Sabahın Ucu - Sibel Cemali

Sürüden kopan dışlanır mı? Yoksa özgürlüğe kanat açışına sessiz bir kabulleniş mi eşlik eder?
Sibel Cemali'nin 2011'de yayımlanan öykü kitabı Sabahın Ucu, kitabı Okur Anlatır'ın düzenlediği çekilişten kazanmam sayesinde okuduğum bir eser oldu. Doğru söylemek gerekirse bu durum vesile olmasaydı kitabın dikkatimi çekmesi ve Cemali ile tanışmam düşük bir ihtimaldi; ne eseri ne de yazarını daha önce duyduğum için karşılaşsam bile ilgi göstermez ve ne büyük bir güzelliği kaçırdığımın farkında bile olmazdım. Evet; oldukça düşük beklentilerle elime aldığım Sabahın Ucu beni çok etkiledi. 

1966 doğumlu Sibel Cemali Büyükada ve Heybeliada'da geçen ilkokul öğreniminin ardından İstanbul Üniversitesi Coğrafya Bölümünden mezun olmuş; Jeomorfoloji Yüksek Lisansının ardındansa çeşitli eğitim kurumlarında öğretmenlik ve yöneticilik yapmış. Öykü ve metin çözümlemeleri çeşitli dergilerde yayımlanan Cemali'nin ilk kitabı Sabahın Ucu; Ada'da, Geriye Bakış ve An'lar olmak üzere üç ana bölüm altında toplanan on yedi öyküden oluşuyor.

Genel kapsamda Cemali, öykülerinde bireyler üzerinden toplumsal ve siyasal olayların izleğini sürüyor. Bu süreçlerin insanlar üzerindeki çoğu zaman farkına bile varmadığımız etkilerini yalın ve yer yer şiirsel bir dille, gerçekçi bir yaklaşımla anlatıyor. Cumartesi Anneleri'nden 6-7 Eylül Olayları'na toplumsal hafızada bıraktığı izler derin olan ancak bireyler üzerindeki tesiri, özellikle empatiden uzak siyasi platformda, gözden kaçan travmatik vakaların kahramanlarını kah gözlemlerine kah hayal gücüne dayanarak aktarıyor. Bu söylediklerim protest bir yaklaşım, siyasi bir üslup getirmesin akla; kadın olmanın, daha doğrusu "kadın" meselesinin altı çizilse de esasında insan olmanın inceliklerine değinen bir anlatım, şairane bir dil ve akıcı bir kurgunun arka planını teşkil ediyor tüm bu toplumdan yola çıkan birey hikayeleri...

"Ada'da" başlıklı bölümün beş öyküsünde hikayelerin çoğu trajik bir nitelik taşıyor olsa da mekanın huzuru her bir satırdan okunuyor; özellikle şehir hayatının çilelerinden muzdarip bünyelerde kalkıp adaya yerleşme hevesi yaratıyor. "Geriye Bakış"da çocukların kendilerine özgü gözlem yeteneklerinden arda kalan hatıratları ve ebeveyn-çocuk ilişkisinin getirdiklerini okurken, "An'lar"da, tam da başlığa yaraşır şekilde, değeri ancak dönüp yeniden bakıldığında anlaşılan kısacık zaman dilimlerini irdeliyoruz. Yer yer gerçekçi, yer yerse bilinç akışı veya alegori yoluyla fantastik boyutlara ulaşan anlatımlarıyla her biri ayrı ayrı akıcı ve bazen hüzne bazense tebessüme sürükleyen öyküler bunlar. 

Sabahın Ucu, kitaptaki ilk öykünün adı olmasının yanı sıra farklı sebeplerle de kitabın ismi olmuş: "Sabahın Ucunu özellikle iki anlamı olduğu için seçtim. Tabi aynı anda kitabın içinde bulunan öykümün adı Sabahın Ucu. Birinci anlamı, aydınlıktır. Karanlığın geride kaldığı bir zaman dilimidir, bütün sıkıntıların,bütün karamsarlıkların, geceyle geriye çekilip, her şeyin olumluya gittiği bir anlama da geliyor. İkinci anlamı; Ben kitabımda genel olarak kadınları işlediğim için. Kadınların içinde bulunduğu açmazı aşarak belli bir noktaya gelmesi anlamına da geliyor, bu anlamıyla umudu içeriyor Sabahın Ucu, yani kadınların içinde bulunduğu açmazı bir şekilde aşıp umuda yolculuğu ifade ediyor Sabahın Ucu." diyor Sibel Cemali buradan tamamına ulaşabileceğiniz bir söyleşide -ki bu cevap bile eserin izleği hakkında fikir edinebilmemizi sağlayacak bir nitelik taşıyor başlı başına. 

