Kısaca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kısaca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kısaca #6

Görece uzun zaman evvel okuduğum, dolayısıyla hakkında uzun uzun yazamayacağım ancak yine de paylaşmak istediğim kitaplar...

Ön Not: Buraları boşladım edebiyatı yapmayacağım daha fazla. Hayat öyle işte arkadaş, zaman ayırabileceğin konuları kendin seçiyorsun. Bazen fedakarlıkta bulunmak işten değil maalesef...


Trendeki Kız

"Zekice yazılmış bestseller'lara karşı zaafım var." demiştim şuradaki Marslı yazımda. Trendeki Kız da bir bestseller, Paula Hawkins tarafından kaleme alınmış ve ülkemizde İthaki Yayınları'ndan yayımlanmış. Maalesef "zekice yazılmış bir bestseller" değil ama...

Tren yolculukları esnasında görüp "stalk"lamaya başladığı bir çiftin de içinde olduğu bir cinayet vakasını aydınlatmaya çabalayan bir "loser"ın hikayesi Trendeki Kız. Israrla İngilizce terminoloji kullanmamın sebebi, konunun tamamen Amerikan "stereotype"ları üzerine kurulmuş olması. Yalnız, hayalperest ve alkolik genç kadının güçlü durma ve kendini toparlama çabaları ile sotelenmiş bir cinayet romanı. Edebi anlamda ise; ortalama bir hikayenin ortalarına kadar sürükleyici ve keyifli, sonrasında vasat en sonunda ise kötü bir romana evrilmesinin hikayesi.

Çok daha farklı ve ilgi çekici olabilecekken "filmini de yaparım ben bunun" düşüncesiyle vasat altına indirilmiş bir kitap gibi duruyor Trendeki Kız -ki filminin çekimleri başlamış durumda. Vakit öldürmek istiyorsanız okuyun derim, derdiniz keyif almaksa pas geçebilirsiniz.

Bülbülü Öldürmek
Epeydir şöyle "edebiyat" kokan kitap okumamıştım ki Bülbülü Öldürmek yetişti imdadıma. Sorsanız ne hatırlıyorsun kitaba dair diye cevap veremem doğru düzgün belki ama o dil, o akıcılık ve o altı dolu kurgu... Benim için edebiyatın olmazsa olmazı üç bileşenini birden barındıran bir kitaptı. 

Harper Lee'nin 1960'da yayımlanan Pulitzer ödüllü romanı Bülbülü Öldürmek, 1962 tarihli filmiyle de üç Oscar kazanmış bir başyapıt. Jean Louse "Scout" Finch adında küçük bir kızın başından geçen, döneminin ırkçılık problemine odaklanan bir roman. Kitapla alakalı ilgimi en çok çeken hususlardan biri ise kitabın baş karakterlerinden biri olan, Scoutlar'ın kapı komşusu Dill'in, Lee'nin gerçek hayatta kapı komşusu olan yazar Truman Capote'dan esinlenerek yaratıldığı bilgisi oldu.

2015'in edebiyat olaylarından biri olan, yazarın ikinci kitabı Tespih Ağacının Gölgesinde, ilk kitabın ardından 20 yıl sonrasını anlatan ve okuma listemde yer alan bir kitap. Onun hakkında da iki kelam etmeden duramam diye düşünüyorum... Kısaca; Bülbülü Öldürmek herkesin mutlaka okuması gereken kitaplar arasında.

Sinek Isırıklarının Müellifi

Allah aşkına sıkılmadınız mı şu kaygılı, ince ruhlu adam romantizminden? Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ının bir pop kültür öğesi halini almasından bu yanan acayip ifrit oluyorum bu arkadaşlara. Bir holdingde beyaz yaka olarak çalışan, mecburiyetten evli ve kalbur üstü arkadaşlarıyla sosyalleşen bir adamın kendisine sorsan ince ruhlu, narin bir "tutunamayan" olduğunu savunması bir tek beni mi rahatsız ediyor?

Vay efendim toplu konutlarda yaşayan, yazar olmaya çalışan çaresiz bir amatör yazarın kendiyle hesaplaşmasıymış. Pardon da bana mı sordun tüm toplumsal baskılara boyun eğerken? Ya da şöyle sorayım; düğünde altınlar takılırken iyi hoştu da sihir ortadan kaybolup eşinin seni anlamayan bir kadın olduğunu anladığında mı yazar olmaya karar verdin? Karar verirken aklın başında değildi de şimdi mi aklın başına geldi, 25'inden sonra?!

