuyoruz bana kalırsa...

Kitabı bitirmiş olmama rağmen içim rahat değil; çünkü Lolita'da o kadar çok gönderme, o kadar çok kelime oyunu var ki bir okuyuşta hepsini fark etmek (benim için) imkansız oldu. Romanda Gustave Flaubert'den Marcel Proust'a, Lewis Carroll'dan Edgar Allan Poe'ya kadar birçok isme gönderme var. Dolayısıyla bütün bu göndermelerin tadını alabilmek için meğer dersime daha çok çalışmam gerekiyormuş. 

Aşağıdaki videoda da Nabokov, farklı ülkelerde yayımlanmış Lolita kapaklarıyla ilgili görüşlerini anlatıyor. İlk eline aldığı kitap da Aydın Yayınevi'nin hazırladığı, kapağında "orta yaşlı" bir Lolita resmi olan Türkçe Lolita.



Dipnot: Video'daki, Aydın Yayınevi'nin yayımladığı Lolita kapağını yakından incelemek için buraya bakabilirsiniz. 

Dipnot 2: Lolita 62'de Stanley Kubrick, 97'de de Adrian Lyne tarafından beyaz perdeye uyarlanmış.

Lolita - Vladimir Nabokov, İletişim Yayınevi - 364 s.

Bir Yazarın Portresi: Adam Fawer

Ebediyen Edebiyat'ta kitapları inceler ve yorumlarken zaman zaman yazarlara kısaca değiniyor olsak da, bazen yazarların tüm eserleriyle genel perspektiften irdelenmesi  gerektiğini düşünüyoruz. Bu eylem hem zihnen bir antrenman yapmamızı sağlıyor, hem de yazar hakkındaki genel geçer fikirlerimizin yeniden değerlendirilmesini sağlıyor. İşte bu amaçla bir başka yazı serisi olan Bir Yazarın Portresi'nde ilk olarak Adam Fawer'ı ele alıyoruz. 
Adam Fawer'ı tercih etmemin iki sebebi var; birincisi ilk yazar kritiğimde, kültleşmiş bir yere sahip her hangi bir yazarı eleştirme cesaretini gösterememiş olmam, ikincisi Fawer'ın hepi topu iki tane olan tüm kitaplarını hali hazırda okumuş bulunmam. 

1970 New York doğumlu Adam Fawer 2005'te yazdığı ilk romanı Olasılıksız'la büyük bir başarı yakaladı bildiğiniz üzere. En iyi ilk roman dalında 2006 International Thriller Writers Ödülünü kazanan kitap 18 dile çevrildi ve özellikle ülkemizde oldukça büyük bir ilgi gördü. Ardından 2008'de yayımlanan Empati, ilk kitap kadar olmasa da, yine uzun süre ilgi çeken kitaplar arasında kalmayı başardı. 

Türkiye'de yakaladığı başarının ardında yatan ilk sebeplerden biri, pek çok çevirmenin de katıldığı üzere, yazarın dilinin Türkçe'ye çevrilmeye oldukça müsait olması. Tabi burada yazarın dili derken İngilizce'den bahsetmiyorum; yazarın kullandığı kendine has üslubu, çeviri esnasında sürükleyiciliğinden bir şey kaybetmediği gibi, eserlerin çok fazla "çeviri kokmasına" da engel olmuş. 

Elbette yazarın başarısını böyle bir sebebe dayandırmak çok da haklı bir eylem olmaz. İşlediği konuların ilginçliği, olay örgüsündeki başarısı ve kurgudaki sürükleyicilik büyük önem taşımakta. Ayrıca hikayelerin güncel ögelerle beslenip hayalle gerçeklik arasındaki çizginin oldukça bulanık bırakılması da maceraperest okurları çeken unsurlardan. 

Adam Fawer'ın Türk okurlardan aldığı eleştirilerin başında "fazla Amerikan klişesi" olmak var. Gerek konusu, gerek kurgusuyla bu eleştiriye  kısmen katılmamak her ne kadar elde değilse de, bu noktada yazarın kendi deyimiyle "insanları sabahlara kadar uyanık tutacak aynı zamanda onları düşünmeye sevk edecek bir roman yazmak" için kolları sıvamış olması ve bunun sonucu olarak bu kaçınılmaz durumun doğacağı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Yani böyle bir roman yazarken Amerikan klişelerinden, hadi daha cömert olalım, klişelerden kaçınmak oldukça zor bir iş. Güncel edebiyatta özgünlüğün ne kadar nadir bir nitelik halini aldığı da bambaşka bir yazının konusu olsun. 