Öykünün edebiyatta "üvey evlat" muamelesi görmesinden hoşnutsuz olan okur için şifa niyetine bir kitap Sabahın Ucu, ümit vadeden bir kalem Sibel Cemali.

Sabahın Ucu - Sibel Cemali, E Yayınları - 120 s.

Sırça Köşk - Sabahattin Ali

Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.
Edebiyat, pozitif bilimlerde veya spor müsabakalarında olduğu gibi başarının belirli kriterlere indirgenebildiği bir mecra olmasa da eserlerin zamana karşı koyabilme yetileri önemli bir nitelik olarak değerlendirilebilir: Vaktinde binlerce satmış ancak günümüzde neredeyse hatırlanmayan kitapları başarılı addetmek pek doğru olmayacağı gibi satışlarda hüsrana uğramış ancak hala hafızalarda değerini koruyan eserleri başarısız görmek de aynı şekilde doğru olmayacaktır örneğin. Daha da önemlisi; eserin, hangi zamanda okunursa okunsun, okuyan için bir anlam taşıdığı, sadece yazıldığı dönemde değil geleceğinde de anlamlılığını koruyabildiği durumlar edebiyatta "zamansız" olmanın değerini göstermektedir; Antik Yunan'dan günümüze değerini koruyan eserler, ozanların ölümsüz şiirleri, yüzyıllar önce yazılan klasikler bu durumun ispatıdır adeta.

İşte Sabahattin Ali, sadece eserleriyle değil; kimliğiyle de zamana karşı koyan bir isim. Yaşadıkları ve yaşattıkları hem hüzne hem de buruk bir mutluluğa kaynak olan Ali; roman, öykü ve özellikle şiirleriyle ölümsüzlüğe erişmiş değerli bir kalem. Sırça Köşk yazarın ilk olarak 1947'de yayımlanan son öykü kitabı; on üç öykü ve dört masaldan mürekkep derleme, adını içerisindeki aynı başlıklı masaldan alıyor. Masal dendiğine bakmayın; masallar zaman içerisinde safi çocuklara hitap eden bir yazın şekli olarak algılansa da Sabahattin Ali'nin masalları aksine, özellikle yetişkinlerin okuması gereken cinsten. 

Daha önce Kürk Mantolu Madonna ve Kuyucaklı Yusuf romanlarını okuduğum Sabahattin Ali'nin dili öykülerinde daha belirgin, daha yalın ve daha etkileyici. Sadeliğine rağmen iz bırakan betimlemeleri, birey-toplum ilişkisini çarpıcı ve gerçekçi bir şekilde gözler önüne seren kurguları ve toplumsal meseleleri abartmadan, taraf tutmadan (ya da tuttuğunu belli etmeden) aktaran üslubuyla Ali, Sırça Köşk'te okuru mütemadiyen düşündürüyor ve hatta tabiri caizse üzüyor: Üçkağıtçı tüccarlar, çıkarcı doktorlar, zorla katil olan gençler, sokağın ihmal edilmiş çocukları, hayatın karanlığa sürüklediği kadınlar, korunmayan doğal güzellikler ve kültürel miras karşısında elem duyan öğretmenler, işkence gören aydınlar ve masallarda simgeleşen zalim ve alimleri; insanoğlu var olduğu müddetçe hükmetmeye devam edecek zulmü ve bu zulmün mağduru mazlumları anlatıyor.

Kitabın tamamına hakim bu karamsar havanın Sabahattin Ali de farkında olmalı ki; okuduğum basımın arka kapağında da alıntılanan bir kısımda şöyle diyor:
"Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin? diyorlar. Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir kaşık toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?" Bahtiyar Köpek
Diyor demesine ama aynı öyküde muzip bir tavırla eleştirmeyi, karamsarlığı sürdürmeyi de ihmal etmiyor. Dolayısıyla şuradaki yazımda Sait Faik için söylediklerimin hemen hemen tam tersini Sabahattin Ali için söylemek mümkün: Yazarın, duyarlılık ve farkındalığının bir bedeli olarak hayatın en çok can sıkıcı ve kötümser taraflarını gördüğünü öykülerin hemen her satırından okuyoruz.

