Müzibiyat #18

Müzibiyat gönderilerinde şimdiye kadar hep şarkılara can vermiş şiirlerden dem vurmuştuk. Bu sefer bir değişiklik yapıp, şarkılara ilham veren edebiyat eserlerinden faydalanalım, hazır Temmuz'un ilk yazısı Muhteşem Gatsby olmuşken, son yazısı da yine aynı eserle alakalı olsun istedim. 

Florence and The Machine'in, Muhteşem Gatsby filmi için hazırladıkları Over The Love isimli şarkı, filmi izlememiş olmama rağmen, çok beğendiğim ve sık sık dinlediğim bir parça oldu. Hayranı olduğum, grubun solisti Florence Welch'in enfes sesi bir yana, kendisinin yazdığı şarkı sözlerindeki lirizm ve eserle temas ettiği noktalar şarkıyı oldukça yukarılara taşıyor. 

Orijinal sözlerine ve Türkçe çevirisine buradan ulaşabileceğiniz şarkı, kitabın üçüncü bölümümde Gatsby'nin partilerinden birine katılan bir kadının perspektifinden yazılmış. Ayrıca Fitzgerald'ın kitapta kullandığı -Gatsby'nin evinin önünde beliren yeşil ışık ve Daisy'nin sarı elbisesi gibi- kimi semboller de şarkıda yer alıyor. Böylece kitap, film ve parça arasındaki etkileşim şahane bir ahenk yakalıyor.
"Sarı elbiseli kızlardan biri piyano çalıyor, yanında duran ve ünlü bir koroda çalışan genç, uzun boylu, kızıl saçlı kadın da şarkı söylüyordu. Şampanyayı fazla kaçırmıştı; şarkı söylerken bir ara, gayet gereksizce, hayatın hüzünlü, çok hüzünlü olduğuna karar vermiş olmalı ki, bir yandan şakıyor bir yandan da ağlıyordu."
Muhteşem Gatsby - 3. bölüm, F. Scott Fitzgerald
"Gözlerimde yeşil ışık var 
Ve aklımda sevgilim 
Ve piyanodan söylüyorum 
Sarı elbisemi parçalıyorum ve 
Ağlıyorum ve ağlıyorum ve ağlıyorum 
Gençliğin aşkına"
Over The Love, Florence Welch

Müzik ve edebiyat arasındaki etkileşim için apayrı bir kaynak ve konu olan edebiyattan ilham alan şarkılara zaman zaman değinmek, ardlarında yatan hikayeleri paylaşmak arzusundayım... O zamana kadar huzurla kalın, keyifli dinlemeler! 

Beyaz Geceler - Fyodor Dostoyevski

Ama, sevinç ve mutluluk insanı ne kadar da güzel kılıyor! Kalp aşkla nasıl da kaynıyor! İnsan bütün kalbini bir başka kalbe aktarmak istiyor, her şey neşeli olsun, her şey gülsün istiyor. Ve bu sevinç ne kadar bulaşıcı!
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'nin 1848'de yayımlanan ilk eserlerinden birisi Beyaz Geceler. Yazarın ününe ün katan ustalık eserlerine nazaran alışılmadık bir üslup ve atmosfere sahip bir novella.

İsmini St. Petersburg'un meşhur beyaz gecelerinden alan eserde dört gece, altı bölümde anlatılıyor: İlk Gece, İkinci Gece, Nastenka'nın Hikayesi, Üçüncü Gece, Dördüncü Gece ve Sabah. Beyaz geceler, şehrin coğrafi konumu sebebiyle haziran-temmuz arasında iki hafta boyunca güneşin neredeyse hiç batmaması, dolayısıyla gecelerin de aydınlık geçmesi fenomenine verilen isim -ki kim bir kere de olsa şahit olmak, St. Petersburg'un beyaz gecelerinde Dostoyevski'nin izini sürmek istemez! 

Dostoyevski'nin pek çok eserinde olduğu gibi Beyaz Geceler de birinci tekil ağızdan, isimsiz bir anlatıcı tarafından anlatılıyor. Kendisini "Hayalperest" olarak niteleyen, yalnızlıktan muzdarip anlatıcı St. Petersburg'un yine yalnızlıkla dolu gecelerinden birinde çıktığı gezi esnasında genç bir kadınla tanışıyor; Nastenka. Bir yıldır sevgilisinden haber alamayan, Hayalperest gibi karamsarlık içerisinde ve yalnız olan bu genç kadınla buluşup, konuştukları dört gece boyunca ikisi de zaman zaman arınıyorlar ruh hallerinden. Birbirlerine kendi hikayelerini anlattıkları ve git gide yakınlaştıkları bu dört gecede hayalperest aşık oluyor Nastenka'ya. Bu aşk hikayesinin nasıl sonlanacağı bir yana, dört gece boyunca Hayalpereset'in kendi kendine ve genç kadınla gerçekleştirdiği konuşmalar Dostoyevski'nin ruh çözümlemeleri ve psikoloji üzerindeki yeteneğini gözler önüne seren cinsten. 

Beyaz Geceler'e "aşk romanı" gözüyle bakmak pek doğru değil zira o konuda ne anlattığı mesele ne de kurgusu vasatın üzerinde. Okuduğum Can Yayınları basımında çeviriyi yapan Sabri Gürses de "Dostoyevski: Mesih'ten önceki hayalperest" başlıklı ön sözünde farklı bir açıdan yaklaşıyor bu konuya: Orhan Pamuk'un, aynı kitabın İletişim Yayınları'ndan yayımlanan Mehmet Özgül çevirisine yazdığı ön sözde kullandığı "melodram" tanımının büyük ölçüde çevirilerin ya da uyarlamaların bıraktığı izlenimden kaynaklandığını dile getiriyor. "Gerek uzun soluklu cümlelerin bölünmesi, gerek sözcük seçimleri ya da küçük eksiltmelerle metne sahip olduğundan fazla bir duygusal ton katmışlardır. Bu anlamda Dostoyevski'nin bu uzun öyküsünü tam da (Hayalperest'in söylevi aracılığıyla) eleştirdiği bir romantik melodram geleneğinin içinden aktaran, melodramatik çevirilerdir bunlar." diyen Gürses, eserin Rusçadan yapılmış üçüncü, ama ilk tam çevirisinin kendi yaptığı olduğunu dile getiriyor. 

