Alemdağ'da Var Bir Yılan - Sait Faik Abasıyanık

Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.

Alemdağ'da Var Bir Yılan
Alemdağ'da Var Bir Yılan, Sait Faik Abasıyanık'ın uzun süredir mücadele ettiği siroz hastalığına yenik düşerek 1954'te hayatını kaybetmesinden evvel yayımlanan son kitabı. 

Okuduğum bir önceki Sait Faik kitabı olan Mahalle Kahvesi için "yazarın sahip olduğu yaşama sevinci, hemen her öykünün her satırından okunuyor adeta" demiştim. Alemdağ'da Var Bir Yılan ise aksine; karamsarlığın ve yalnızlığın ön planda olduğu bir kitap. Ayrıca pek çok eleştirmene göre eserdeki hikayeler, biçem itibariyle de önceki öykülerinden farklı; o zamana kadar çoğunluğu biyografik izler taşıyan ancak başkakarına ait hikayeleri gerçekçi bir üslupla anlatırken, Alemdağ'da Var Bir Yılan'da kendi kişiliğini, kendi sorgulamalarını sürrealist bir anlatımla aktarıyor Abasıyanık. Bir nevi kendi münakaşasını gerçekleştiriyor, kendi benliğini sorguluyor. Öyle ki; Haziran 1954 tarihli Varlık dergisinde yayımlanan "Sait Faik'in Realitesi" başlıklı yazısında Fikret Ürgüp, "Mühim olan, Sait Faik'in bu hikayeleri yazarak içini dolduran sanat yükünden kurtulmuş, kendini anlama yolunda en büyük adımı atmış olmasıydı. Onu tanıdıklarını sananlar bu son hikayeleri büyük bir dikkatle okurlarsa nasıl da tanımadıklarını görecek ve yeniden keşfedeceklerdir. O da kendini tanımaya uğraşıyordu zaten ve bu karışıklık içinden her gün yeni bir tarafı aydınlığa çıkıyordu." diyor.

Sahiden de Alemdağ'da Var Bir Yılan'da yer alan on yedi öykü, diğer Sait Faik öykülerine nazaran daha derin, taşıdığı anlamlar açısından daha karmaşık... Öykülerinde gündelik, sıradan olayları basit bir üslupla anlatmasına alışageldiğimiz yazar bu eserde sık sık alegorik anlatıma başvurmuş; yalnızlıktan, dostsuzluktan ve ulaşılamaz bir aşktan yakınmış... Panco diye bir karakterle karşılaşıyoruz örneğin; hayali bir arkadaş mı, eski bir dost mu yoksa gizli bir aşık mı bilmediğimiz Panco bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak dahil oluyor kimi öykülere. Abasıyanık'ın ulaşılamayan, bilinmeyen veya söylenemeyeni anlatmak için kullandığı bir imge. 

Kitaba dair ilginç bir anekdot ise şöyle: Eserde yer alan öykülerden birisi olan İki Kişiye Bir Hikaye'yi okurken ilginç bir şekilde aşina gelmişti. Daha evvel internet üzerinden veya başka bir şekilde okumuş olabileceğimi düşünürken Selim İleri'nin şu yazısındaki bahsi ile meselenin aslını anlamış oldum: 
Çünkü Sait Faik, önce “İki Kişiye Bir Hikâye”yi yazmış; sonra da hikâyesini kaybetmiş, oturmuş bir kez daha yazmış, “Ermeni Balıkçı ile Topal Martı” adını takmış. Bu ikincisini Mahalle Kahvesi’nde yayımlamış. İlkini bulmuş, onu da Alemdağ'da Var Bir Yılan’a almış. Hangisi daha etkileyici, kestiremiyorsunuz.
Öyle ki Mahalle Kahvesi'ni okuduğum vakitlerde Yalnızlar Mektebi'nden sevgili Devran Bostancıoğlu ile Sait Faik'ten konuşmuş, adını hatırlamadığımız ama çok sevdiğimiz bu öyküyü o Alemdağ'da Var Bir Yılan'da okuduğunu, bense Mahalle Kahvesi'nde okuduğumu öne sürmüş ve mutabakata varamamıştık. Meğer öykü nüanslara rağmen iki kitapta da yer alıyormuş. Böylece aynı öykünün iki farklı zamanda kaleme alınması üzerine hoş bir gözlem imkanı bulmuş oldum, ki iki kitaba da sahipseniz size de tavsiye ederim. 