Özür dilerim ama "çaresizlik" kavramının bu kadar basite indirgenmesini kabul edemiyorum. Ne hayatlar ne çileler görüyoruz, okuyoruz gerçek hayattan... Ekşi sözlüğün pek popüler şu butonunu armağan etmekten alıkoyamıyorum kendimi sevgili kahramanımız Cemil'e... Ben Bıçakçı'yı anlamadım, anlayacağımı da pek sanmıyorum. Belki Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i okurum bir ara ama söz vermiş olmayayım. "Bir kitaptan ne çok şey bekliyorum, değil mi editör hanım, tıpkı bir kadından beklediğim gibi” cümlesini yazan bir adamdan beklentim büyük değil, kusura bakmayın sevgili Bıçakçı sevenleri... 

Hızımı alamamışken ekleyeyim: Hakan Günday'a, Murat Menteş'e tüh-kaka deyip Sinek Isırıklarının Müellifi'ne "şaheser" muamelesi yapmak tam anlamıyla hipokratlıktır, iki yüzlülüktür. Sizi anlatmadığını düşündüğünüz, ergence bulduğunuz aforizmalara burun kıvırıp sizi anlattığını düşündüğünüz romantik aforizmalara alkış tutmak riyakarlıktır. "Aforizma kasmak" ne biçimde olursa olsun çirkindir, edebiyata vurulan hançerdir. Aldanmayınız.

Hamiş: Ruhsuz bir adam mı oluyorum nedir, onu da merak etmeden duramıyorum ya, hayırlısı...

Kısaca #5

Görece uzun zaman evvel okuduğum, dolayısıyla hakkında uzun uzun yazamayacağım ancak yine de paylaşmak istediğim kitaplar...

Yalıda Sabah - Haldun Taner

Haldun Taner, döneminde öykücülüğü ile ön plana çıkmış olsa da, günümüzde daha çok oyun yazarı kimliğiyle biliniyor oluşu, özellikle yeni nesil okur için bir nevi kayıp olarak addedilebilir çünkü Taner de tıpkı Sait Faik gibi öykü severlerin ve genç öykü yazarlarının mutlaka tanıyıp okuması gereken yazarlardan bana göre. Yalıda Sabah, öykülerinde kullanılan dil, kurgu ve bunlardaki çeşitlilikle dikkat çeken bir kitap. Özellikle doğa tasvirlerinde, şairaneliğin ötesinde ruhani olarak tanımlayabileceğim bir niteliğe haiz öyküler. Haldun Taner'in bir nevi alamet-i farikası olan alaycı yaklaşımdan, zamanın deyimiyle humordan da bolca nasibini almış elbette hikayeler. Anlattığı ister toplumsal bir mesele olsun, ister birey nezdinde bir değerlendirme yapsın, incecik de olsa bir dokundurmada bulunmadan geçmiyor hiç yazar. Öte yandan okuduğum bir önceki Taner kitabı, Onikiye Bir Var'daki öyküler kadar altı dolu öyküler değil Yalıda Sabah'ın öyküleri: Biraz daha havai, biraz daha yüzeysel ancak aynı derecede lezzetli. 