Sahiden de  Hayalperest'in melankolik ve yalnızlık çeken karakteri hüzünden ziyade huzursuzluğa gark ediyor insanı. Öyle ki; Yeraltından Notlar'ın Yeraltı Adamı, Nastenka'yla karşılaşmamış ve "saadet anı"nı yaşamamış bir hayalperestten başkası değil benim gözümde. Yine okuduğum basımın başında yer alan "Beyaz Geceler Hakkında" başlıklı yazıda değinildiği üzere; Beyaz Geceler'in kahramanı özyaşamöyküsel öğeler taşımakta imiş. Dolayısıyla eserleri üzerinden yazarın karakteristik evrimi hakkında bir varsayımda bulunmak gerekirse yaşadıklarının kendisini Hayalperest'ten Yeraltı Adamı'na çevirdiğini söylemek mümkün olabilir kanaatindeyim. 

Bu -belki de haddini aşan- tespitleri bir yana bırakacak olursak; Beyaz Geceler pek çok kez sinemaya uyarlanmış (ya da esin kaynağı olmuş) bir kitap. Pek çok farklı ülkeye ait bu uyarlamaların çokluğu, Dostoyevski'nin ele aldığı hikaye ve anlattığı karakterlerin evrenselliğini göstermesi açısından etkileyici:

Ayrıca eserin TRT tarafından radyo tiyatrosuna da uyarlandığını, isteyenlerin buradan dinleyebileceğini belirtmiş olayım.

Bahsettiğim bütün güzel taraflarının yanı sıra, Dostoyevski'nin -tabiri caizse- "çıraklık eserleri"nden birisini okumak farklı bir deneyim oldu benim için. Klasik yazarların "pek de bilinmeyen" kitaplarını da es geçmemek; okumak, okumak ve okumak gerek!

Beyaz Geceler - Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, Can Yayınları - 100 s.

İnci - John Steinbeck

Ne var ki Kino'nun yüzü, esenlik muştularıyla ışıldıyordu: "Benim oğlum okuma öğrenecek, kitaplar karıştıracak, yazacak da, yazmayı da öğrenecek. Oğlum sayılarla da uğraşacak, onun bunları bilmesi bizi özgürlüğe kavuşturacak o öğrenecek, onun aracılığıyla bizler de öğreneceğiz."

John Steinbeck'in oldukça bilinen bir novella'sı İnci. Hemen herkesin okul yıllarında ya kısaltılmış şekliyle ders kitaplarında ya da ödev olarak okuduğu hikayelerden birisi*.

Meksikalı inci avcısı Kino, karısı Juana ve bebekleri Coyotito bir koy kasabasında fakir ama huzurlu bir hayat sürmektedirler. Bir gün Coyotito'yu bir akrebin sokmasıyla hayatları dönülmez bir yola girer; zaten sınıfsal olarak ayrımcılığa uğrayan aile, yerlilerden oldukları için hor görülmektedirler. Paralarının da olmaması sebebiyle kentin doktoru çocuğu tedavi etmez. Kino umutsuzdur, tanrılara dua eder değerli bir inci bulup para kazanmak için, bulur da... Ancak bu eşsiz inci aileye umutla beraber felaketi de getirir; insanın doğasından gelen aç gözlülüğün, kıskançlığın ve hırsın sonuçları ağır olur.

Steinbeck, "Bu öykü bir kıssaysa, belki de herkes ondan kendine göre bir anlam çıkarıyordur, kendi yaşamını onda yorumluyordur" diyor, her okurun farklı çıkarımlar yapabileceğini kastederek. Sahiden de Kino'yu açgözlü bulup, hırsına yenik düştüğünü düşünenler; sınıfsal ayrımcılığın ve adaletsizliğin dimağda bıraktığı kekremsi tadı hissedenler; paragözlerin insanlıktan nasıl da çıktıklarına şaşıranlar ve daha nice farklı duygu ve düşünceyle İnci'den başka başka dersler çıkartılabilir. Jackson Benson'a göre ise yazarın Carl Jung'ın felsefesine olan ilgisi İnci'yi oldukça etkilemiş zira Steinbeck, İnci'nin öyküsünü "insanoğlunun hırsı, materyalizm ve eşyaların doğal değeri temalarını ele almak için" oluşturduğunu söylemiş. Netice itibariyle Steinbeck, neredeyse çocuk kitabı olarak nitelendirilebilecek kadar basit ve ziyadesiyle didaktik bir eserle oldukça derin bir izdüşüm yaratmayı başarmış. 

İnci'nin hikayesi, bir Meksika halk hikayesinden esinlenilmiş; Steinbeck, La Paz isimli kente 1940'ta gerçekleştirdiği bir gezi esnasında duymuş Kino'nun öyküsünü. 1944'te film senaryosu olarak yazmaya başladığı hikaye, kısa haliyle 1945'te Woman's Home Companion isimli dergide The Pearl Of The World (Dünyanın İncisi) başlığıyla yayımlanmış. Kitabın novella uzunluğuna gelmesi ve The Pearl (İnci) ismiyle yayımlanması ise 1947'de gerçekleşmiş. Bu eseri genişletme çalışmaları esnasında yazar sık sık Meksika'ya gidiyormuş zira o esnada eserden uyarlanan filmin çekimleri sürmekteymiş. Senaryosunu yazarın Jack Wagner ile beraber kaleme aldığı La Perla, aynı yıl vizyona girmiş. Kitap ayrıca 2001'de yeniden sinemaya uyarlanmış ancak başrollerinde Luka Haas ve -Harry Potter filmlerinin ilk Dumbledore'u- Richard Harris'in bulunduğu bu kaba uyarlama sinemalarda oynamamış, sadece 2005'te video cd olarak piyasaya sürülmüş. 