Son olarak; İş Bankası Kültür Yayınları'nın kapak tasarımları, YKY'nin klasikleşmiş ama özgünlük ve ruh yoksunu kapaklarının ardından ilaç gibi geliyor Sait Faik eserlerine. Her ne kadar onlar da pek özgünlük peşinde olmasalar da (yılan yılana benzer demeyin; buradaki bayraktan birebir alınmış çizim) en azından eserin ve Abasıyanık'ın ruhuna yaraşır bir tasarım diyebilirim.

Hamiş: Sait Faik demişken; Yalnızlar Mektebi'nin 4. sayısı raflardaki yerini çoktan aldı bile! Bu sayının kapağında Abasıyanık sesleniyor bize, "Hişt Hişt" diye.  Bu sayı hakkında detaylı bilgi için buradan, satış noktaları için buradan ve dergiye ulaşamayanlar için yapılan güzelliğe göz atmak isterseniz de buradan buyurun.

Alemdağ'da Var Bir Yılan Sait Faik Abasıyanık, İş Bankası Kültür Yayınları - 136 s.

Çoluk Çocuk - Patti Smith

Tanıştığım delikanlı utangaç ve kendini ifade edemeyen bir çocuktu. Yönlendirilmeyi, elinden tutulup tamamen başka bir dünyaya çekilmeyi severdi. Hem erkeksi ve koruyucu, hem de kadınsı ve edilgen yönleri vardı. Giyim ve davranışlarında titiz olmasına rağmen çalışmalarında korkutucu biçimde düzensiz olmayı başarabilen biriydi. Özgürlük, mutluluk ve bağımsızlık arayışında olsa da, iç dünyasında yalnızlık ve tehlike hüküm sürerdi.
İyi bir biyografi/otobiyografi kitabı nice romandan, öykü kitabından daha keyifli, daha heyecanlı bir okuma serüveni sunar. Aynı şekilde kötü bir biyografi/otobiyografi kitabıysa en sıkıcı romandan bile sıkıcı, en bitmek bilmeyen kitaptan bile uzun gelir insana. İşbu sebepten bu tür kitapları okumadan evvel, hakkındaki yorumlara daha fazla bakıyor, daha çok dikkate alıyorum. 

İtiraf etmem gerekirse Patti Smith, bir müzisyen olarak sadece adını duyduğum; ne dinlediğim ne de simasını bildiğim bir isimdi. 2010 yılında yayımlanan Çoluk Çocuk kitabı dünyada ve ülkemizde adeta fırtınalar estirdiğinde dikkatimi çekmiş, üst üste rastladığım olumlu yorumlar neticesinde de okunacaklar listeme eklenmişti. Nihayet okuma fırsatına erişip, yaklaşık ilk elli sayfanın sonuna geldiğimde gördüm ki; meğer Smith, sadece punk-rock'ın kraliçesi değil; aynı zamanda çok da iyi bir edebiyatçıymış.


Çoluk Çocuk, Patti Smith ile Robert Mapplethorpe'un tanışmaları ve sanat dünyasında yükselmeleri ekseninde ilerleyen bir anı kitabı; Smith'in çocukluğundan başlayıp, 20 yaşındayken New York'a gelmesi ve tesadüfler eseri Mapplethorpe'la tanışmasını, ardından ikilinin birbirlerinin "her şeyi" haline gelmesini anlatıyor; sevgili, dost, kardeş, anne-baba, arkadaş, meslektaş, sırdaş, ilham kaynağı... Böylece "Hep birinin Frida'sı olmak istedim" diyen Smith'in dileğinin nasıl yerine geldiğini; sıfırdan bile değil, eksiden başlayıp nasıl zirveye ulaştığını; bu uğurda çektiği acıları, yoksunlukları ve sıkıntıları; her şeye rağmen yılmayışını, azmini ve tutkusunu okurken aynı zamanda dönemin sanat anlayışının ve günümüze uzanan sanat mirasının oluşumuna şahit oluyoruz.

Kitap çok katmanlı bir derinliğe sahip; Patti ve Robert'ın ilişkileri yargılardan uzak, içselleştirilmiş ve tam anlamıyla gerçek bir aşk hikayesi örneğin. İkilinin içlerindeki sanat tutkusuyla hiç sevmedikleri işlerde, en berbat koşullar altında çalışmaları, buna rağmen hala bir termos kahvede (ve birbirlerinde) mutluluğu bulabilmeleri sanata olan bağlılıklarının ve hayata tutunma azimlerinin, sabırlarının hikayesi. Öte yandan kitabın, fonunda 60'lar ve 70'lerin Amerika'sının, bohem yaşantısının ve insanlarının yer alması sebebiyle bir geçmiş zaman izleği. Bu izlekte karşımıza çıkan isimlerle; Bob Dylan, Janis Joplin, Jimi Hendrix, Jack Kerouac, Allen Ginsberg, William Burroughs, Andy Warhol ve daha nicesiyle hem dönemin sanat dünyasına bir yolculuk, hem de yeni isimlerle tanışma imkanı sunan bir kaynak... 