Yazarın bir diğer eleştirildiği yön ise "basit" romanlar yazıyor olması. Burada basit ile kolay arasında ayrım yapıp yapmadığımız büyük önem taşıyor. Eğer kolay okunabilen kitapları aynı zamanda basit buluyorsanız evet Olasılıksız ve Empati basit kitaplar. Ancak şahsen kolay okunabilir bir üslubu olmasının yanı sıra, Fawer'ın dilinin kendisine ait bir "karakteri" olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla akıcılığını, basitliğine bağlamanın doğru olduğu konusunda hem fikir değilim.

Sonuç olarak, Adam Fawer için büyük laflar etmeye gerek yok; polisiye/gerilim seviyor ve biraz da bilim kurguya ilgi duyuyorsanız, kolay okunabilir kitaplar listenize bir tane Fawer kitabı ekleyebilirsiniz. 

Meraklılarına Not: Resmi olmayan bilgilere göre Adam Fawer twitter hesabından üçüncü kitabın yolda olduğu haberini vermiş.

Ağır Roman - Metin Kaçan

 "Et kemikten ayrıldığı vakit, Darbukacı Balık Ayhan, canından çok sevdiği arkadaşı Arap Sado'yu hatırlayıp onun için yaptığı besteyi ağırdan çalmaya başladı. Balık, üzerine örtü koyduğu darbukayı çaldıkça Kolera'da yaşayan köylülerin tüyleri diken oldu. Diğer insanlar havada uçuşan duygulardan etkilenip kalplerinin rölantisini ayarlamaya çalıştılar."
Ağır Roman; Okan Bayülgen ve Müjde Ar'ın başrolleri paylaştığı Mustafa Altıoklar filmiyle bilinir daha çok. Film, Metin Kaçan imzalı kitaptan uyarlanmış, bana göre, çok da başarılı olmuştur.

Tamamen başka bir yazının konusu olsa da değinmem gerekiyor ki; güzel bir kitabı önce okur, ardından o kitabın filmini izlerseniz filmden büyük olasılıkla hoşlanmazsınız. Güzel bir kitabın önce filmini izler ardından kitabı okursanız kitaptan alacağınız zevk ikiye katlanır... Konu kitapta benim için ikinci durum söz konusuydu dolayısıyla kitabı okurken büyük keyif aldım. Öte yandan         filmi izlemediyseniz bile hikayenin atmosferini, ortamın "rutubetini" anlamak için Kaçan'ın hayatına kısaca bir göz atmanız yeterli. Yaşamış olabilecekleri göz önüne alındığında, anlattıkları  hayatının çok küçük bir bölümünü yansıtıyor olmalı:

1961 yılında Kayseri'nin İncesu kazasında doğdu, aynı yıl ailesi ile İstanbul'a taşındı. Metin Kaçan Dolapdere'de büyüdü, otomobil tamirciliği, marangozluk, musluk tamirciliği, barmenlik gibi işler yaptı. 16 yaşında 'Beyaz Eldiven' çetesini kurdu, bütün arkadaşları öldürülünce yazmaya başladı...

İşte Kolera'dan burnunuza gelen kokular, karakterlerin üzerinizde bıraktığı etki bu yaşamdan izler taşıyor. Biyografik ya da otobiyografik ögeler taşıdığına dair bir bilgi bulunmasa da, okuduğunuzda öyle olduğunu hissedebiliyorsunuz çünkü sadece gözlemle, ya da başkalarının anlatıklarıyla İstanbul'un kenar mahallelerinde yaşayan insanları bu kadar "yakından" ve bu kadar gerçek anlatmak pek mümkün gelmiyor gözünüze.

Kitabın kısaca konusundan bahsedecek olursak; Kolera Sokağı'nın eski "kaba dayısı" Arap Sado, egemenliğini Gili Gili Salih'e bırakır. Salih'in bu göreve hazırlanma süreci, bu esnada Tina'yla yaşadığı aşk ve beklenenin aksine gelişen olaylar, metropolun arka sokaklarında yaşanan gerçeklerle birlikte önümüze sunulmakta, kendi üslubuna uygun bir jargonla elbette...