Dokuz Öykü - J.D. Salinger

Salinger, yıldızımın barışmadığı isimlerden olmaya devam ediyor. Bu durumun baş müsebbibi "Caulfield-seviciler" olarak isimlendirdiğim, yazarın Çavdar Tarlasında Çocuklar (Gönülçelen) isimli kült eserini saplantılı bir tutku ve tutarsızlıkla savunan okur kitlesi. "Canım sana ne, isteyen istediğini istediği gibi sever, savunur" diyebilirsiniz elbette ancak bilen bilir, ön yargıları ve takıntıları olan bir okurum ben. Dolayısıyla -hala- gereğinden fazla değer gördüğünü düşündüğüm (bkz. overrated) Caulfield nezdinde zaten aramın iyi olmadığı Salinger'a bir de öykülerinin penceresinden merhaba demek istedim. İtiraf edeyim, düşük beklentilerimin üzerinde ancak yine de yeterince tatmin edici olmayan bir sonuç elde ettim. Dünyanın en net ismine sahip öykü kitabı Dokuz Öykü, Gönülçelen'den iki yıl sonra, 1953'de yayımlanmış ve 1948-1953 arası kaleme alınmış öykülerinden oluşuyor Salinger'ın. Öykülerin dili, oldukça akıcı ve nüktedan: İroniden ve kinayeden beslenen dil, öyküdeki kişilerden dönemin siyasetine pek çok konuya göndermede bulunuyor. Kurguda da aynı akıcılığı yakalamış Salinger ancak sonları bağlama konusunda tutturduğu tarz bana hitap etmiyor. Bir dostumun deyimiyle "festival filmi" gibi hikayeleri: Bir şeyler anlatıyor, karakterler yaratıyor; okur olarak bekliyor, bekliyorsun ama hiçbir şey olmuyor! Sürekli "Eeee?" derken buluyorsunuz kendinizi öyküler bittiğinde. Kitabın sonunda da devasa bir "EEEEEE?!" geliyor tabi. Dolayısıyla dil ve anlatım açısından, özellikle farklılığıyla, değerli ancak genel olarak tatminkar olmayan bir kitap Dokuz Öykü

Gazze Blues - Etgar Keret & Samir El-Youssef

"Boktan bir kitap. Belki iki... pardon, üç öykü hariç, gerisi bir boka yaramaz." Bunu ben söylemiyorum, Keret'in bir karakteri söylüyor. Bir kere enfes kapak tasarımı ve ilgi çekici ismiyle büyük beklentiler oluşturan bir kitap Gazze Blues. Kitabında arkasında yatan hikaye ise daha da ilgi çekici: Bir bomba saldırısının ardından Filistinli Samir El-Youssef, İsrailli Etgar Keret'i arayarak "Bir şeyler yapmamız gerek!" diyor ve birlikte bir kitap yapmayı teklif ediyor. Böylece Keret'i okuyan ve kendisini hiçbir zaman okumayacak onlarca insana ulaşmayı ve "iki tarafı da insanlıktan çıkarmanın çok kolay olduğu bir konuda tarafları insancıllaştırmak için bir çaba göstermeyi" hedefliyor; başarılı da oluyor. Kabul edelim; Gazze Blues olmasaydı bizlerin de Youssef'un ismini duyma ihtimalimiz düşüktü gerçekten. Ancak tüm bunlara rağmen vasat bir kitap Gazze Blues. İsrailli yazarın hali hazırda başka kitap ve dergilerde yayımlanmış 15 öyküsünün, Filistinli yazarınsa 43 sayfalık tek bir öyküsünün yer aldığı kitabı kurtarmaya ne Keret'in muzip dili ne de Youssef'un samimi anlatımı yetmiş. Hoşuma giden tek tarafı, tema olarak ağdalı ve ajitasyon dolu bir Filistin-İsrail çatışması yerine, bu insanlık dramının fon oluşturduğu günlük olayları ve bireysel sıkıntıları seçmeleri oldu. Hikayenin özüne, gerçeğine baktığımız hissi yaratıyor bu durum. Bunun dışındaysa belki iki... pardon, üç öykü dışında pek de dişe dokunur bir şey yok. 

Kısaca #4 - Gemide Okuduklarımdan

Görece uzun zaman evvel okuduğum, dolayısıyla hakkında uzun uzun yazamayacağım ancak yine de paylaşmak istediğim kitaplar...