Bütün bu derinliğin arasında kitabın beni en çok etkileyen kısmı, ikilinin peşinde koştukları özgürlük oldu. Hayattan yegane beklentileri sadece kendileri olabilmek ve sanatla ilgilenmek olan bu ikilinin özgürlük tutkusu sahiden ilham verici; insana sevmediği işinden, sosyal sorumluluklardan, çevresinden kurtulup uzaklara gitme, yeni bir hayata başlama hevesi getiren cinsten. 

Çoluk Çocuk, sadece anlattıklarıyla değil; anlatımıyla da leziz bir kitap. Smith'in üslubu öyle akıcı ve öyle samimi ki; sanki kendisini bir barda (Chelsea Otel'in barında örneğin) karşılıklı oturmuş da dinliyormuşsunuz gibi... Tüm dramaya rağmen mübalağadan uzak duran, zaman zaman şiirselleşen ve okuru içine çeken bir anlatım. Bu arada atlamamak gerek; çevirmen Yiğit Değer Bengi ortaya koyduğu işle ve Domingo Yayınevi dizgisinden, baskısına kitabın kalitesiyle takdir ve teşekkürü hak ediyorlar. 

Patti Smith, başarılı bir yaşam öyküsü yazmanın ne macera dolu, yıldızlarla bezeli, önemli işlere imza atılmış bir hayat sürdürmeye, ne de yazma becerisine bağlı olduğunu gösteriyor. Çoluk Çocuk, bütün bu özelliklere sahip olmasına rağmen özünde yaşamaya değer bir yaşam sürdürmenin kifayetini ve önemini gösteriyor.

Çoluk Çocuk- Patti Smith, Domingo Yayınevi - 308 s.

Benim De Söyleyeceklerim Var - Umut Sarıkaya

Aslında takip edilmek değil, birisinin benden bir beklentisi olması, onu düşünmemi beklemesi beni rahatsız ediyordu. Zaten hep böyle olmuyor muydu ki; ben ne kadar kurtulmaya çalışsam da, ne kadar aradığım huzuru yalnızlıkta bulduğumu anlatsam da birileri mutlaka benden bir şeyler bekliyor, bir şeyler istiyor ya da istemeye yelteniyordu.
Fıkralar öldüğünden beri -ki takriben 90'ların sonu, 2000'lerin başına tekabül ediyor- bir "karikatür anlatma kültürü" oluştu toplumda: Önce, görsel öğrelerin tasviriyle başlayan (Abi şimdi iki adam bir duvarın önünde yola bakıyorlar, yoldan da bir kadın geçiyor...) ardından konuşma balonları aktarılan (Biri diyor ki... öteki de...) en sonunda ise anlatılan kişinin meseleyi komik bulmaması ama ayıp olmasın diye sırıtma ile "sıssıs" şeklinde gülmek arasında bir tepki vermesi üzerine, anlatanın kendini haklı çıkarmak için suçu hemen teknik yetersizliğe attığı (Ama görmen lazım çizimi, adamların ifadeleri falan...) bir kültür. Şunu kabul edelim ki karikatür anlatmak, fıkra anlatmaktan bile daha zordur. Hiç değilse onda "Bizim bi' Fuat Abi var, ondan dinlemen lazım bu fıkrayı, öyle bir anlatıyor ki gülmekten çenemiz kitlendi resmen!" diyerek sohbeti "fıkra anlatmak ayrı bir yetenek istiyor tabii" veya "o da bir sanat neticede" kıvamında sürdürebilme imkanı mevcut. Karikatür anlatımlarının ardından gelen sessizlikse çok fena... (Bu konuya dair Gülse Birsel'in buradan ulaşabileceğiniz 2005 tarihli "Fıkralar Öldü Mü?" başlıklı  köşe yazısını okumanızı tavsiye edip, mevzuyu kapatıyorum.)