Beklentilerinizi bir kenara bırakıp okuduğunuzda, zihninizde sağlam bir yer edinecek kitaplardan Ağır Roman...

Ağır Roman - Metin Kaçan, Metis Yayınları - 144 s.

Aspidistra - George Orwell

O engin bilgi! O insanı çileden çıkaran bağa-çerçeveli-gözlük seçkinliği! Ve bu seçkinliğin ifade ettiği para! Çünkü sonuçta, bunun arkasında paradan başka ne olabilir? İyi eğitim için para, etkili arkadaşlar için para, rahatlık ve huzur için para, İtalya’ya gitmeler için para. Kitapları para yazar, para satar. Bana doğruluk değil Tanrım, para ver, sadece para.
George Orwell deyince akla ilk gelen kitaplar genellikle Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ya da Hayvan Çiftliği’dir. Orwell’e özel bir ilgisi olamayanlar veya benim gibi “bütün kitaplarını okumalıyım!” demeyenler pek Burma Günleri ya da Aspidistra gibi kitaplarını bilmezler. İşte biraz da bu nedenle kıyıda köşede kalmış Aspidistra adlı kitabı hakkında bilgi vermek istedim.

Aspidistra adlı romanda, Gordon Comstock adındaki genç bir şairin hikâyesini okuyoruz. Kitabı okuyup karakterlerin adını dahi unuttuktan sonra bu kitapla ilgili aklınızda kalacak tek şey var o da “para”! Çünkü Gordon’un aklını gece gündüz meşgul eden, kitabın her satırında özenle işlenen tek konu para meselesi.

Gordon hayatın her alanının, paranın tekelinde olduğuna inanıyor. Şöyle ki arkadaşıyla dışarı çıkamaz çünkü ona bira ısmarlayacak parası yok, kız arkadaşını gezmeye götüremez bilet alacak ve yemek ısmarlayacak parası yok (hesabı bir kadına ödetmekse, akla getirilemeyecek kadar ayıp!), hatta kız arkadaşıyla yatamıyor bile çünkü doğum kontrolü bir dünya para, doğum kontrolünü boş verip bebeğimiz olsun derlerse de ortaya çıkacak masraflar saymakla bitmez!

Gordon Comstock paranın bu hakimiyetinden oldukça rahatsız ve bu düzene karşı savaş açıyor. Gordon kapitalist düzene karşı duran, sırf bu sebeple gayet iyi bir maaşla çalıştığı reklamcılık şirketinden istifa eden bir karakter. Hep daha çok çalışıp daha çok kazanmayı amaçlayan, hırsla basamakları çıkıp en tepeye ulaşmaya çabalayan o kapitalist düzeni tamamen terk ediyor. Aslında Gordon’un hayatı tamamen deneysel bir çalışma gibi. Kapitalist bir düzen içinde para kaygısı olmadan, çok az maaş alarak ne kadar yaşayabilirsiniz? Sevgilinizi ne kadar mutlu edebilirsiniz? Şairlik hayatınızı ne kadar geliştirebilirsiniz? İşte Aspidistra Gordon Comstosk’un istifa ettikten sonra, bu sorularla mücadele içinde geçen hayatını ele alıyor.

Orwell’in üslubuna biraz alışkınsanız kitaplarında mutlu mesut karakterler, müzikal tadında geçen şen şakrak sahneler bulamayacağınızı da bilirsiniz. Aspidistra’da da yazarın diğer romanlarındaki o karamsar hava ziyadesiyle mevcut. Aynı zamanda Orwell, İngilizlerin günlük hayatını alaya alarak o meşhur iğneleyici üslubunu gösteriyor. Orwell seviyorsanız, daha fazla Orwell okumalıyım diyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. Ama bir Bin Dokuz Yüz Seksen Dört değil tabii ki...

Kitabın orijinal adı “Keep the Aspisidistra Flying”. Nereden çıkmış bu “aspidistra” diyor olabilirsiniz yeri gelmişken anlatayım, aspidistra aslında yeşil yapraklı bir çiçeğin adı. O dönemlerde çok fazla su istemediği ve neredeyse her ortamda yaşayabildiği için her evde beslenen bir bitkiymiş. Tabii sembollere bayılan Orwell için bir aspidistra hiç bir zaman bir aspidistra olarak kalmıyor.