Sel Yayıncılık'tan Tomris Uyar çevirisiyle okuduğum İnci, biçimsel açıdan basit bir kitap. Şiirsel anlatımı -hele Kino'nun hissettiklerini kulaklarında uğuldayan birer türkü olarak nitelediği kısımlar- ve dokunaklı hikayesiyle etkileyici bir eser. 

*Bu "Steinbeck'in Türk eğitim sistemiyle imtihanı" meselesi de bilahare başka bir yazının konusu olabilecek kadar kapsamlı herhalde, buraya not düşmüş olayım.

İnci - John Steinbeck, Sel Yayıncılık - 102 s.

Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu

"Bu çatışmalarda iki taraf da birbirine kötü şeyler yaptı," diye başını salladı Darok. "İnan bana, onların da sana anlatabileceğin bir sürü acı öyküsü var. Ama Nasralar ve Delkarlar isimli iki kişi yok bu olayda. İki halk da birbirinden farklı on binlerce insandan oluşuyor. Bazıları zayıf, bazıları güçlü karakterde, kimi bencil ve zalim, kimi yardımsever ve sevgi dolu. Nasralar Delkarları katlediyor ya da Delkarlar Nasralara zulmediyor demek doğru değil. Bazı Delkarlar bazı Nasraları, bazı Nasralar ise bazı Delkarları öldürdü, tek diyebileceğimiz bu. Bir kişiye sevmediğimiz insanlarla aynı milletten diye kötü gözle bakamayız, bunu kendileri seçmiyor, değiştiremezler de."
Çok sıkı bir fantastik kitap okuru olduğum söylenemez; fantastik kurguyu, ejderhaları, eski çağları, efendime söyleyeyim büyücüleri, barbarları çok sevmeme rağmen iş edebiyata geldiğinde hafif bir burun kıvırma durumu hakim. Zira Dostoyevski'nin Rus edebiyatı ve Rus gerçekçilik akımı için söylediği "Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık" sözü misali, her fantastik kurgu da netice itibariyle "Tolkien'in yüzüğünden çıkmıştır." Dolayısıyla fantastik kitaplar söz konusu olduğunda ister istemez bir kıyaslama durumu ve bulması oldukça zor bir özgünlük arayışı mevzu bahis.

Bu yaklaşımın üzerine okuyacağım fantastik kurguya bir de "yerli" etiketi eklendiğinde, ithal ettiğimiz pek çok türde (hele ki korku-gerilim türünde) ortaya çıkan eserler kalitesiz birer kopyadan öteye geçemedikleri için, beklentim oldukça düşmüştü. Hatta fantastik kitap kurdu sevdiceğimin tüm olumlu yorumlarına rağmen temkini elden bırakmamıştım. Barış Müstecaplıoğlu imzalı, bir kere daha yanıldığımı görmemi sağlayan, Şamanlar Diyarı'nı okuma maceram böyle başladı.

Kitaba geçmeden evvel kısaca yazardan bahsetmek istiyorum; 1977 doğumlu Müstecaplıoğlu'nun ilk eseri, dört kitaplık fantastik "Perg Efsaneleri" serisi. Ardından anılarından yola çıkarak kaleme aldığı, Gülen cemaatini temel alan eseri "Şakird", sokak çocuklarını anlattığı "Kardeş Kanı" ve 14.yüzyılda yaşamış gizemli şamanist ressam Mehmet Siyah Kalem'in eserlerini odağına alan "Bir Hayaldi Gerçekten Güzel" kitapları yayımlanıyor. Şamanlar Diyarı'nın -bu yazının da konusu olan- ilk kitabı geçtiğimiz yıl yayımlanmış ve yazarın twitter'dan duyurduğuna  göre ikinci kitabın yazımı da bitmiş durumda.

Kitaba gelecek olursak; hikaye Delkarna topraklarında geçiyor; çok uzun zaman önce birden fazla ülkeye ev sahipliği yapmış, şimdinin hükümdarı Sultan Arterus'un atası Koledion tarafından ortak ve tek bir hükümdarlık altında toplanmış farklı milletlerden, farklı ırklardan insanların huzurla yaşadığı topraklar... Koledion'dan bu zamana huzur da bozulmuş elbette; önce Harnanlar yok edilmiş topraklardan, ardından Nasralar zulüm görmeye başlamış. Sadece Delkarlar'ın yaşadığı topraklar istiyormuş erk sahipleri, ruhunu paraya satan tüccarlar ise boş topraklar... İşte böyle bir ortamda büyük bir savaşın kopacağı fısıltıları hızla yayılırken, soylarının tükendiğine inanılan bir şaman, sadece huzur arayan bir grup insanla uzaklara gitmek istiyor. Bir yanda saray ve sadık adamları, diğer yanda savaştan kaçan insanlar; büyücülerin, savaşçıların ve şamanların boy gösterdiği bir karakterler topluluğu. 

Şamanlar Diyarı'nın en dikkat çekici yanı tanıtım yazısında da söylendiği üzere; farklı diyarlarda, tarihin her döneminde, insanın insana ettiklerine dair evrensel bir sorgulama niteliği taşıması. Tarihte pek çok yerde, günümüzde ise özellikle ülkemizde boy gösteren toplumları kutuplaştırmanın nasıl da işine yarayanlarca "öğretildiği"ni, muktedirin gücüne güç katmak için insanları birbirine nasıl da düşman ettiğini anlatıyor. Bu aşina konuyu fantastik bir öyküde, leziz bir kurguyla ele alan Müstecaplıoğlu, bana göre en çok da yakın tarihimizi ele alıyor; huzur içerisinde yaşamak için insan olmanın yeterliliğinin altını çiziyor. Bu vurgu, zaman zaman aşırı tekrar yüzünden sıradanlaşsa da, didaktik bir atmosferden uzak elbette. Fazlasıyla basit dili, akıcı anlatımı ve şaşırtmacalarla süslenmiş olağan kurgusuyla eğlenceli bir kitap. 