"Nereden çıktı bu karikatür anlatma meselesi?" derseniz, malumunuz, yazarımız Umut Sarıkaya aslen karikatürist. Kariyerine Leman'da başlayan ve son olarak önce Penguen'de ardından Uykusuz'da okumaya devam ettiğimiz genç çizerin İşimdeyim Gücümdeyim başlıklı kitabına bayılmış, pek çoğuna dergilerde veya internette rastladığım karikatürlere tekrar tekrar gülmüştüm. İşte yine aynı iki dergide yayımlanan, kitaba ismini de veren köşe yazılarının derlendiği bir kitap Benim De Söyleyeceklerim Var

Sarıkaya'nın karikatürlerini ne kadar sevdiysem, düz yazılarını o kadar sevmedim. Halbuki yazıları ile karikatürleri arasında pek de fark yok; yine aynı zeka dolu tespitler, yine aynı klişelerle dalga geçme üslubu, yine aynı en beklenmedik anda geliveren absürt tepkiler... Belki ben artık "tespit mizahı"ndan sıkıldım belki de Sarıkaya bana ancak çizgilerinin de gücüyle hitap edebiliyor, bilemiyorum. 

Mizahını vasat, yer yer kendini tekrar edişlerini sıkıcı bulduğum bir kitap oldu Benim De Söyleyeceklerim Var. Sarıkaya'nın karikatürlerinde bayıldığım tespitlerinin yerini ise klişeleşmekten öteye geçemeyen gözlemler almıştı benim gözümde... Tabi bu durumda kitabın ilk basımını 2005'te gerçekleştirmiş olmasının etkisi olabileceğini göz önünde bulundurmakta fayda var.

Lafın kısası; gülmedim. Mizahı bir amaç değil, araç olarak kullanan nice eserde kahkahalar atarken, yegane hedefi insanları güldürmek olan bir kitapta bir iki kere tebessüm etmekten öteye gidememek hayal kırıklığı yarattı şahsımda. Gerçi komiklik göreceli bir kavram; kiminin katıla katıla güldüğüne bir başkası tebessüm bile etmeyebiliyor. Dolayısıyla belki ben fazla müşkülpesentlik ediyorumdur; belki de sevgili B.A'nın şu yazısında belirttiği gibi kendimden bir şeyler bulamadığım için kanım ısınmamıştır, bilemiyorum...

Benim De Söyleyeceklerim VarUmut Sarıkaya, Mürekkep Basın Yayın - 246 s.

Müzibiyat #19

Eylül; yazdan kalma sıcakların sonbahar yağmurlarıyla sarmaş dolaş olduğu, kuru yaprak çıtırtısında huzurun, çıplak ağaç dallarında hüznün saklandığı ay... Diğer bir deyişle sarı yaz. 

Nice şarkıya konu olmuştur; eylülde dinlenesi şarkıların başında Bülent Ortaçgil'den Eylül Akşamı, Alpay'dan Eylülde Gel, Erkin Koray'ın  Bir Eylül Akşamı veya Green Day'den Wake Me Up When September Ends, Daughtry'den September gelir mesela.
Şairlerin, yazarların da vazgeçemediği aylardandır eylül; 

"ve ben bütün yapraklarımı döküyorken şimdi eylül diyorsun, tam da orada başlıyor ayrılık...
              der Ahmet Telli,

Eylül bir ay değil, bir aylık ayrı
bir mevsim. 
                      der Haşmet Babaoğlu veya

Temmuzlar kedi yavruları gibi sokulurken ağustosa 
ve ağustoslar eylüle 
Bir yol alış duygusudur ki, 
biliriz insanlar zamanlardan önce boğulur.
                                                                    der Edip Cansever.

Velhasıl kelam melankoli doludur eylül, tıpkı Sabahattin Ali'nin şiiri gibi. Ne güzel şiirdir Melankoli! Hele bu şiiri, Ali Kocatepe bestelemiş, Nükhet Duru yorumlamışsa dinlemeye doyum olmaz... Huzurlu bir eylül dilerim sevgili okur, keyifli dinlemeler! 