Cehennem - Dan Brown

Ne kadar basmakalıp yazarsa yazsın, ne kadar kendi yarattığı klişeleri ısrarla sürdürürse sürdürsün kabul edelim ki Dan Brown'un kusursuz olduğu bir konu varsa o da sürükleyiciliktir. Yayıncının, tüm sürprizini bozmak uğruna sırf daha fazla satmak için hikayenin Türkiye'ye de uzandığını bağıra bağıra ilan ettiği (kapakta bile İstanbul var, insaf!) ve dolayısıyla "ülkemizde de fırtınalar koparan" Cehennem, Brown'un altıncı, Robert Langdon serisinin ise dördüncü kitabı. Roman, yazarın diğer eserleriyle büyük paralellikler taşısa da Brown, bazı aleni hamleleri gizleme konusunda pek başarılı olamamış bu sefer: Öncelikle alenen sinemaya uyarlanmak üzere yazılmış bir roman Cehennem. Sahne geçişleri, anlatım ve kurgu sinema için ideal biçimde şekillendirilmiş -ki uyarlama haberi gelmiş bile! Aynı zamanda bilim, tarih, sanat ve mitoloji hakkında bilgileri hikayeye yedirip zenginleştirme konusunda her zamanki ustalığını konuştursa da zaman zaman zorlama örneklerle karşılaşmak mümkün bu sefer; hiç kimse, Langdon bile, peşinden silahlı adamlar kovalarken yanından geçtiği tablonun hikayesini geçirmez aklından örneğin. Bu göze batma durumu belki tüm kitaplarda vardı da ben yeni fark ediyorum belki de Brown "nasıl olsa okuyacaklar" diyerek ipin ucunu bırakmış artık, bilemiyorum. Öte yandan sürpriz final meselesinde kendini aşmış diyebiliriz yazar için; alışageldiğimiz "en beklenmedik kişinin kötü karakter çıkması, başkarakterin akıl hocasının aslında esas düşman olması" klişesinin ötesinde bir ters köşeye imza atmış. Özellikle bencileyin, kendisi gibi bestseller'ları okumanın pek de dikkat gerektirmediğini düşünen ukalaları kaleminin ucunda oynatabileceğini göstermiş. Finali, Da Vinci Şifresi'nden beri olduğu üzere yine bağlayabildiğini söyleyemesek de vakit geçirmek için ideal, eğlenceli bir iş olmuş Cehennem

Sisle Gelen Yolcu - Jean Christophe Grange

Leyleklerin Uçuşu, Kızıl Nehirler, Kurtlar İmparatorluğu gibi kitaplarıyla başta polisiye severler olmak üzere okurlarda kredisi oldukça bol olan Grange, bendeki kredilerini Sisle Gelen Yolcu ile bitirmiş durumda. Bundan bir önceki kitabı Ölü Ruhlar Ormanı da şurada belirttiğim üzere kendi standartlarının altında kalmıştı ancak Sisle Gelen Yolcu bildiğimiz anlamda kötü bir kitap. Hikayenin başlarında karakterleri çok sevmiştim; gerçekçi, çağdaş, sıradan ama klişe değil izlenimi veren iki başkarakter, ilerledikçe öyle keskin ve çoğunlukla anlamsız dönüşümler geçiriyorlar ki sevmek bir yana, bir an önce ölmelerini bekler hale geliyorsunuz. Hikayenin sonlarına doğruysa okuru iyice süründürüyor Grange; sürekli değişen ve mütemadiyen lüzumsuz detaylarla tasvir edilen mekanlar, sadece yol sorulan karakterin bile iki paragraflık betimlemesi gibi unsurlar "bitse de gitsek" hissiyatına sürüklüyor okuru. Bir kez daha tüm kurguyu rezalet bir finale bağlayan, neredeyse okura 677 sayfayı boşuna okuduğunu hissettiren, yolculuğu görece zevkli ancak varış yeri berbat bir kitap. Brown gibi adeti olduğu üzere bilimsel, coğrafi, siyasi ve tarihsel bilgileri hikayeye yedirmek yerine bunları kullanma şevkiyle yazmaya başlamış da kurguyu oturtamayınca aceleyle bir son uydurmuş gibi duruyor Grange. Hoşuma giden bir tek; daha önceki kitaplarından birindeki ikiz şaşırtmacasına yaptığı akıllıca gönderme ile arada verilen bilgilerden ilgimi çekenler oldu. Kısaca; son kitabı Kaiken de dahil olmak üzere, bir daha okunacaklar listeme girmesi pek olası gözükmeyen bir yazar oldu Grange