Aspidistra - George Orwell, Can Yayınları - 279 s.

Eski Basımlar - Hayvan Çiftliği, George Orwell, 1954

(Chiquita ve Panzón olarak Ebediyen Edebiyat'ta kitap incelemelerinin yanı sıra bazı özel yazı dizilerine de yer vermek istedik. Bu yazı dizilerinden ilki olan "Eski Basımlar"da tanıdığımız, güncelliğini hala koruyan kitapların oldukça eski basımlarını ele almayı planlıyoruz.)

İşte bu ilk yazıda, elime geçen George Orwell'ın meşhur Hayvan Çiftliği kitabına değineceğim.
 

Okul kütüphanesinin veri tabanında arama yaparken rastladığım ve kütüphane deposunda durduğunu öğrendiğim 1954 basımı Hayvan Çiftliği'ni istediğimde görevli yüzünü ekşitmişti: "Depoda bulunan eski kitapları, değerleri çok yüksek olduğu için öğrencilere ödünç veremiyoruz. Arzu edersen burada incelemen için depodan getirebilirim."

İlk aşamada oldukça makul görünen bu izahat karşısında sesimi çıkarmamıştım. Ancak ne zaman ki kitabın çevirisinin Halide Edip Adıvar tarafından yapıldığını öğrendim, o kitabı okumak benim için bir nevi görev halini aldı: "Hmm, enteresan bir kuralmış, okunmak için verilmeyecekse kitaplar niye kütüphanede duruyor? Müzeye bağışlasanız ya?"

Lafı uzatmayayım; tamamen kurallara uygun olarak kitabı ödünç almayı başarmış ve kitabı elime aldığım an sanki Adıvar'ın orijinal el yazmasına ulaşmışım gibi bir heyecana kapılmıştım. Hemen biteceğini bildiğimden okumayı uzun zaman erteledikten sonra bir çırpıda bitiriverdim kitabı.

Kitabın içeriği ayrı bir yazı konusu olduğundan, öncelikle -beklentimin aksine- sık sık sözlük karıştırmak zorunda kalmadığımı belirtmeliyim. Basım tarihine aldanarak "tezahür" gibi, "bargah" gibi eski kelimelerle karşılaşmayı beklerken, oldukça anlaşılır ve kolay bir dille karşılaştım. (Tabi burada Orwell'ın edebi başarısını da göz ardı etmemek gerekiyor.)

Çağdaş baskılarla kıyaslandığında hiç bir eksiği olmayan kitapta, manevi değeri hariç, artı bir özelliğe de rastlamadım açıkçası. Belirttiğim üzere kitabın başarısıdır belki bu izlenimi edinmemi sağlayan lakin Adıvar'ın kendi öndeyişini yazması, bahsettiğim manevi değeri bir kat daha arttırıyor.
Bir de yeri gelmişken söylemek isterim ki; eski basım kitapların kalın kapaklarına ve kapaklarında -genellikle- isimlerinin yer almamasına büyük sempati duyuyorum. Başka bir yazıda görüşmek üzere, esen kalın!
Hamiş: Fotoğraflar şahsım tarafından çekilmiştir. Kalite yoksunluğundan ötürü özür dilerim.

Ölü Ruhlar Ormanı - Jean Christophe Grange

Jeann'ın başına gelenler de tam olarak buydu. Kalbini bütün umutlara kapata kapata, tüm kaynaklarını tüketmişti. Beklentilerinin üzerine kapatılan her kapı, çekilen her sürgü, sonunda onu soluksuz bırakmış; öfkeyi, sabırsızlığı, amansız bir gerekliliği açığa çıkarmıştı.
Hemen baştan belirtmeliyim ki Grange okumaya yeni başlayacaksanız, bu kitaptan başlamayın! Yazarın 7 kitaplık geçmişi olmasa katiyen okumayın bile derdim belki ancak polisiye/gerilim okumayı seviyorsanız "okunabilir" bir kitap olarak değerlendirilebilir Ölü Ruhlar Ormanı.