Yazmak Eylemi - Ferit Edgü

Bir kez düşün, ne bekliyordun bu gençlikten? Ne verdik onlara? İnanç mı? Bir baltaya sap olmanın erdemlerini mi? Sen ne diyorsun yahu, çocukların önlerindeki örnekleri gördüler, diplomalı işsizler ordusu. Sen onu benim külahıma anlat. Ne ideali? Hangi umudu verdik. Umutsuzluk insanı her yere götürür.
Ferit Edgü'nün Yazmak Eylemi'nden bahsetmiştim Gökdemir İhsan'ın Kurmaca Alıştırmaları hakkında yazarken, doğrudan alıntılıyorum: 
Oulipo akımının öncülerinden Raymond Queneau, 1947 yılında Biçem Alıştırmaları (Exercices de Style) isimli kitabında, tek bir olayı tam 99 farklı üslupta anlatarak hem eserin deneysel niteliği, hem de oulipo'culuğun temellerini atması sebebiyle dünyada büyük yankı uyandırıyor. Bu kitabı Türkçe'ye kazandırmak isteyen Ferit Edgü, bir müddet çalıştıktan sonra dilin imkanları içerisinde eserdeki kelime oyunlarının özgünlüğünü koruyamayacağına kanaat getirip, aynı oyunu başka bir olay üzerinden, bu sefer 101 farklı üslup kullanarak oynuyor ve 1980'de Yazmak Eylemi'ni kaleme alıyor.
İleride söyleyeceklerime bir altyapı oluşturması için Edgü'nün 101 farklı üslupla kaleme aldığı olaya değinmek gerekirse diye arka kapaktan alıntılıyorum hemen: "Kendilerini 'devrimci' olarak tanımlayan örgüt üyelerinin bir eylemi sonucu 14 Şubat 1980 günü, İstanbul'un bir çok semtinde dükkanlar kepenk açmadı." Yukarıda bahsettiğim Queneau ile ilgili macerasını da anlattığı ön sözde Edgü; bu olayı seçmesine neden olarak, hayal ürünü olmayan, yaşanılan, tanığı olunan, sonuçları herkesi ilgilendiren bir olay aracılığıyla üslup farklılıklarının değerlendirilmesinin daha kolay olacağını düşünmesini gösteriyor. Olaya hiçbir şekilde taraf tutmadan, sadece yazar olarak; ne tanık, ne yargıç; yalnızca yazan bir kişi olarak yaklaştığını da dile getiriyor ayrıca.

İşin aslı; ben bu "oyunlu" kitaplardan (daha doğrusu oulipo'culardan mı demeliyim?) beklediğimi bulamadığıma ve bulamayacağıma kanaat getirdim: Tıpkı Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'sunda olduğu gibi, Yazmak Eylemi'nde de vaat edilen zeka pırıltısını, aynı olayın farklı üsluplarla anlatılmasından doğacak "farkındalığı" bulamadım. Bu şartlar altında ister istemez akla gelen soru "belki sorun onlarda değil, sendedir?" olacaktır. Mümkündür elbette ancak izah etmeme izin verin. 

Farklı üsluplar kullanılarak kaleme alındığı söylenen metinlerden ilk beklentim, takdir edersiniz ki, başka hiçbir bilgiye sahip olmadan, sadece okuduğum metin sayesinde bahsi geçen dükkan kapatma olayına hakim olmaktı. Ancak Yazmak Eylemi'nde kullanılan kimi üsluplarda, bırakın yaşanan hadiseyi öğrenmeyi, tam olarak neden bahsedildiğini anlamak bile mümkün değil. Bu şartlar altında da "aynı olayı anlatan 101 farklı üslup" söylemi doğru gelmiyor bana. Bu iddiamı örneklendirmek gerekirse, İTALİK başlıklı yazı şöyle: 
Nereye gittiğimizi bilmiyoruz, ama gene de doludizgin bir yerlere gidiyoruz.Quo Vadis? Yanıtı bilen varsa beri gelsin. Aslında her gün, herkes (gazetelerin köşe yazarları, politikacılar, dernekler, dernek sözcüleri, işadamları) bir yanıt veriyor. Ama hangisine inanayım? Hiçbirinin inandırıcı bir yanı yok.Bence yaşam, her geçtiğimiz gün anlamını değiştiriyor. Bu anlamı bulup çıkarmak, ona göre bir durum almak zorundayız gibime geliyor. Yani geleceğimiz için. Yani yurdumuzun geleceği için. Yani hepimiz için.Bilmiyorum, yanılıyor muyum, ben böyle düşünüyorum. Düşüncemi söylüyorum.
Şimdi bu anlatım, "14 Şubat'ta bir eylem sonucu kepenk açmayan İstanbul dükkanlarını" neresinde barındırıyor? Durmuyorum, kendimi sorgulamaya devam ediyorum; belki de fazla yüzeysel yaklaşıyorumdur bu üslup meselesine: Farklı üsluplardan aynı olayı okurken, zaman zaman kendim de anlamlar çıkartmalı, simgesel, şifreli, üstü kapalı vb. anlatımlar olabileceğini düşünmeliyim? Doğrudan olmasa da, dolaylı olarak çıkarabilmeliyim anlamı? Tam burada, sizleri birazcık sıkmak pahasına, ÜNLEM başlıklı yazıyı paylaşıyorum:
Ah! Vah! Oh! Uff! Bakındı! Sakın! Yok canım! Vay canına! Ayy! Eh! Nasıl! Yok canım! Olamaz! Hayır! Kimnedersedesin! Kim demiş! Bukadarıdafazla! ...tir! ...verenler! Görürler! Ne! Çüş!
Peki bu anlatım, belirli bir olayın farklı bir üslupla anlatılabileceğini gösteren bir örnek sayılabilir mi? Benim gözümde sayılamaz. Kitabın ön sözünde "101 metin yazdım. 1001 metin de yazabilirdim. Ama okuyucuya, bir olayın, birden çok yazım olanağının olduğunu göstermeye bu kadarı yeter." diyen Edgü'nün vaadini yerine getiremediği yargısı, işte bu sebepten dolayı oluşuyor: Kullanılan anlatımların pek çoğu, yaşanan olayı anlatma becerisinden yoksun. Evet, yine aynı ön sözde yer alan "Bu alıştırma ya da deneme, gerçekliğin sayısız anlatım yolları olduğunu belgelemeyi amaçlıyor" söylemine oldukça yaklaşmış bir eser ancak örneklerdeki gibi -özellikle tırnak içinde- "başarısız" girişimler, bu sefer de aynı söylemi yalanlamış olarak çıkıyor karşımıza. Aynı olayı anlatmanın, lafın gelişi de olsa, 101 farklı yolu olduğunu göstermeye çalışırken bunu "layıkıyla gerçekleştirememek" (tam olarak 101'e ulaşamamak), anlatım yollarının bir sınırı olduğuna işaret ediyor ister istemez. Halbuki sayı önemsenmeksizin, sadece gerçekten farklı anlatım yolları kullanılsaydı, dilin sınırsızlığını gösterme arzusu tam anlamıyla gerçekleşebilir, eser amacına hizmet edebilirdi belki de... Bu haliyle yalnızca, aynı olayı anlatmanın, farklı yollarının olduğunu gösterebiliyor.