Zamanının değil her devrin yazarı Sabahattin Ali'nin Sırça Köşk'ü özellikle öykü severlerin severek okuyacaklarını düşündüğüm bir eser.

Sırça Köşk Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları - 141 s.

Müzibiyat #16

Zaman zaman Neyzen Tevfik'in şiirlerinin neden daha çok şarkılaştırılmadığı aklıma takılır, Saltuk Erginer'in bu şarkısını (Dikkat! Yoğun küfür içerir.) dinlediğimde de sorumun cevabını almış olurum: Tevfik'in dizeleri şairin gerek muhalif kimliği gerekse "açık sözlülüğü" sebebiyle şarkı olmaya pek elverişli değildir zira. 

Ömer Hayyam ise son dönemde yaşananların ardından şairliği, bilim adamlığı veya düşünürlüğü ile değil malum dizelerin kendisine ait olup olmadığı gibi konudan uzak ve anlamsız bir mesele ile hatırlanan usta bir isim; sevgiye, inanca ve insanlığa bakış açısı rubailerinden adeta taşan bir şair. 

İşte Candan Erçetin 2009 tarihli Kırık Kalpler Durağında isimli albümünde Alper Erinç'le beraber bu iki büyük ismin dizelerini bir araya getirerek Türkü şarkısına hayat vermiş. Nakaratı Neyzen Tevfik'in El Değişti isimli şiirinden, diğer dizeleriyse Ömer Hayyam'ın rubailerinden mürekkep şarkı anlamlı sözleriyle yer ediniyor müzik tarihimizde.


Şarkının sözlerine yazının devamından ulaşabilirsiniz.  İyi dinlemeler!

Satranç - Stefan Zweig

Sabit fikirli, kafasını tek bir düşünceye takmış her insan, yaşamım boyunca beni çekmiştir, çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur; işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar.
Stefan Zweig'ın 1942'de intihar ederek hayatına son vermesinin hemen ardından yayımlanan kitabı Satranç, edebiyata ilgi duysun duymasın, hemen herkesçe okunan bir kısa roman-uzun öykü (novella) olarak tanımlanabilir sanıyorum ki. Benim de -biraz geç de olsa- okuma fırsatını ancak bulabildiğim bir eser oldu.

Dünya savaşlarının birincisinde gönüllü olarak savaş arşivinde memurluk görevi üstlenen Zweig, II. Dünya Savaşı'yla beraber Nazilerin hedefi olan aydınlardan birisi halini aldı. 1933'de Nazilerin yaktıkları kitapların başında Yahudi kökenli Zweig'in eserleri yer alıyordu. Gestapo'nun evini basıp arama yapmasının ardından ülkesi Avusturya'yı terk ederek önce Avrupa'ya, sonra da önce Kuzey sonra Güney Amerika'ya giden Zweig Hitler'in dünya düzeninin kalıcı olacağı inancı ve savaşın ruhunda bıraktığı izler nedeniyle Rio de Jenerio'da karısıyla beraber hayatına son verdi.

Gördüğü felsefe öğrenimi, psikolojiye ve Freud'a duyduğu ilgi vesilesiyle edindiği psikoloji birikimini eserlerinde kullanan Zweig, "Kendileri ile Savaşanlar", "Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski", "Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar" gibi biyografi eserleriyle büyük ses getirmiş; aynı yaklaşımını kurgu metinlerinde de sergileyerek karakter yaratmanın inceliklerini ve önemini göstermiş bir yazar. İşte; Satranç'ın oldukça başarılı bir eser olmasının sebeplerinin başında, görece basit konusu ve sade kurgusuna rağmen, yazarın psikolojik altyapısı sayesinde karakter yaratma konusunda gösterdiği bu başarı geliyor. Öyle ki; kitabı okurken kah anlatıcıyla beraber insanlara sinirleniyor kah diğer karakterlerin yaşadıkları heyecanlara ortak oluyorsunuz, okuduğunuz bir kitap olduğunu unutarak, adeta bizzat yaşıyormuşcasına 

Hikaye bir gemi seyahatinde geçiyor; hayatı boyunca "tek bir düşünceye saplanıp kalmış, monoman insanlara" ilgi duyan anlatıcı, tam da böyle bir insan olan yeni dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic ve usta bir satranç oyuncusu olan gizemli Dr. B.'nin yollarının kesiştiği bu yolculukta anlatıcının ağzından karakterlerin geçmişlerini öğreniyor ve basit bir satranç oyunu üzerinden insanlık dersleri alıyoruz. 