Taht Oyunları - George. R. R. Martin

"Kitabı okumadım da filmini izlemiştim" akımına yeni bir soluk getiren, izlemeyeni dövdüğümüz Games of Thrones dizisinin uyarlandığı seri; Buz ve Ateşin Şarkısı'nın ilk kitabı Taht Oyunları. Diziyi oldukça beğenerek izlediğim için çok objektif olabileceğimden emin olamasam da serinin -dizi ya da kitap olarak- başarısının ardında George R. R. Martin'in yarattığı dünyanın özelliklerinden ziyade, karakterlerin derinliği yatıyor kanaatindeyim. Siyah veya beyazların olmadığı; ton sür ton grilerin yer aldığı bir evren yaratmış Martin ve ejderhaların, yürüyen ölülerin, büyülerin yer aldığı bir dünyayı, fantastik öğelerden hoşlanmayanların bile ilgiyle takip edeceği bir hale getirmiş. Diziden bağımsız olarak kitap hemen hemen aynı etkiye sahip; sürükleyici ve keyifli. Dili sade; ağır betimlemeler yerine net ve bol olay anlatımıyla oldukça akıcı bir okuma deneyimi sunuyor. Ana karakterlerin isimleriyle bölümlendirilmiş ve anlatılan karakterin başından geçen olaylar ekseninde ilerleyen kurgu kimi okurlarca yorucu bulunsa da beni rahatsız ettiğini söyleyemem. Öte yandan konudan bağımsız olsa da söylemek isterim: Kitabı okuduğumda dizinin kimi oyuncularına duyduğum hayranlık bir kat daha arttı. Kitapta üçüncü şahıs anlatımıyla dile getirilen ve diziye bir dış ses konmadan aktarılması pek mümkün gözükmeyen karakterlerin duygu ve düşüncelerini safi oyunculukla öyle güzel anlatmışlar ki, dizi uyarlamasında (ilk sezon-ilk kitap için) hiçbir şey eksik kalmamış diyebilirim. Örneğin Catelyn - Ned Stark ilişkisinin dinamikleri kitapta uzun uzun monologlarla ve üçüncü şahıs anlatımıyla izah edilirken dizide, sadece oyunculukla hemen hemen tüm detayları vermeyi başarmış oyuncular. Merak edenler için; ilk kitapla ilk sezon arasında hemen hemen hiç fark yok. Bildiğim kadarıyla ilerledikçe bazı kurgu/olay farklılıkları çıkıyormuş ortaya. Açıkçası -ilk kitap için- okunmadığında pek de kayıp yaratacak bir eser değil diyebilirim ancak güzel vakit geçirmek isteyenler için ideal.

Kısaca #3 - Şiir Kitapları

Görece uzun zaman evvel okuduğum, dolayısıyla hakkında uzun uzun yazamayacağım ancak yine de paylaşmak istediğim kitaplar... 

Sevda Sözleri - Cemal Süreya

Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
İkinci Yeni sevgim nerede, ne zaman başladı hatırlamıyorum ancak uzun vadede planım Turgut Uyar, Edip Cansever, Ülkü Tamer, Ece Ayhan ve İlhan Berk şiirlerinin hepsini okumak yavaş yavaş. Cemal Süreya'nın tüm şiirlerinden oluşan Sevda Sözleri de bu yolculuğumun başlangıcı oldu.

Süreya, şiirlerinde hüznün, yalnızlığın, zarafetin ve taşlamanın garip bir karışımını oluşturuyor. Soyutlama ve imgeleme tekniklerini benimseyen, zaman zaman monolog veya diyalog şeklini de alan vezin ölçüsüz, uyaksız şiirler bunlar; kimisi insanın tam ruhuna işleyen. İlk bakışta anlaması zor gelse de, her şiir herkese hitap etmese de öyle kelamlar var ki Süreya'nın şiirinde, siz siz olun şans vermemezlik etmeyin İkinci Yeni'ye. 

Dörtlükler (Rubailer) - Ömer Hayyam

Dünya , yıldıramazsın beni ne yapsan; 
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan. 
Ölmemek elimizde değil ki bizim: 
İyi yaşamamak beni tek korkutan.
Hakkında çok da fazla tarihsel bilgiye haiz olmadığımız bir isim Ömer Hayyam. İran'lı bir düşünür, şair ve bilim adamı olan Hayyam, Rubai türünün de yaratıcısı olarak biliniyor. Rubailerinde inanca, aşka, şaraba ve yaşama sevincine dair enfes sözler ediyor. Öyle ki -kanaatimce- dünyada herkes Hayyam'ı okuyup, anlayıp, özümserse huzur ve barış içinde yaşayabiliriz bile belki...

Rubailerin bulunduğu kaynaklara dair çevirmen ve kitabı derleyen S.Eyüboğlu'nun önsözde söyledikleri de okumak isteyenler için aydınlatıcı. Kısaca; Hayyam'ın tüm rubailerinin bir kitapta toplanmasının imkansız olduğunu ama kıyıda köşede kalmış başka dörtlüklerin de bu kitaba fazla bir şey katacağını düşünmediğini belirtmiş. Bu teminat, Hayyam külliyatı okuduğuna ikna edecek kadar iddialı okuru. 