Bu kadar -tabiri caizse- dırdırın ardından kocaman bir "ama" ile yine de okunmaya değer bir kitap olduğunu belirtmek boynumun borcu. Evet, 101 tane olmasa da, aynı olay farklı üsluplar, bakış açıları ve hatta tekniklerle anlatılmış. Hem yazarlık üzerine hem de başka pencerelerden aynı dünyayı izlemek üzerine kafa yoranlar için aydınlatıcı bir niteliğe sahip eser. Bu farklılıklar gerçekten sınırsız mıdır, yoksa "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır" diyen Wittgenstein doğru mu söylemiştir, o da okurun kararı olsun. 

Yazmak Eylemi- Ferit Edgü, Sel Yayıncılık - 137 s.

Karayel Hüznü - Buket Uzuner

Merter bekliyordu. Bir an önce bu sıkıntıdan kurtulmaya ve yeniden kaçıp, uzaklara, çok uzaklara gitmeye ayarlamıştı iç saatlerini. Çekip gidecekti. Kaçacaktı. Hemen, babası iyileşir iyileşmez, kaçacaktı. Kendi coğrafyasında, kendi yaşamını yaşayabilmek, biraz Anita, biraz turizm, ama en çok uzakta olmak için gidecekti. Kaçacaktı buradan, mobilya işinden, angaryalardan, başkasının yaşamını prova etmeklerden, “iyi insan” olmak zorunda kalışlardan… tümünden, tümden kaçacaktı. En çabuk, en ilk zamanda.
Buket Uzuner'in Kumral Ada~Mavi Tuna'sını okuyup beğendikten sonra, yazarın diğer kitaplarında aynı hazzı bulup bulamayacağım endişesine kapılmış, "Sizce hangi Uzuner kitabı beni hayal kırıklığına uğratmaz?" diye sormuştum. Önerilerden birisi olan Karayel Hüznü, tam da aradığım gibi bir kitap çıktı; hayal kırıklığına uğramak bir yana, Uzuner hayranlığım bir kat daha arttı.

İçerisinde üç tane öykünün yer aldığı kitap, esere de ismini veren Karayel Hüznü adlı şiirle karşılıyor okuru. Sivas katliamında kaybettiğimiz Metin Altıok'a ithaf edilen ve sevdiği bir şairi kaybetmenin korkusu ile yaşama tutunmasını sağlama ümidini aynı anda hissettiren enfes şiirde Uzuner, yedi gün boyunca komada kalan şaire sesleniyor:

Haydi şair kalk, 
Birazdan güne varır gece, 
Aydınlık şiirlerde hece hece. 
Bayramlıklar giymiş bekliyor, 
Seni yeni şiirler, 
Zaten hiç yakışmıyor 
Şairlere ölümler.