Müstecaplıoğlu yeni bir dünya yaratma konusunda bir nebze yetersiz kalmış; dili basitleştirmek, okumayı akıcılaştırmak isterken oldukça az betimleme kullanmış ve kurguladığı diyarları ve dünya düzenini yeterince anlatmamış. Hikayenin bizim köyün ormanlarında geçme ihtimali ile Delkarna'da geçme ihtimali neredeyse birbirine yakın. Tamam, elbette bazı durumlarda okurun tahayyülüne güvenmek, gedikleri hayal güçleriyle örtmelerine müsaade etmek gerekiyor ancak -özellikle- fantastik edebiyatta var olmayan bir dünya mevzu bahis olduğunda, biraz daha detaycılık daha leziz bir tat bırakabilir kanaatindeyim. 

Şamanlar Diyarı'nın karakterleri grinin tonlarında; ne tamamen siyah ne de tamamen beyazlar. Her kötünün içerisinde bir miktar iyilik -ve tersinin- olduğu gerçeği ile inandırıcılık kazanmış kahramanlar. Ancak bu durum ve ilaveten karakterlerin yaratılışları sivrilen, öne çıkan bir kahramanın varlığını engellemiş. Üzerinde konuşulacak, dikkat çeken, tamamen sevilen ya da nefret edilen insanlar olmaması bir nevi eksiklik hissi uyandırıyor okurda. Bir karaktere bağlanma, onunla bağdaşma, ilişki içerisine girme ihtiyacını karşılayamamış bu gerçeğe yakın kahramanlar. Okuruna göre olumlu veya olumsuz olarak nitelendirilebilecek bir durum olsa da çoğunluğun özel karakterler aradığı, onlara ilgi duyduğu bir gerçek. 

Bütün bu eleştirilerin sebebi Şamanlar Diyarı'nı gerçekten çok sevmiş olmam. Belki de haddinden fazla titiz bir yaklaşımla eksikliklerin altını çiziyor oluşum, negatif değil yapıcı bir değer katmak maksadını taşıyor. Özellikle yerli yazında büyük noksanlığı hissedilen fantastik edebiyata böylesi değerli ve başarılı bir eser sunan Müstecaplıoğlu takdir ve teşekkürü hak ediyor. Şamanlar Diyarı, eksikliklerine rağmen, şahane bir fantastik kurgu.

Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu, İthaki Yayınları - 304 s.

Zindankale - Sezgin Kaymaz

CANIM… “Doğru düzgün insan” sınıfında kabul ettiğimiz, sevdiğimiz insanların ağzından çıkınca iyi bir söz, ama bir dolu asalak kelimeyi konuşmasına ulamayı adet edinmiş, dostuyla da düşmanıyla da canımlı, cicimli, hayatımlı konuşan insanların ağzından çıkınca anlamsız, hele ki de böyle, insana tepeden bakan ve ne kadar tepeden baktığının altını çizercesine bunu kullanan insanların ağzından çıkınca epey can acıtan bir söz.
Sandık Odası'nda öyküleriyle tanıştığım Sezgin Kaymaz'ın 2004 tarihli romanı Zindankale. Kaymaz için "hak ettiğini bulamamış bir yazar " demiştim, Zindankale'yi okuduktan sonra "az bile söylemişim" diyorum... 

Hikaye bir rüyayla başlıyor; karanlık, metruk bir oda, iki bebek ve iki şahidin yer aldığı tedirgin edici bir rüya. Öyle ki tıpatıp aynı rüyayı gören hikayemizin başkahramanları Davut ve Çiğdem'e yataklarını ıslattıracak cinsten... Rüyanın ve altındaki gizemin ardında kalabalık bir güruh; Şadıman Beyefendi, Uzun Sedat, Buzdolapçı Ali Fuat, Sağlık Kabinci Kamil ve Sevim Hanım ile Selim Dayı. Onların da peşinde, Ankara'da oradan oraya koşturan haylaz bir ışık topu ve onu kovalayan gölge. En arkasında ise biz varız bu kovalamacanın; okurlar. Böylesi hareketli bir kurguyla dünyasına çekiyor Zindankale; benim gibi Ankara'nın yabancısına bile her yeri biliyormuş gibi hissettiren tasvirleri, her biri ayrı güzel karakterleri ve yerel-fantastik hikayesiyle sürükleyici, eğlenceli ve doyurucu bir kitap.

"Sezgin Kaymaz'ın bir sonraki kitabı 'Edebiyatta dilin samimiyeti' olabilir çünkü zaten çoktan yazmış da yayımlanmamış gibi yazıyor" dediğim bir tweet atmıştım kitabı okurken. Gerçekten de, örneğin ilk 300 sayfa boyunca tek bir günü anlatmasına rağmen öyle bir akıcılığa sahip ki üslubu, zaman zaman tekrara düştüğü halde okuru sıkmamayı bu dil sayesinde başarıyor Kaymaz. Hayata dair göze batmayan, aforizma kokmayan hatta belki altı çizilmeyen ama gerçek ve samimi tespitleri dikkat çekiyor. Dili gibi hikayesi de, karakterleri de -tüm fantastik öğelere rağmen- gerçek ve tanıtım yazısında sıkça vurgulandığı üzere "yerel." 

Zindankale'de edebi yönden en çok dikkatimi çeken Kaymaz'ın üslup değişikliğindeki başarısı oldu: Üçüncü kişili anlatım kullanılmasına rağmen, anlatılmakta olan mekan ve karakterler değiştikçe dil de değişiyor; karakterin üslubunu, olayın atmosferini yansıtıyor. Böylece anlatımda dinamizm, akıcılık ve samimiyet sağlanmış oluyor.