Pulbiber Mahallesi - Didem Madak

Bilirsin işte Füsun gidişinden bu yana
Hüzün sektöründe bilfiil yirmi üç sene görev yaptım!
Didem Madak, geç tanıştığım ama iyi ki tanışmışım dediğim bir şair oldu; maalesef 2011 yılında, henüz 40 yaşındayken aramızdan ayrılan bu isme, ilk olarak sevgili Gölgeliyol'un bloğunda rastlamıştım, sonra da pek kıymetli birinden hediye alarak okuma şansına eriştim.

Tek kelimeyle huzursuz bir kalem Madak. Pulbiber Mahallesi'nde mahalle yaşamının naifliğini taşıyan, hüzünle süslenmiş şiirleri mevcut. Kah kedisi ile kah hayali arkadaşlarıyla diyaloglar kuran, soran, sorgulayan en çok da pişman olan bir karakter var şiirlerde. Karakter diyorum çünkü hem şiirler ayrı ayrı, hem de tüm kitap adeta bir öykü niteliğinde; şiir yazar gibi değil de, anlatır gibi yazılmış. Kelimelerim yetmez Madak'ın kalemini anlatmak için; genç şiire ve/ya şiire ilginiz varsa, bu duru ismi ıskalamayın derim.

Kısaca #2

Görece uzun zaman evvel okuduğum, dolayısıyla hakkında uzun uzun yazamayacağım ancak yine de paylaşmak istediğim kitaplar...
Aşkın Celladı ve Diğer Psikoterapi Öyküleri - Irvin D. Yalom

Ülkemizde özellikle Nietzche Ağladığında isimli kitabıyla nam yapan Irvin D. Yalom'un 10 psikoterapi öyküsünü içeren Aşkın Celladı, öykü ve psikoloji okumayı sevenleri aynı anda tatmin eden cinsten bir kitap. Yalom'un kendi hastalarıyla yaşadığı deneyimleri -elbette izinlerini alarak ve isimlerini değiştirerek- yarı didaktik bir üslupla anlattığı on öykü sadece hastalarının değil, tedavi sürecinde kendisinin de yaşadığı sıkıntıları gözler önüne seriyor.

Aşkın Celladı varoluş, insanın nihai yalnızlığı, ölümün kati ve kaçınılmaz oluşu gibi konular üzerine oldukça aydınlatıcı fikirler içeriyor. Psikoloji-psikiyatri üzerine eserler okumak pek çok kişi tarafından ağır ve/ya ağdalı bulunsa da Aşkın Celladı konunun ağırlığına ve temposunun yerlerde sürünme potansiyeline rağmen oldukça rahat okunabilen, akıcı bir üsluba sahip.

Erkeklerin Hikayeleri - Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle

Arka kapağında Mungan'ın ağzından "Erkeklerin bağımsızlık merakları, serüven tutkuları, sahiplenme istekleri, bağlanma korkuları, toplumsal rolleri ve birlikteliğin tuzaklarından kalkarak çoğaltılabilecek nice durumun yarattığı iki cins arasındaki ezeli sorunlar içinde sıkışıp kalmış hikayeler..." olarak özetlenmiş bir derleme öykü kitabı Erkeklerin Hikayeleri

Nabokov'dan Hemingway'e, Bukowski'den Kundera'ya dünya edebiyatının pek çok önemli erkek yazarına yer verilen seçki, tam da isminin ve arka kapak yazısının vadettiği üzere erkeklerin bakış açısıyla dünyayı, ilişkileri, yaşamı ve duyguları anlatıyor. Metis Edebiyat'tan çıkan kitap, öykü severleri oldukça memnun edecek bir derleme...

Sıdıka (Öpücük Balığı/Fabrıga) - Atilla Atalay 

Bu kitap üç başlıktan oluşuyor: Kültürlü, bilgili, meraklı ancak aile baskısından da kurtulamamış müzmin bir ev kızının maceralarını okuduğumuz Sıdıka, hayatın ta kendisini ele alan öykülere sahip Öpücük Balığı ve Karabük Demir Çelik Fabrikasının kuruluşunu ve bu tesisin yerel halk üzerideki etkilerini ele alan Fabrıga.