Bütün bu psikolojik yaklaşımın yanı sıra Satranç, karakter ve olayların, yazarın hayatına ve dünyanın o dönemdeki durumuna yönelik taşıdıkları simgesel anlamlar sebebiyle de dikkat çekici bir eser. Sevgili BA, kitap hakkındaki yazısında eserin alegorik çözümlemesini layıkıyla yerine getirmiş -ki konuya dair daha fazla söze mahal bırakmamış. Buradan ulaşabileceğiniz yazıyı okumanızı tavsiye  edip, devam edelim. 

Eser 1960'da İngilizce'ye Brainwashed olarak çevrilmiş ismiyle Gerd Oswald tarafından sinemaya uyarlanmış. Almanca fragmanını buradan izleyebileceğiniz filmi merak etmemek elde değil zira kitap, olaydan ziyade tasvir ve düşünceler açısından zengin bir eser. Ayrıca geçtiğimiz günlerde Radyo Trafik'te kitap okumalarına başlayan Okan Bayülgen'in okudukları kitaplar arasında Satranç'ın da bulunduğunu, kayıtların yakında buradan yayımlanacağının duyurulduğunu, sabredemeyenler içinse şuradaki bağlantılardan dinleme imkanının olduğunu belirtmiş olayım.

Zweig geç tanıştığım ancak bu tanışıklığımı mutlaka ilerletmek istediğim bir yazar; Satranç ise kitap tavsiyesi isteyenlere mutlaka önereceğim kitaplardan birisi olarak yer aldı kütüphanemde.

Satranç - Stefan Zweig, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - 88 s. 

Kurmaca Alıştırmaları - Gökdemir İhsan

Neyse: Varoluş kaygılı, sanat uzun ve hayat kısadır!
Kurdele yerine örülmüş bir sicim takılmış fötr şapkası ve mevsimin sıcağına rağmen sırtındaki paltosuyla dikkat çeken belirli bir genç adam, öğle vaktinde Contrescarpe-Champeret arasında çalışan S hattı otobüsüne biniyor, arka sahanlıktaki yerini alıyor. Otobüs giderek kalabalıklaştıkça, genç adamın sırtına bir ihtiyar yükleniyor; kah dirsek darbeleriyle, kah ayağına basarak kahramanımızı rahatsız ediyor. Genç adam çıkışıyor ihtiyara çeşitli söylemlerle, ihtiyarsa ellerini iki yana açarak "Ben bilmem" dercesine susuyor sadece. Genç adam da kendisini henüz boşalan bir koltuğa atıveriyor. Bir süre sonra, saat 2'de, Saint-Lazare garında buluştuğu arkadaşı, herhangi bir sebeple, genç adamın paltosunun düğmesine dokunarak bir şeyler anlatıyor.

An itibariyle  Gökdemir İhsan'ın Kurmaca Alıştırmaları isimli eserinde anlattığı "her şeyi" okumuş bulunmaktasınız. Kitapta vaka namına, bundan farklı hiçbir şey bulamayacağınızı size temin ederim. "Fakat nasıl olur? 164 sayfalık bir kitapta bundan başka hiçbir şey yok mu?!" dediğinizi duyar gibiyim... En iyisi meseleyi baştan anlatmak:

Oulipo akımının öncülerinden Raymond Queneau 1947 yılında Biçem Alıştırmaları (Exercices de Style) isimli kitabında, tek bir olayı tam 99 farklı üslupta anlatarak hem eserin deneysel niteliği, hem de oulipo'culuğun temellerini atması sebebiyle dünyada büyük yankı uyandırıyor. Bu kitabı Türkçe'ye kazandırmak isteyen Ferit Edgü, bir müddet çalıştıktan sonra dilin imkanları içerisinde eserdeki kelime oyunlarının özgünlüğünü koruyamayacağına kanaat getirip, aynı oyunu başka bir olay üzerinden, bu sefer 101 farklı üslup kullanarak oynuyor ve 1980'de Yazmak Eylemi'ni kaleme alıyor. Armağan Ekici 2003 yılında sahneye çıkıyor ve Edgü'nün vazgeçtiği işi gerçekleştirerek Biçem Alıştırmaları'nı dilimize kazandırıyor. 2010 yılına geldiğimizde ise Gökdemir İhsan, oulipo'culara hem nazire hem de bir saygı duruşu niteliğindeki Kurmaca Alıştırmaları'nı kaleme alarak Queneau'nun eserindeki olayı, bu sefer de 33 farklı kurmaca üzerinden anlatıyor. 

Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'su hakkında yazdığım yazıda olipo'culara değinmek istediğimi belirtmiştim: Fransızca "Ouvroir de littérature potentielle"den gelen, kabaca "potansiyel edebiyat atölyesi" veya Ali Teoman'ın önerisiyle "GİYİŞ: Gizil Yazın İşliği"  olarak çevrilebilecek bir edebiyat akımı.  Temelleri 1960'da Queneau ve François Le Lionnais  tarafından atılan akımın temel maksadı "yapay" yazım teknikleri kullanarak eserler üretmek.  İç içe geçmiş metinler, matematiğe dayalı kurgular, zorlu bulmacalarla bezeli öyküler üreterek matematik ve edebiyat arasındaki etkileşim aracılığıyla deneysel çalışmalara vesile olan bu oyunbaz akımın en akılda kalıcı örneklerinden birisi olarak Georges Perec'in E harfini hiç kullanmadan yazdığı (ve dilimize de aynı şekilde çevrilen) La Disparition (Kayboluş) kitabı gösterilebilir.

Kurmaca Alıştırmaları'na dönecek olursak; bu, oyuna dayalı özelliğinin yanı sıra muhteviyatıyla da okuru, özellikle öğrenmeye meraklı okuru oldukça eğlendiren bir eser çünkü İhsan, kurgularını mütemadiyen farklı eserlere göndermelerle temellendirmiş. Phillip K. Dick'ten Kill Bill'e, J.J. Abrams'tan Chesterton'a -sürpriz bozmamak için daha fazlasını sıralamadığım- pek çok isim ve eser satırların arasına gizlenmiş, kendilerini bulmamızı bekliyor. Bu kadar çok göndermeyi tek solukta bulamayacak olmaktan çekinen okurlar içinse kitabın sonuna beş sayfalık bir dizin eklemiş İhsan lakin orada bile oyun oynamadan edememiş. Okurlar için bir nevi define avı diyebiliriz!

Şahsım adına göndermelerin yarısını ya kendi başıma ya da dizin yardımıyla anlayabildiğimi, kalanlara ise tam anlamıyla Fransız (!) kaldığımı söyleyebilirim. Buna rağmen gerçekten çok eğlendim. Bu duruma, sevgili Gölgeliyol'un yazıları sayesinde, yukarıda değindiğim mevzunun arka plan bilgisine haiz olmam da etmen olmuştur elbette -ki bu vesileyle teşekkürlerimi ileteyim kendisine

Kısaca demem o ki; bu oyuncu yapı ve kalabalık hiçbir surette gözünüzü korkutmasın: Okumayı, tekrar okumayı, araştırmayı ve başka kaynaklardan yardım almayı seviyorsanız tam size göre bir kitap Kurmaca Alıştırmaları.

Kurmaca Alıştırmaları - Gökdemir İhsan, Sel Yayıncılık - 164 s.

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury

Kitaplar bize ne tür eşekler ve aptallar olduğumuzu hatırlatmak içindir. Kitaplar, tören alayı büyük bir gürültü içinde caddede ilerlerken, Sezar’ın kulağına “Unutma, Sezar, sen de ölümlüsün” diyen pretoryen muhafızlarıdır. Çoğumuz dünyayı dolaşıp herkesle tanışamayız, bütün şehirleri göremeyiz. Bunun için zamanımın, paramız ve bu kadar çok arkadaşımız yoktur. Aradığın şeyler, Montag, dünyada, fakat vasat bir insan için onların yüzde doksan dokuzunu görmenin yolu kitaplardan geçer.
Ray Bradbury gerçek bir kitap tutkunu: Dokuz yaşındayken İskenderiye Kütüphanesi'nin üç kere yandığını öğrendiğinde ağlayan, liseden sonra üniversitede okumaya gücü yetmeyen ancak yıllar sonra bir kolej müdürü tarafından resmen kütüphaneden "mezun" edilen, hayatındaki bütün kadınların öğretmen, kütüphaneci ya da kitap satıcısı olduğunu söyleyen ve eşiyle de bir kitapçı dükkanında tanışan bir isim. İşte Fahrenheit 451 de tam bu türden bir kitap aşığının yazabileceği bir kitap.