Edebiyat dünyası elbette pek çok başarılı tasvirci görmüş olsa da, gerilim konusunda (mekanları, cinayet mahallerini ve özellikle cinayetleri anlatımda) bu derece başarılı olması  ve okuyucuyu atmosfere sokup, gerçek hayattan koparabilmesi, Grange'ın kısa sürede bu kadar meşhur bir polisiye yazarı olmasını sağlayan özelliklerin başında gelir. Bu konudaki tüm beklentileri -her zaman olduğu gibi- karşılamakta güçlük çekmemiş olsa da, pek çok yönden, eksik bir kitap olduğu hissini uyandırmaktan da kaçınamamış.
Öncelikle yazarın, baş karakterin kadın olması nedeniyle, kendisini karakterle içselleştiremediği çok açık bir şekilde hissediliyor. Daha önce Kurtlar İmparatorluğu'nda da aynı yola başvuran Grange, bu sefer aynı beceriyi gösterememiş ve okura mesafeli, kendini tam olarak açmayan dolayısıyla da gerçekçiliğini koruyamayan bir kadın kahraman çıkmış ortaya.

Polisiye yazarlarının en sık baş vurduğu sürpriz son ise bu sefer hiç de sürpriz olmuyor. Grange okuyucuyu şaşırtmak için elinden geleni yapsa da, kurgularına aşina olan okuru bu sefer atlatamıyor ve neredeyse kitabın yarısını katilin kim olduğunu bilerek okuyorsunuz. Aceleye gelmiş ve aşırı derecede klişe barındıran son ise kitabın kapağını kapattığınızda hiç de hoş olmayan bir tat bırakıyor damağınızda.

Hiç mi iyi yanı yok derseniz bu kitabın, elbette var. Öncelikle Grange'ın bilimsel altyapısı ve farklı kültürler hakkındaki bilgi birikimi takdire şayan. Bunun yanı sıra hikayenin temelini baz alan Güney Amerika'daki hayatın, siyasi şiddetin, coğrafi koşulların tüm yönlerini, yine usta işi üslubuyla aktarırken gösterdiği başarı kitabı okunabilir kılan öğelerden bir tanesi.Ayrıca otizm ve kanibalizm gibi henüz başlı başına büyük tartışmalara yol açmaya devam eden pek çok konuda anlattıkları ve Freud göndermeleri ile de okuyucuyu kitaba çekmeyi başarmış zaman zaman.

Daha fazla ispiyon (spoiler) verip tadınızı kaçırmadan toparlayacak olursam; Ölü Ruhlar Ormanı, bir polisiye/gerilim olarak iyi bir kitap sayılabilir belki ama bir Grange kitabı olarak vasatın altında kalmış bir eser. 

Ölü Ruhlar Ormanı - Jean Christophe Grange, Doğan Kitap/Gerilim Dizisi - 460 s.

Az - Hakan Günday

"Anne" diye sayıkladı Derdâ. “Seni bir daha göremeyeceğim”"Olur mu öyle şey? Geleceğim ben yanına. Önce sen bir git, ben sonra geleceğim"Doğru söylüyordu. En azından doğru söylediğini düşünüyordu. Çünkü dünyanın en çabuk geçen, geçer geçmez de en hızla yakalanılan hastalığına sahipti: Umut.
Hakan Günday ismini sık duymaya başladığımdan, yazarın ilk kitabı Kinyas ve Kayra'yı en kısa zamanda okumayı istiyordum ki, son kitabı Az elime geçince dayanamadım ve Günday kitaplarına böylece başlamış oldum.

Az, tokat gibi başlayan bir kitap. Her şey yolunda giderken ana kahramanın birden kendini vurduğu sahneler olur hani kimi kara filmlerde, öyle bir etkiyle başlıyor, sayfalar boyunca da bu etkisinden kurtulamıyorsunuz. On bir yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derdâ ile aynı yaşta, mezarlıkta su taşıyarak para kazanmaya çalışan Derda'nın hayatlarının, aslında birbirlerinin hiç farkında olmadan ne kadar birbirine bağlı olduğuna ve nasıl kesiştiğine şahit oluyorsunuz.

Hakan Günday şiddetin dilini çok iyi aktarmış. İşi ajitasyona dökmeden ancak tüm gerçekliğiyle yüzümüze çarpmayı öyle iyi başarmış ki, okudukça gazetelerin yürek burkan 3. sayfa haberlerini mumla arar oluyorsunuz. Derdâ'nın başına gelenler bir nevi çekilebilecek çilenin şahikasını oluşturuyor; artık daha fazlası olamaz dedikçe daha fazlası oluyor ve bir tek acındırmaya yönelik satıra rastlamamanıza rağmen kendinizi Derdâ için hatta gerçek hayattaki Derdâlar için üzülürken buluyorsunuz.