Kitabın ilk öyküsü Otuz Yedi Yaş. O yaşına kadar Alp Dağları'na gidemediğinin, hayalini gerçekleştiremediğinin ayrıdına varan bir kadının hikayesi... O zamana değin düşünmemiş, düşünmediği için geldiği konumu fark edememiş kahramanımızın hayatını, tercihlerini ve yaptığı seçimleri sorgulamasına ortak oluyoruz. Öykünün fonunda ise Thelma & Louise filmiyle kültleşen Marianne Faithfull şarkısı yer alıyor; The Ballad of Lucy Jordan
 At the age of thirty seven/She realized she never rode through Paris/in a sport car/with the warm wind in her hair

Kitabın ikinci öyküsü İkizlerden Biri, küçük bir kız çocuğunun dilinden yazılmış. Sorunlu bir ailenin gölgesi altında ölüm ve sonsuzluk gibi, bir çocuk için tam bir muamma olan kavramları sorgulayan ve ikiz kardeşine nazaran daha silik, daha sessiz bir kız çocuğunun yaşamını sorgulama hikayesi. Yan karakterleri, aile yaşantısına yaklaşımı ve çocuklara özgü  o katıksız masumiyeti işleyişiyle leziz bir öykü. 
Those were the days of our lives, yeah/The bad things in life were so few/Those days are all gone now but one thing's still true/When I look and I find, I still love you

Kitabın son öyküsü Bütün K Harflerinden Uzak, Queen'in These Are The Days of Our Lives adlı şarkısının dinlenerek okunmasını öneren, okurlardan üç tanesi için özel bir notla başlıyor. Küçük bir barda buluşan üç arkadaşı izleyen anlatıcıyı dinliyoruz bu öyküde. İki erkek ve bir kadından oluşan arkadaş grubunun hayattan beklentileri ile yaşamları arasındaki farkları, sorumluluklarını, tercihlerini ve kaçışlarını gözlemliyoruz.

Karayel Hüznü, ismiyle müsemma, insanın içini ürperten bir öykü kitabı. Okur da, karakterlerle beraber, kendi hayatına dair gözlemler yapmaya, tercihlerini ve yaşanmışlıklarını sorgulamaya yönleniyor. Ayrıca öykülerin, bireyin toplumdaki konumuna ve yaşamını yönlendirme çabasına getirdiği eleştirel yaklaşımlar ile zekice tasarlanmış, akıcı kurgularının yanı sıra bir ortak noktaları da, her birinin vurucu bir sürprizle okuru sersemleten sonlara sahip olması. Böylece Uzuner, başarılı karakterler, geniş bir gözlem gücü, dinamik kurgular ve samimi dile ilaveten, okurda uyandırdığı merak duygusu ve çarpıcı finallerle dört başı mamur bir okuma serüveni sunuyor.

Eylül gelmiş, havalar serinlemeye yüz tutmuşken; ruhunuzu cereyanda bırakacak öyküler okumak ve biraz olsun silkinip, kendinize gelmek isterseniz tam size göre bir kitap!

Karayel HüznüBuket Uzuner, Everest Yayınları - 77 s.

Bir Beyoğlu Düşü - Demir Özlü

Şimdi düşününce, yaşamım, birbirinden ayrı parçalar halinde yaşanmış çok uzun bir süreç gibi geliyor bana. Hayatın kısa olduğunu söyleyenlerle aynı düşüncede değilim. Tersine çok uzundu, çok uzundu iç sürem. Uzun yılar yaşadım, istemek, bazan da tutkulara kapılmak, aradığının bulamamak, ardından da umulmadık rastlantıların verdiği mutluluklar… işte buydu bütün ‘hayat’ dedikleri. İsteklerinin olmaması ile onların yerini doldurmaya çalışan başka şeyler…
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde Milan Kundera Sabina karakterine "Yerlere, insanlara ve eşyalara çok bağlanmamaya çalışıyorum." dedirtir. Bir süre sonra ülkesi savaş ihtimali ile yüz yüze geldiğinde Sabina, her şeyi bırakıp, çeker gider. İlk gençlik zamanlarımda bu alıntıdan oldukça etkilenmiş, bir nevi hayat düsturu edinmeye karar vermiştim. Oldukça da muvaffak olduğum söylenebilir; insanlara bağlanmamak konusunda henüz pek yol katedememiş olsam da, eşyalara ve yerlere -evlere, şehirlere, mekanlara- bağlanmama konusunda fena değilim. 