Zaman değişmiş; düşünmeyen, sorgulamayan tüketim toplumu güç sahiplerinin yegane amacı halini almıştır. İnsanların zihinleri, çok kısa ses ve görüntü bombardımanlarıyla, evlerinin dört duvarı da dev televizyonlarla kaplı salonlarında yapay aile ve arkadaşlarla, seyahat ederken bile maruz kaldıkları reklamlarla alabildiğine bulanıklaştırılmakta; bırakın okumayı, kitap bulundurmak bile idamla cezalandırılan bir suç sayılmaktadır. İtfaiyeciler artık bir zamanlar bizim bildiğimiz anlamdaki görevlerinden bihaber, sadece yangın çıkartmakla görevlidirler. Kitapları, kitap bulunan evleri ve kitap bulunduran insanları yakmakla... Başkahramanımız Guy Montag da bir itfaiyecidir ve kapı komşuları küçük Clarisse ile tanışana kadar da ne kurulu düzeni ne de yaptığı işi sorgulamak gelmiştir aklına ancak bu tanışma, bu sefer bambaşka bir yangının kıvılcımı olacaktır Montag için...

451 fahrenheit -yaklaşık 233 °C-  kitap kağıdının yanma derecesi; aynı zamanda kitaptaki itfaiye kuruluşunun da bir nevi sembolü. İskenderiye Kütüphanesi yangınlarından, Nazi'lerin iktidara gelmeleriyle birlikte başlattıkları propaganda sürecine; McCarthy dönemi Amerika'sından, darbeler sonrası Türkiye'ye oldukça geniş bir kapsama sahip kitap yakma tarihine şahitlik eden insanoğlunun belki de gerçeğe en yakın distopyası Fahrenheit 451.  İnsanların düşünmedikleri halde kendilerini zeki sanmalarını sağlayan kitlesel iletişim araçlarının esiri oldukları, televizyonun kitleleri düzene zararsız "zombiler" haline getirdiği ve kitapların dolu birer silah olarak görüldüğü bu hayali dünya, kitabın 1953 yılında yazıldığı göz önünde bulundurulduğunda, Bradbury'nin sahip olduğu öngörüye hayran bırakıyor.

Yola çıkılan fikir ve finale doğru hala "aklını yitirmemiş" insanların verdikleri savaş, ziyadesiyle özgün ve derin bir altyapı oluşturuyor olsa da kitabın bütünü için edebi bir şaheser demek mümkün değil. Bradbury'nin 1993'te kaleme aldığı Alev Alev başlıklı önsözde anlattığı, kitabın beş kısa öyküden toparlanıp, düzenlenmiş olması ve bunun üzerine de bir kaç kere revizyon görmesi anlatımda bütünlüğün bölünmesine, belirli bir noktaya odaklanamamasına neden olmuş gibi görünüyor. Akıcılık veya dil açısından herhangi bir sıkıntı olmamasına rağmen kitabı okuyup bitirdiğinizde bir yarım kalmışlık, aralarda kimi sayfaları kopmuş bir nüsha okumuşsunuz hissiyatı oluşuyor. Distopyanın derinliğinin ve felsefi sorgulama sürecinin yoksunluğu ile karakterlerin tutarsızlıkları bu acele edilmişlik hissini perçinliyor. Ancak yukarıda değinmeye çalıştığım eserin düşünsel yapısı ve ihtiva ettiği yaratıcılık, tüm bu olumsuz yargıların gözardı edilmesini sağlayacak güçte. 

Tüm bunların yanı sıra; kitabın 1966'da ünlü yönetmen François Truffaut tarafından sinemaya uyarlandığını ve yazarın Fahrenheit 451 evreninin yan öykülerinden oluşan Yakma Zevki isimli kitabının 2010 yılında yayımlandığını belirtmiş olayım -ki tez vakitte okuyabilmeyi ümit ediyorum.

Sonuç olarak Fahrenheit 451, edebi niteliğiyle değil belki ama taşıdığı sembolik anlam itibariyle oldukça değerli bir eser: Çok da uzak olmayan bir geçmişte, kitapların yakılmasının yeterli görülmediği; yazarlarının da yakıldığı bir memlekette mutlaka okunması gereken bir kitap.

Fahrenheit 451 Ray Bradbury, İthaki Yayınları - 242 s.