Atilla Atalay'ın yarattığı, Latif Demirci'nin çizimleriyle can verdiği ve bir zamanlar televizyonda da izleme şansına eriştiğimiz Sıdıka'nın maceralarını okurken uzun zamandır ilk kez bir kitap başında kahkaha atarken yakaladım kendimi... Türk mizahının -mübalağa etmiyorum- neredeyse en güçlü karakterlerinden birisi olduğunu düşündüğüm Sıdıka, istisnasız herkesin okuması gereken bir kitap.

Öpücük Balığı; hayatın acısını mizah sosuyla karıştıran ve bu esnada okuru karnından yumruk yemişe çeviren gerçekçi öyküler içeriyor. Güldürmekten çok düşündüren bu öyküler, belki de kendime ait çok şey bulduğum için, en sevdiğim eserlerin başında gelir...

Fabrıga ise yazarın dedesi için kaleme aldığı, yukarıda da belirttiğim gibi bir fabrikanın, neredeyse bütün bir kenti nasıl değiştirdiğini kişiden yola çıkarak topluma yansıtan bir hikaye... Bir mizahçının, duyguları bu kadar başarılı bir şekilde kaleme alması, mizahçıların esasında güldürüyü bir sığınak olarak kullandıkları düşüncesini kanıtlar nitelikte. Hüzünlendiren, güldüren, merak ettiren, düşündüren şahane bir hikaye  Fabrıga

Kısaca #1

Görece uzun zaman evvel okuduğum, dolayısıyla hakkında uzun uzun yazamayacağım ancak yine de paylaşmak istediğim kitaplar...
Öylesine Hikayeler - Rudyard Kipling


Kipling'in çocukluğunda Hintli dadılarından dinlediği masallardan hatırladıklarını ve sonradan okuduğu fabl, Binbir Gece Masalları, Budist hayvan masalları gibi hikayelerle harmanlayarak kendi çocukları için yazdığı masalları içeriyor Öylesine Hikayeler. Kendi çizimleriyle süslediği 12 hikayenin çoğunda kahraman bir hayvandır ve bu hayvanların yeteneklerini, fiziksel özelliklerini nasıl kazandığını anlatır.

İlk bakışta bir çocuk kitabı izlenimi bıraksa da, yetişkinler için de yaratıcılıkta sınır diye bir şeyin olmadığını gösteren enfes bir kitap Öylesine Hikayeler. Fillerin uzun hortumlarını nereden aldıklarını, balinaların neden küçük çocukları yemediğini merak ediyorsanız, mutlaka okumalısınız.

Şehrazat'ın Bin İkinci Gece Masalı - Edgar Allan Poe

Dünya Edebiyatının büyük ustalarından Poe'nun dokuz öyküsünden oluşuyor Şehrazat'ın Bin İkinci Gece Masalı. Zaman ile mekanda düşsel yolculukların yaşandığı, hicivsel ögeler barındıran, bilim-kurgu izleri taşıyan ve arka kapağa göre "Bir kısmı Türkçe'ye ilk kez çevrilen" dokuz öykü...

Okuması keyifli, insanı gündüz düşlerine sürükleyen bu kitapta dikkatimi çeken ilk unsur, her öyküde neredeyse her cümlenin bir dipnotunun olmasıydı. Öyküler yeterince şaşırtıcı değilmiş gibi, her dipnotla beraber Poe'nun gönderme yapmadaki başarısına ve geniş kültür birikimine hayran kalmamak elde değil.

Yasemen Çiçeğinin Zamanı - Alifa Rıfaat

Oldukça zorlu bir hayat geçiren Mısır kökenli Alifa Rıfaat'ın şahsen yaşadıklarından ve çevresinde gözlemlediklerinden esinlenerek kaleme aldığı on bir öyküsünü içeren Yasemen Çiçeğinin Zamanı, Arap kültüründe kadının yeri, kültürün aile yapısı ve kadınların kendi dünyalarında hissettikleri üzerine ufuk açan bir eser.

Yazarın en çok hoşuma giden yönü, hikayelerindeki karakterlerle kendisini özdeşleştirmedeki başarısı olmuştu. İçselleştirme konusundaki bu başarısının sırrı karakterleriyle bir yandan güçlü birer kadın portresi çizerken, diğer yandan bu karakterlerin gizli duygu ve fantezilerini aktarması diye düşünmekteyim.