Bu sebeple artık iyice klişe bir hal almış olan "şehir romantizmi" bana çok uzak... Ankara'nın puslu havasında içilen çaydan vazgeçememek veya bahar vakti İstanbul'un güzelliğine yeniden vurulmak gibi bağlılıklarım yoktur. Yüzyüzeyken Konuşuruz'un şu şarkısında söylendiği gibi "Beni bu kentte tutan boğazı değil, geçmişimdir" neticede. Dolayısıyla adından da anlaşılacağı üzere tam bir Beyoğlu güzellemesi olan Bir Beyoğlu Düşü, bu yönüyle pek bana hitap eden bir kitap olmadı ancak hem Demir Özlü'nün enfes anlatımı, hem de taşıdığı nostaljik atmosfer nedeniyle ziyadesiyle keyifli bir okuma yaşattı...

Demir Özlü, yazar Tezer Özlü'nün ağabeyi. Türk edebiyatında 50 Kuşağı*** olarak adlandırılan kuşağın önemli bir temsilcisi. Pek çok çağdaşı gibi siyasal meselelerle başı derde girmiş, darbe sonrası hapis yatmış. 1979'da İsveç'e yerleşen yazar, 80 darbesinden sonra vatandaşlıktan çıkarılmış ve ancak 1989'da Türkiye'ye dönebilmiş. Yaşamını hala İstanbul ve Stokholm'de sürdürmekte... 

İlk baskısı 1985'te Ada Yayınları'ndan çıkan Bir Beyoğlu Düşü bir anlatı kitabı. Yazarın Beyoğlu, İstanbul -en çok da Tünel Alanı- ile olan ilişkisini irdelediği ve varoluşsal kaygılarını dile getirdiği eseri daha sonra Yapı Kredi Yayınları tarafından Berlin'de Sanrı (1987) ve Kanallar (1991) isimli anlatılarıyla birlikte 2000 yılında yeniden basılmış. Kitabın girişinde Özlü, "Bu anlatının konusu 1963 yılında yayımlanan, Soluma adlı hikaye kitabımda yer alan 'Derine' adlı hikayeden alındı. Anlatı yazılırken, Lautrémont'un Maldoror'un Şarkıları, Ece Ayhan'la, Sabahattin Kudret Aksal'ın, Kavafis'in bazı şiirleri -bellekte kaldığı oranda- zaman zaman yazarın anısında yaşadı." notuyla selamlıyor okuru. Ardından tutuyor elinden, Karaköy'den tünele bindirip, Metro Han'ın yukardaki kapısından çıkartıyor ve Tünel Alanı'nın oraya bırakıveriyor. Gençliğinde evini terk edip burada tek başına yaşamaya başlayan yazarla birlikte yaşanmışlıklarının, kaygılarının, sorgulamalarının izini sürüyor; zaman zaman da muhasebesini yapıyoruz.

Demiz Özlü'nün dili yalın ve akıcı. Ele aldığı konu bakımından sanrılı bir temaya ve metaforik bir anlatıma sahip olmasına rağmen Bir Beyoğlu Düşü oldukça kolay okunan ve insanı, düşüncelere sevk eden bir kitap. Özlü'nün kullandığı dilde dikkatimi çeken bir husus da "anımsamak" yerine "ansımak" kelimesini kullanması oldu; tıpkı kuşakdaşı ve dostu Ferit Edgü gibi... (Bu kelimenin başka yazarlarca da kullanıldığını ve çok da enteresan bir durum olmadığını biliyorum ancak Özlü ile Edgü arasındaki bu bir nevi "ortaklık" benim için kaydedilmeye değer bir nokta.)

Bir Beyoğlu DüşüAtıf Yılmaz imzalı Hayallerim, Aşkım ve Sen isimli efsanevi filmde, kitapla aynı ismi paylaşan bir sekansa da hayat vermiş. Filmi güzel kılan en önemli unsurlardan biri olan bu sahnede; filmin başkahramanı genç senarist Coşkun (Oğuz Tunç), yazdığı Bir Beyoğlu Düşü isimli çalışmasını hayranı olduğu ünlü sinema yıldızı Derya Altınay'a (Türkan Şoray) okuyor. Başlangıcına buradan ulaşabileceğiniz (devamını bulmak da oldukça kolay!) ve Esin Engin'in enfes  bestesiyle insanı derinden etkileyen bu sahneden bir parçayla sonlandırıyorum yazıyı... Keyifli izlemeler! 


Bir Beyoğlu Düşü - Demir Özlü, Ada Yayınları - 67 s.