Yalnızlar Mektebi Dergi

"Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikâyet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?"
Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Efendim kimilerince malum; uzun bir süredir Yalnızlar Mektebi'nin talebelerinden birisiyim ben de... Edebiyattan, sanattan başka bir derdi olmayan bir kaç kalem, Devran Bostancıoğlu'nun önderliğinde bir araya gelerek Eylül 2012'de interaktif yayın hayatına başlamış, fanzin niteliğindeki ilk matbu yayınımızı ise bu sene mart ayında çıkartmıştık.

Yalnızlar Mektebi'nin ikinci sayısı, artık resmen bir dergi olarak, mayıs itibariyle raflardaki yerini aldı! 

Kadronun öykü, şiir ve çizimlerinden başka; Ahmet Hamdi Tanpınar'ın zaman üzerine söylediklerini konu edinen bu sayıya Hakan Bıçakcı "Eskiden nostalji mi varmış?" yazısıyla konuk olurken, mektep ekibi Altay Öktem'le nezaket kisvesi altında klişelere dayanmayan bir söyleşi gerçekleştirdi. On soruyla Aziz Kedi'yi sorguya çeken ekip aynı zamanda kolektif sinema ve kültür-sanat etkinlikleri sayfalarını da hazırladı. Benim de, naçizane, Ebediyen Edebiyat köşesiyle katkıda bulunduğum Yalnızlar Mektebi'nin satış noktalarına buradan, sayı hakkında daha detaylı bilgiye ise şuradan ulaşabilirsiniz. 

Yalnızlar Mektebi'nin facebook sayfası burada, twitter sayfası ise burada. Ayrıca ilk sayıya mahsus çıkan e-dergiyi okumak isterseniz de böyle buyurun. 

İçinde yer aldığım bir oluşumu övecek halim yok elbette ancak safi içinde yer alarak bile nitelikli bir iş çıkardığımıza olan inancımı dile getirmiş olduğumu düşünüyorum. Edebiyatla ilişkisini sınırların dışına taşımak isteyen her okuru bekleriz; şimdiden keyifli okumalar! 

Korkuyu Beklerken Gelenler - Hilmi Tezgör

Jön Türklerden bu yana, devleti kurtarmak, daha yaşanır bir ülke kurmak uğruna erkek Türk aydını masa başında (hayallerinde diye de okunabilir) bir halk, bir toplum, bir insan kavramı tasarlamış ve gerçeklerin bu tasarıma uymasını beklemiştir.

Emre Erbatur – Oğuz Atay’ın “Tahta At” Öyküsü ve Erkeklikler
Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken'i hakkında yazdığım yazıda belirtmiştim; 2010 yılında Hilmi Tezgör, Yeditepe Üniversitesi'nde "Oğuz Atay'ın Sekiz Öyküsü İçin Sempozyum" başlıklı bir buluşma düzenliyor ve bir sonraki yıl, bu sempozyumda sunulan bildirilerden mürekkep bir seçkiyi Korkuyu Beklerken Gelenler isimli kitapta bir araya getiriyor.


Zaman zaman dile getirmişimdir; okuduğum bir kitabın hemen ardından esere dair edebi bir kritik veya inceleme okumaktan çok hoşlanıyorum. Bu tür bir okuma, görebildiklerimi onaylamanın, göremediklerimi göstermenin yanı sıra kitabın belleğimdeki ve benliğimdeki hazmedilme sürecine de büyük katkıda bulunuyor. Ancak ilk kez okuduğum bir kitap hakkında bir kitap okudum; en genel tanımla "farklı" bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. 

Korkuyu Beklerken Gelenler'i okurken sık sık nitelikli edebiyat eleştirisi okumanın hazzıyla, bir eserin adeta otopsisini yaparcasına "kesilip, biçilmesinin" rahatsızlığı arasında gidip geldim. Kimi yazılar sahiden incelikli düşünülmüş ve kaleme alınmış, kimi yazılarsa öyküler fazlasıyla zorlama bir şekilde incelenmiş izlenimi bırakıyor. Aynı öykü üzerine yazılan yazılarda mütemadiyen tekrara düşülmesi de bir noktada yorucu bir okuma sürecine sebep oluyor. Derlenen bildirilerin hepsi elbette akademik veya edebi anlamda ayrı ayrı değerli ancak şahsi olarak bana yeni bir şeyler anlatabilmiş birkaç yazıya değinmek istiyorum:

Doğan Yaşat, "Oğuz Atay'ın Öykülerinde 'Susku' İzleği" başlıklı makalesinde farklı bir perspektif ve sağlam argümanlar sunuyor. "Susku"nun sinema veya tiyatrodan farklı olarak edebiyatta aktarmanın en zor olduğu unsurlardan birisi olduğunu belirten Yaşat, Atay'ın öykülerindeki susku izleğini sağlam adımlarla takip ediyor. 