Derda'nın hayatını okumaya başladığımızda ise, Hakan Günday'ın Oğuz Atay'a gösterdiği saygı duruşuna tanık oluyoruz. Oğuz Atay'ın -yaşarken- değerinin bilinmemesini kafasına takan Derda'nın başından geçenler, yavaş yavaş kahramanlarımızın hikâyelerinin de çakışmasının temelini atıyor.

Genel hikâyenin neredeyse omurgasını oluşturan Oğuz Atay ve yapıtlarının sıkça adının geçmesi dışında, Çalıkuşu benzetmesi, Requiem For A Dream göndermesi gibi, çağdaş kültürel ögelerden bahsedilmesi de hikayenin gerçekliğine olumlu yönde katkı sağlıyor. Bu söylediğime bakıp, Oğuz Atay'ı okumadan bir şey anlamayacağınız izlenimine kapılmayın; kendisini ne kadar tanıdığınızın, eserleri, yaşamı hakkındaki bilginizin hiç önemi yok.

Kitabın diline gelirsek, böylesi karanlık bir romandan, karmaşık bir olay örgüsünden beklenmeyecek bir sadeliğe sahip. Okurken, yazarın "içinden geldiği gibi" yazdığı yönünde bir intiba bırakıyor: Cümle yapısını tekrar tekrar kontrol etme ihtiyacı duymadan, "edebiyat parçalamaya" uğraşmadan, sade ve net. Başta belirttiğim, şiddeti aktarmadaki başarısında bu tavrın rolü büyük. Kitabın sertliğinin getirisi olarak bolca küfür içeriyor olduğunu da belirteyim.

Netice olarak, Türk romancılığı adına emin adımlarla ilerlediğini gözlemlediğim, Hakan Günday'dan beklentilerim büyüdü bu kitapla birlikte. Sırası geldikçe diğer kitaplarını da okuyacağım ve beğenip yeni kitaplarını beklemeye başlayacağımdan neredeyse şimdiden emin gibiyim.

Az - Hakan GündayDoğan Kitap/Roman Dizisi - 360 s.

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu - Italo Calvino

İtalo Calvino ‘nun yeni romanı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını okumaya başlamak üzeresin. Gevşe. Dikkatini topla. Bütün öteki düşünceleri sav kafandan. Çevrendeki dünya bırak silinsin.
Yazarın sesini duyabildiğiniz bir kitap düşünün. Ama karakterler ya da anlatıcı aracılığıyla değil; sanki yazar odanızın bir köşesinde oturuyormuş da sizinle muhabbet ediyormuş gibi... İşte Calvino, kitabın kapağını açar açmaz ayak ucunuza kuruluveriyor ve “şimdi ayaklarını uzat, rahatla” diye talimatlar veriyor.

Hal böyle olunca kitabın baş kahramanı da biz, yani “Okuyucu” oluyoruz. Genellikle kitaplarda okuyucu yokmuş gibi davranılır. Yani karakterler sahneye çıkar, aşık olurlar, savaşırlar, barışırlar ama izleyici ile aralarına camdan bir duvar örerler. Calvino sahneden iniyor ve o seyircilerden birini çekip sahneye çıkarıyor. Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabında bir “Okuyucu”nun gidip kitabı alışını, başka bir okuyucu ile tanışmasını ve başlarına gelenleri okuyoruz. 

Şahsen bu yazıyı okusaydım içimden “Anladık bir Okuyucu var da, konusu ne bu kitabın?” derdim. Hemen anlatayım; kitabın konusu da başkarakteri kadar yaratıcı. Kitap aslında matruşka gibi, okudukça içinden yeni bir roman çıkıyor. On bir farklı roman okuyorsunuz. Dedektif romanına girip kötü adamlardan kaçıyoruz, uzak doğuya gidip çarpık ilişkilere göz atıyoruz, oradan bir hapishaneye geçiyoruz. Nasıl mı? Okuyarak keşfedin, burada “ispiyon” vermeyeceğim.

Klasik romanlardan sıkıldıysanız, değişik türde bir kitap okumak istiyorsanız Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu çok güzel bir deneyim olacaktır sizin için. En azından Calvino’nun on bir roman türünü nasıl bu kadar iyi yazabildiğini görmek için okumaya değer! Türü olmayan, her yazarın yazmak isteyeceği bir kitap.