Fazlasıyla beğendiğim kitaplar hakkında yazarken şirazeyi kaçırmaktan çekindiğimi belirtmiştim; iş yine oralara varmadan son olarak eser hakkında Ömer Türkeş'in 2004 tarihli (kitabı okumayı düşünenler için sürpriz bozan bir niteliğe sahip) şu yazısında dile getirdiği eleştiriye katıldığımı belirteyim: "Anlatma becerisini yüzeydeki insani ilişkilerle sınırlıyor Kaymaz, ipuçları vermekle birlikte -beş yüz sayfalık bir romanda- o ilişkilerin ardındaki siyasi, ekonomik, toplumsal meselelere hemen hiç el atmıyor."

Kaymaz'ın şahane bir son söz ile okurla bir nevi dertleşerek sonlandırdığı Zindankale de gözü kapalı tavsiye edebileceğim kitaplar arasındaki yerini almış oluyor böylece. "Yau... Sen bi' dakka..! N'oluyor Allahaşkına?"

Zindankale - Sezgin Kaymaz, İletişim Yayınları - 527 s.

Granta Dergi

Çelişkilerin başkentidir İstanbul. Kendinden menkul bir memleket. Hiçbir kavme tam olarak yar olmamış, o yüzden herkesin bir yerinden sahiplendiği ve asla tamamen kendisinin olmayacağını bildiği bir aşıktır. Birbirine kutup diye sunulanları bile yan yana getiren büyücüdür o. Bir yanıyla devasa bir şehirdir İstanbul, diğer yanıyla bir tiyatro dekoru.

Karin Karakaşlı - Kimliğim Değil Kendim...

Edebiyat severleri heyecanlandıran bir gelişme geçtiğimiz mayıs ayında yaşanmıştı ki, hemen ardından patlak veren Gezi olayları sebebiyle biraz arada kaynadı: 1889 yılında Cambridge Üniversitesi'nde kurulan ve Amerika’daki New Yorker’la beraber dünyadaki en itibarlı edebiyat dergileri arasında sayılan Granta, mayıs ayında Türkiye’de yayın hayatına başladı! Dünyanın birçok dilinde ve on ülkesinde yayımlanan derginin yerel ayağı Granta Türkiye'nin yayıncısı ise Everest Yayınları.

Derginin namına dair fazla söze gerek yok; Gabriel Garcia Marquez'den Milan Kundera'ya pek çok yazarın eserleriyle yoluna devam ederken Zadie Smith gibi yeni yazarları da edebiyat dünyasına kazandıran bir dergi Granta. Şahane bir karşılama yazısıyla okura merhaba diyen Genel Yayın Yönetmeni Sırma Köksal'ın ifadeleri ise okurları heyecanlandıracak cinsten: "Her şeyden önce bunca dilde yayımlanmış tüm Granta sayılarının arşivini özgürce kullanabilmek olanağı büyük bir zenginlik. Her ülkenin seçkin editörlerinin hazırladığı sayılarda yer alan yepyeni yazarları Türkçeye özgürce taşıyabiliyoruz bu işbirliği nedeniyle. Ama asıl iştah kabartıcı olan bizim arşivlerimizin de, bizim sayılarımızın da onlara özgürce açık olması. Böylece başka dillere Türk edebiyatının taşıyıcılığını yapma fırsatımız var."

Altı ayda bir yayımlanacak Granta Türkiye'nin ilk sayısında ele aldığı tema; Kimlik. Aslında klişeleşmeye yüz tutmuş bu konu, "Yalın olanı, hep söylenmiş olanı bir kez daha tazeleyip taze bir sesle yeniden söylemek ve yeniden tartışılabilir kılmak gerekir" söylemiyle, Utku Lomlu imzalı oldukça cesur ve bir o kadar da enfes kapak tasarımıyla sunuluyor okura. 

İlk sayıda yer alan isimler şöyle: Ahmet Tulgar, Ayşe Düzkan, Foti Benlisoy, Yasemin Çongar, Karin Karakaşlı, Yekta Kopan, Urvashi Butalia, V. V. Ganeshananthan, Martin Amis, Tahmima Anam, Vanessa Manko ve Salman Rushdie. Ayrıca Zihin Haritaları üst başlığıyla Osman Bozkurt'a ait fotoğraf serileri ile Selim Cebeci, Kasım Koçak ve Komet imzalı çizimler, resimler ve fotoğraflar da dergide yer alıyor.

Hakkıyla yerine getirilen konseptler, tematik oluşumlar oldum olası ilgimi çekmiştir. Granta bu konuda beni oldukça tatmin etti; metinlerin ve hatta diğer eserlerin temayla uyumu enfes. Bu uyumun yanı sıra metinler de (en azından pek çoğu) başlı başına doyurucu bir nitelik taşıyor. Baskıda yenilikçi ve kaliteli bir anlayışla yaklaşmış Everest; kitap kalitesinde ve ebatlarında bir dergiyle uzun ömürlü, rahat okunabilir bir iş çıkarmışlar ortaya. Dergide bir tek eserlerin künyesiz olmasının eksikliğini hissettim; eserin hangi tarihte, nerede yazıldığı; yabancı yazarların hangi ülkeden oldukları gibi bilgilerin yazının sonunda veya başında yer alması faydalı olurdu kanaatindeyim. (Derginin sonunda Katkıda Bulunanlar başlığıyla tüm sanatçıların kısa birer biyografisinin bulunduğunu not düşeyim.)

Altı aylık yayın süresini biraz "insafsız" bulsam da Granta, merak ve hevesle takip edeceğim bir dergi olacak. Emeği geçenlere teşekkürlerimi sunarım; ömürleri uzun olsun!

Hamiş: Bu arada Yalnızlar Mektebi'nin 3. sayısı raflardaki yerini aldı! Bu sayı hakkında detaylı bilgi için buradan, satış noktaları için buradan ve dergiye ulaşamayanlar için yapılan güzelliğe göz atmak isterseniz de buradan buyurun.