2004'de Adam Öykü'de yayımlanan ve kitap için gözden geçirilerek küçük bir ek yapılan "Oğuz Atay Öyküsünde Birey: Notlar, Sorular" başlıklı yazısında ise Selahattin Özpalabıyıklar'ın hem birey üzerine tespitleri oldukça başarılı hem de birey olmanın yerel siyasi tarihteki yerini, Atay'ın "değer gördüğü dönemler"le bağdaştırması oldukça incelikli bir görüş:
"Oğuz Atay'ın, çoğu 'kült' yazarın -örnekse Tanpınar'ın, Nazım'ın- başına geldiği gibi, belli dönemlerde yeniden hatırlanmak, yeniden 'kült'leşmek, dahası 'mitleşmek', 'moda olmak' gibi bir yazgısı var. Bu dönemler gerçekten de belli dönemler: Kabaca 'baskı öncesi' ve 'baskı sonrası' dönemleri oldukları söylenebilir kanısındayım."
Benim ilgimi en çok çeken yazılardan birisi olan "Bir Film, Bir Hikaye: 'Beyaz Mantolu Adam'" yazısında ise Sibel Ercan, kitaptaki öykülerden Beyaz Mantolu Adam ile aynı öykünün 1999'da Yüksel Yavuz tarafından yönetilen  sinema uyarlamasını karşılaştırıyor. Benim gibi böyle bir filmin varlığından haberdar olmayanları bilgilendirmesi açısından oldukça yararlı bulduğum yazıdan, öyküyü sinemaya ilk uyarlayanın Yavuz değil, aslında Atay'ın bizzat kendisi olduğunu da öğreniyoruz -Yıldız Ecevit'in "Ben Buradayım..." isimli kitabına atıfla. Yüksel Yavuz imzalı filmi bulabilmek için epey bir çaba sarf etmeme rağmen başarılı olamadım. Bu noktada, film arayışıma belki yardımcı olabilir umuduyla, Sibel Ercan'a pek çok koldan ulaşmaya çalıştığımı ancak bu çabalarımda da muvaffak olamadığımı belirteyim ancak ümidimi kaybetmiş değilim; filme bir şekilde ulaşabilirsem, mutlaka paylaşmaya çalışacağım.

Kitapta yer alan, yukarıda bahsettiklerim dışında, 15 makalede ise Atay'ın öyküleri kah psikanalitik yaklaşımlarla ele alınmış kah alegorik çözümlemelerle incelenmiş. Kitapta, daha doğrusu bildirilerde beni en çok rahatsız eden ise referans kullanımının sıklığı: Yıldız Ecevit'in yukarıda adı geçen kitabından, Nurdan Gürbilek'in "Mağdurun Dili" isimli kitabına pek çok yerli deneme/inceleme kitabının sık sık kaynak gösterildiği makaleler, mevzu bahis kitapları okumuş olanlar için yeni veya farklı bir değer sunamama, özgünlükten yoksun kalma problemiyle karşılaşıyor; referansları, kendi söylemlerini desteklemek için değil de söylediklerini referanslarını desteklemek için kullanıyorlarmışcasına bir hava hakim çoğunda. Elbette bu durumu, olumlu bir bakış açısıyla, okunacak kitaplara yenilerinin eklenmesi olarak da algılamak pek mümkün. 


Kendi yazdıklarım dahil, blog yazılarının "edebiyat eleştirisi" veya "kitap incelemesi" olarak algılanmasından rahatsızlık duyuyorum: Eleştiri, inceleme ve yorum arasındaki bazen ince bazense ziyadesiyle bariz çizginin farkında olmak gerek kanaatindeyim; işte Korkuyu Beklerken Gelenler, bu farkındalığı yaratabilecek ölçüde profesyonel ve bir o kadar da keyifli bir kitap.

Korkuyu Beklerken Gelenler - Hilmi Tezgör (der.), İletişim Yayınları - 271 s.