Dipnot: Sting bu kitaptan ilham alarak “If on a Winter’s Night” şarkısını bestelemiş. Şarkıyı buradan bulabilirsiniz.

Dipnot 2: Kitap kapağının çirkinliğine aldanmayın.


Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu - Italo Calvino, Yapı Kredi Yayınları - 252 s.

Brooklyn Çılgınlıkları - Paul Auster

Okumak benim için kaçış, huzur, avuntu ve bir seçim yapma coşkusuydu: salt okumanın verdiği hazzı, keyfi tatmak adına, bir yazarın sözcükleri kafanızın içinde yankılanırken sizi kuşatan o güzelim dinginliği duymak için okumak
Paul Auster dendiği zaman akan sular durur, malumunuz. Kendini böylesi ispatlamış, böylesi nam edinmiş bir yazarın kitabı hakkında şöyle olmuş, böyle olmamış demek haddini bilen her okuyucu için oldukça zor bir iştir.

Gel gör ki yazılacak kritik Brooklyn Çılgınlıkları hakkında olunca, yazarın ustalığına bir nevi "kaside" değeri taşıyacağı için o kadar da sancılı bir süreç olmaz ümidiyle kolları sıvadım ben de. 


Brooklyn Çılgınlıkları'nı okuduğum diğer Auster eserlerinden ayrı kılan en temel özelliği; alışılagelmişin aksine ümitli, optimist ve hatta neredeyse "masalsı" bir dünya sunması oldu. Öyle ki ("Ölmek için sakin bir yer arıyordum." cümlesiyle) okumaya başladıktan sonra ayaklarınızın yerden kesildiğini, gerçek dünyadan kopup, hikayeye kapılıp gittiğinizi anlayamıyorsunuz -ta ki kitabın sonuna kadar.

Hayatının son demlerini yaşadığını düşünen emekli sigortacı Nathan Glass'ın hikayesinde de -hemen her Auster kitabında olduğu gibi- küçük tesadüflerin ne büyük sonuçlar doğurduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Kitapta, Nathan'ın, kaderin bir cilvesi olarak yolu Brooklyn'e düşmüş olan, ne zamandır görmediği yeğeni Tom Wood ile karşılaşması ve Tom'un çalıştığı kitabevinin sahibi Harry Brightman ile tanışmasıyla, kendi umarsızlığını bir kenara bırakıp başkalarının acılarını ve yaşam mücadelelerini paylaşması anlatılıyor. Tabi bu esnada, ağzına kadar tıka basa bir dolabı açınca eşyaların üzerinize yığılması gibi, karakter yağmuruna tutuluyorsunuz: Akrabalar, eski sevgililer, yeni dostlar, yeğenler, torunlar, çocuklar ve daha pek çok farklı karakteri tek tek, tüm yönleriyle tanıma imkanı bulabiliyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında da oldukça doyurucu bir profile sahip olan hikayede, laf olsun diye eklenmiş yahut üstün körü geçilmiş tek bir karakterin yer almaması, bir kez daha hikaye bütünlüğü konusunda yazara  saygı duymanızı sağlıyor.

Auster'ı "beyninde yaşamak istediğim insanlar" listeme (evet öyle bir listem var) eklememi sağlayan ise tüm kitabın göndermelerle dolu olması oldu. Kimi zaman çeviri notu olarak belirtilen, kimi zamansa fark ettiğinizde dahiyane bir fikir bulmuşcasına beyninizde kıvılcımlar çakmasına neden olan göndermelere rastladıkça daha çok okumanız, daha çok gezmeniz, daha çok izlemeniz, daha çok görmeniz kısacası daha çok yaşamanız gerektiği yönündeki duyguya hakim olamayabiliyorsunuz, bu da Nathan'la biraz daha samimiyet kurmanıza olanak sağlıyor. 

Son olarak Franz Kafka'ya, Edgar Allan Poe'ya, Harry David Thoreu'ya ve elbette Auster'ın en çok etkilendiği yazar Samuel Beckett'a aşinaysanız, kendi "Varoluş Otelinizin" nasıl dekore edileceği konusunda fikir yürütmeye başlayabilirsiniz.

Brooklyn Çılgınlıkları - Paul Auster, Can Yayınları - 286 s.