Erken Kaybedenler - Emrah Serbes

Öne çıktım, "Göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok," dedim. "Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar."
Üst Kattaki Terörist
Gezi'de sıkça karşılaştığımız, karşılaştıkça da gülümsediğimiz bu slogan Emrah Serbes'in kitabından; Erken Kaybedenler. Ankara polisiyelerinin yazarı, dolayısıyla çok sevilen Behzat Ç. karakterinin yaratıcısı Serbes, erkek çocukların dünyasını anlatıyor okura; taşrada ve kainatta, yapayalnız kalmış erkek çocukların hikayelerini... Ne Behzat Ç. izleyicisi ne de Emrah Serbes okuru olduğum için ilgimi çekmeyen, pek de okumaya niyetim olmayan bir kitaptı Erken Kaybedenler. Sevgili Kitap Eylemcisi'nin düzenlediği çekilişle kitabı kazanmam üzerine tanışma imkanı buldum kendisiyle. İyi ki de tanışmışım. 

Erken Kaybedenler, erkek çocukların ağzından yazılan öykülerden oluşuyor. Yaşları 13-14'ü geçmeyen, kah aşk acısı kah varoluş sancısı yaşayan, mahallede top oynayan, sahilde kumdan kaleler inşa eden çocuklar bunlar, yani hepimizin bildiği, tanıdığı çocuklar...  Sekiz öyküden mürekkep kitap, Cemil Meriç'ten "Acılar hatıralaşınca güzelleşir" alıntısıyla karşılıyor okuru -ki esere hakim duyguyu anlatmak için daha iyi bir seçim yapılamazdı kanaatimce. Serbes'in öyküleri öyle duygu yüklü, öyle "gerçek" ki kitaba kapılmak işten bile değil. İster istemez -bir okur olarak- sık sık yazarın "gelişine yazdığı" izlenimi edindim öykülerden; irdelemeden, üzerinde durmadan, adeta içten geldiği gibi kaleme alınmış öyküler.

Kitabın en büyük kusuru dili. Öykü kahramanlarının yaşadıkları ve hatta düşündükleri on üç yaş için örneğin, gayet gerçekçi olsa da bunları ifade şekilleri bir, hatta iki beden büyük gelmiş hikayelere. Çocukların ağzından anlatılan hikayelerin kurgu edilişi ve dile getirilişi karakterlerimizi ayan beyan "büyümüş de küçülmüş" bir çizgiye sürüklüyor; yani aslında hepsinin bir yetişkin tarafından yazıldığı sık sık hatıra geliyor ve eserden anlık kopmalara sebep oluyor. Elbette kimsenin hikayeleri "gerçekten çocukların anlattığına" inanmak isteyeceğini düşünmüyorum ancak anlatılanların gerçek olmadığını "unutturmak" maharet gerektiriyor -ki Serbes bu hüneri sergileyememiş maalesef.

Bahsi geçen yeteneğin en ala örneklerinden birini Salinger, hiç de beğenerek okumadığım, Çavdar Tarlasında Çocuklar'ında sunar. Başkahramanımız ve anlatıcımız Holden Caulfield kelimenin tam anlamıyla bir ergendir ve kitap boyunca bunu unutmamız mümkün olmaz; hikayesini, bizzat kendi ağzından dinlediğimize ikna oluruz. Öyle ki beni eserden uzaklaştıran ilk etmenlerden birisi, kendisinin bitmek bilmez ergen zırvaları olmuştur -ki gerçekçiliğini varın siz tahayyül edin! Öte yandan J. Safran Foer'in Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın kitabında sekiz yaşındaki Oscar sıkça "yaşından büyük" laflar etse de Foer, karakterin "dahiye yakın bir zekaya sahip olması" jokerini kullanarak telafi etmiştir durumu örneğin. Bahsetmezsem eksik kalacak bir başka örnek Emma Donoghue imzalı Oda olacaktır; 5 yaşındaki Jack'in anlatısı neredeyse "Bu çocuk bu yaşta yazı yazmayı nereden öğrenmiş?" dedirtecek cinstendi, takdire şayan.

Bu ufak "çocukların ağzından yazılmış kitaplar" hatırlatmasının ardından konumuza dönecek olursak; dil meselesine bu denli takılmamın sebebi, her yönüyle enfes olabilecek bir eserin bu büyük handikap sebebiyle "keyiflik" bir hal alması. Kurulan duygu dünyasına hayran olmamak elde değil; hikayeleri okurken hüzünden, sevince; acıdan, kahkahaya sık ve ani geçişler yaşıyoruz -ki çocukluk dediğimiz tam da bu değil midir? Yere düşen dondurmasının ardından yaygara kopartan çocuk değil midir baloncuyu gördüğünde neşelere gark olan? Ya da düşüp de canı yandığında ağlama hazırlığı yaparken herkesin gülmesi üzerine kahkahalar koparan? İşte böyle bir eserde anlatım dilindeki bu eksiklik sadece gerçekçiliği öldüren bir unsur olarak çıkmıyor karşımıza; yer yer didaktikleşen ve rahatsız eden, yer yer ise kurguyu vasat bir seviyeye çeken bir handikap. 

Bu şartlar altında Serbes'in son kitabı Hikayem Paramparça merak ettiklerim arasına girdi. Hikayelerde yaş unsurunun ortadan kalkması beklentimi karşılayabilir diye ümit etmekteyim. Öte yandan tam aksi bir sonuç almam da olası, dolayısıyla kafam karışık bu konuda biraz. 

Özetle Erken Kaybedenler, çok daha iyi olabilecekken vasat kalmış ama okuması çok keyifli, huzurlu ve eğlenceli bir kitap.

Erken Kaybedenler - Emrah Serbes, İletişim Yayınları - 143 s.

Sinebiyat #3

Hayvan Çiftliği
Animal Farm, Türkçedeki ismiyle Hayvan Çiftliği; George Orwell'in en ünlü eseri. Birçok kişinin en azından ismini bildiği o meşhur kitap. İlk baskısını 1945 yılında yapmış. 1954 yılında bir animasyonu çekilmiş, 1999 yılında ise filmi. Kitabını bu dönem bir ders vesilesiyle okudum. Derste İngilize orjinalini takip ettik. Ben ara ara Türkçe baskısından da kopya çektim okurken. 1954 yapımı animasyonunu yine ders kapsamında izledik. 1999 yılı filmini ise şu an izlemekteyim. :) Bu yazımda kitapla birlikte bu iki filmi karşılaştıracağım. 

Animal Farm'ın temel meselesi Rus Devrimi'ni eleştirmek. Tabii eleştirdikleri kısım Lenin'in ve Troçki'nin hayatta olduğu 'parlak' devirler değil. Stalin'in baskıcı devri. Ne olursa olsun George Orwell kitabında Troçki ve Lenin dönemlerini bolca övse ve aslında bu devrimi desteklese dahi İngilizler ve Amerikalılar kendi politik çıkarları için bolca kullanmış bu kitabı. Hatta filmleri çekenler de onlar. Doğrusu bu dersi almadan önce Rus Devrimi hakkında çok ayrıntılı bir bilgim yoktu. Derslerde gördüğümüz "1. Dünya Savaşı'ndan sonra Rusya'da çarlık rejimi yıkıldı Bolşevik rejimi geldi." bilgisi dışında çok da bir şey bilmiyordum. Kitap hakkında ön bilgim olmasaydı kitabın Rus Devrim'ni eleştirdiğini muhtemelen anlamazdım. En fazla, belki sosyalizm eleştirisi olduğunu düşünürdüm. Oysa kitapta bolca gönderme mevcut. Ders vesilesiyle bunları en ince ayrıntısına kadar işlediğimiz için gönderme bulmaktan yorulmuş durumdayım. Ama en basitinden kitaptaki neredeyse her hayvanın bir kişiyi ya da zümreyi temsil ettiğini söyleyebilirim. Birisi kitabı görünce "Çok Troçkist" demişti. Haklı olabilir. Troçki'yi temsil eden Snowball'un kitapta hep iyi taraf olduğunu görebiliyoruz. 
Biraz da filmler hakkında bilgi verelim. Dediğim gibi 1954 yapımı film bir animasyon. 1999 yapımı ise hayvanların seslendirildiği bir film. İki filmin profesyonelliği tabii ki tartışılamaz. 1999 yapımı çok daha profesyonelce. Fakat 1954 yapımı animasyonda kitaba çok daha sadık kalınmış. Diğer filmdeyse yeni yeni karakterler, olaylar eklenmiş. Gerçi 1954 yapımı filmde de bence çok önemli birçok kısım atlanmış ama en azından iş saçma sapan yerlere gitmemiş. Bir de yani kitabın alt başlığı "Bir Peri Masalı", kitap zaten fabl tadında, neden gerçek canlılar oynatılmış anlamadım. 1999 yılında illa yeniden bir şey yapmak istiyorlardıysa tekrar animasyon yapabilirlerdi. Çok daha güzel, çok daha hoş olurdu. 

Ben filmlerin çekildiği tarihlere takılıp duruyorum. Biri 1954, soğuk savaş dönemi; diğeri 1999, Rusya'da Sovyetler rejiminin sona ermesinin ertesi. Bence bu tarihler çok kritik. Rusya'ya düşman devletler için çok iyi bir soğuk savaş aracı olmuş yani bu kitap. Gerçi iyi kitap, hoş kitap. Stalin'i biz de hiç sevmiyoruz ama işte hiç de hoşlanmadığım şeyler şu İngilizlerin soğuk savaş taktikleri. O yüzden kitap bu bilgileri düşündükçe canımı sıktı ama yapacak bir şey yok. Tarihi gerçekler ortada. Başarısızlıkla sonuçlanan bir sosyalist düzen var. Orwell da bunu çok güzel eleştirmiş. Bize laf söylemek düşmüyor pek fazla. 

Konuyu çok fazla uzatmak istemiyorum. Kitap ne kadar iyise filmler de bir o kadar kötü. Çok fazla boş vaktiniz varsa kitabını okuduktan sonra isterseniz izleyin filmi ya da filmleri. Hee filmler hakkında bir seçim yapmanız gerekecekse bence 1954 yapımı olanı izleyin. Daha sempatik, daha kitaba uygun olmuş. Gerçi filmlere çok fazla şans vermedim, ne yalan söyleyeyim. Hele 1999 yapımı olanı izledim diyemem galiba. :) Konuyu bildiğim için tekrar tekrar filmlerini izlemek yoruyor beni. Bu arada kitabın galiba en sevdiğim yeri sonuydu. Spoiler vermemek adına bahsetmiyorum. Ama okuduktan sonra bence bana hak vereceksiniz. Son olarak, ben böyle sürekli onu bunu eleştiren İngilizlere sinir oluyorum. En sonunda bir kitap keşfettim, İngiliz sömürüsünü eleştiren: Conrad'ın Karanlığın Yüreği. Çokça beğendim. Burada anmadan da edemezdim. O da naçizane tavsiyemdir. Edebiyatla!
Yazan: Gölgeli Yol

Muhteşem Gatsby - F. Scott Fitzgerald

Bir erkeğin yüreğinde sakladığı, biriktirdiği şeyle ne yangınlar başa çıkabilir ne de yenilenmeler.
I. Dünya Savaşı sona ermiş, Amerika ekonomisi ve kültürü büyük bir ivmeyle yükselmekte; 1920'ler veya başka bir deyişle "kükreyen yirmiler." Fonunu Fitzgerald'ın deyimiyle bu "caz çağı"nın oluşturduğu hikaye, hem pırıltılı hayatların trajik yönlerini ele alıyor hem de sevdiği kadın için ihtişamın gölgelerinde kaybolmayı göze alan bir adamın hikayesini anlatıyor; Muhteşem Gatsby!

Peki, o kadar muhteşem mi Gatsby? Dünyada pek çok eleştirmen, yazar ve okur tarafından en iyi romanlardan biri olarak nitelendirilen kült romanın özellikle ülkemizde, dışarıda gördüğü ilgi ve takdiri görememesi ilgi çekici. Bir okur olarak benim okuma deneyimim de ziyadesiyle ıstıraplı ve hatta yorucu idi. Eserin neredeyse tamamına hakim olan kesik anlatım ve tutuk dil, konunun da yavanlığıyla birleştiğinde durağan ve sıkıcı bir deneyim yaratıyor. 

Burada topu çevirmen(ler)e atmak kolay elbette. Başta dünya klasikleri olmak üzere niteliksiz çevirilerin fır döndüğü edebiyat dünyamızda, yurt dışında böylesi takdir gören bir eserin neredeyse okunamaz bir hal almasının faturası ilk bakışta çeviriye kesilebilir. Tam da bu noktada imdadımıza Haruki Murakami yetişiyor: Notosoloji'nin buradaki haberine göre In Translation: Translators on Their Work and What It Means başlıklı kitaptaki denemesinde Murakami, kendisi için en vazgeçilmez kitapların başında gelen Muhteşem Gatsby'nin çeviri esnasında muhteşemliğini bir nebze yitirdiğini dile getiriyor. Bu da yıllardır sıkça dile getirilen çeviri eser okumanın, bir noktada aslında yeni bir eser okumakla eşdeğer olduğu savını destekleyen bir söylem olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca objektif bir bakış açısı için eserlerin çeviriye elverişliliği de yapılan değerlendirmede göz önünde bulundurulmalı anlamı çıkartmak da mümkün tablodan.

Kaldı ki mevzu bahis kitabın Türkçe çevirileri bir hayli fazla: Can Yücel çevirisiyle Bilge Kültür Sanat, Ceren Taştan çevirisiyle Martı Kitabevi, Püren Özgören çevirisiyle Everest Yayınları, Füsun Elioğlu çevirisiyle Artemis Yayınları, Ö. Umut Hoşafçı çevirisiyle Mitra Yayınları, Figen Yanık çevirisiyle Remzi Kitabevi ve Elif Yıldırım çevirisiyle Oda Yayınları Muhteşem Gatsby'i yayımlamış durumdalar. Bu durum bile kaba bir bakış açısıyla eser ve çevirisi mevzusunda bir fikir edinmemizi sağlıyor. 


Bu çeviri meselesini ufak bir örnekle sonlandırmak istiyorum: Kahramanımız Gatsby, insanlara "old sport" diye hitap ediyor sık sık. Takribi anlamı "eski dost" olan bu kelimeyi Gatsby, aslında kimseyle eski dost olmamasına rağmen, hatta çevresinde kendisini gerçekten tanıyan kimse olmamasına rağmen bu eksikliğini gidermek ve insanlar üzerindeki intibasını değiştirmek için kullanıyor. Eserin genelinde böyle bir maksadı olan bu hitap şeklini Can Yücel "mirim", Füsun Elioğlu "ahbabım", Püren Özgören ise "azizim" olarak çevirmiş -ki  bu kelimelerin hiçbiri Fitzgerald'ın vurgulamaya çalıştığı niteliği taşımıyor günümüzde. Elbette bu durumu çevirmenlerin "yanlışı" olarak değil, diller arası geçişin bir cilvesi olarak değerlendirmek gerekiyor çünkü gerçekten dilimizde tam olarak karşılığı olmayan bir hitap şekli "old sport". Böylesi basit bir eksende bile sorunlara yol açan çeviri meselesinin, kitabın genelinde nasıl bir etki bırakacağı ise gayet açık kanaatindeyim. 

Dile ve çeviriye ait tüm bu problemin ardında ise beni etkileyen bir yanı olmadı Muhteşem Gatsby'nin. Yazıldığı dönem itibariyle çağdaş insanlara getirdiği ince eleştiri ve anladığım kadarıyla yazarın üslubu sebebiyle kültleşen eser günümüze geldiğinde bu niteliklerini barındırmaktan yoksun. Fitzgerald gösterişli yaşamların, sığ bir bakış açısının insanlara zararını anlatmaya çalışırken vermeye çalıştığı mesajı öyküsüyle fazlasıyla boğmuş durumda. Aşk çıkmazları, yapılan fedakarlıklar ve anlatıcının dünya görüşü ile zenginleşen metin, taşıdığı eleştirel yaklaşımın katbekat üstünde kalıyor ve okur kendisini kah bir aşk romanı kah ise insan ilişkileri üzerine bir roman okuyormuş gibi hissediyor.

Muhteşem Gatsby, biri 1974'te, biri ise henüz geçtiğimiz günlerde olmak üzere iki kere sinemaya uyarlanmış. Jack Clayton yönetmenliğindeki ilk uyarlamada Gatsby'i Robert Redford canlandırırken, 2013 yapımı filmde başrolü Leonardo DiCaprio üstlenmiş. İkinci filmin yönetmeni ise Baz Luhrmann. Filmlerin ikisini de henüz izlemiş değilim ancak eser ve filmler arasındaki etkileşim hakkında söyleyecekleriniz varsa sizi Sinebiyat köşesinde ağırlamaktan mutluluk duyarım.

Son olarak; okumuş olduğum Everest Yayınları baskısının kapağından söz etmezsem haksızlık olur. Utku Lomlu gerçekten şahane bir iş çıkartmış ve hem "caz çağı"nın ne anlama geldiğini, hem de Gatsby'nin bence pastel tonlara tekabül eden duygu dünyasını tek bir çizimde ifade etmiş. Everest'in aynı tasarımla diğer Fitzgerald kitaplarını yayımladığını da hatırlatmış olayım.

Fazla uzattım; netice itibariyle adına sıkça rastladığım ve oldukça merak ettiğim bir kitaptı Muhteşem Gatsby. Her okuma deneyimi gibi kazandırdıkları yanıma kar kalsa da, genel itibariyle hayal kırıklığına uğratan bir merak...

Muhteşem Gatsby F. Scott Fitzgerald, Everest Yayınları - 184 s.