Kitaplar bize ne tür eşekler ve aptallar olduğumuzu hatırlatmak içindir. Kitaplar, tören alayı büyük bir gürültü içinde caddede ilerlerken, Sezar’ın kulağına “Unutma, Sezar, sen de ölümlüsün” diyen pretoryen muhafızlarıdır. Çoğumuz dünyayı dolaşıp herkesle tanışamayız, bütün şehirleri göremeyiz. Bunun için zamanımın, paramız ve bu kadar çok arkadaşımız yoktur. Aradığın şeyler, Montag, dünyada, fakat vasat bir insan için onların yüzde doksan dokuzunu görmenin yolu kitaplardan geçer.
Ray Bradbury gerçek bir kitap tutkunu: Dokuz yaşındayken İskenderiye Kütüphanesi'nin üç kere yandığını öğrendiğinde ağlayan, liseden sonra üniversitede okumaya gücü yetmeyen ancak yıllar sonra bir kolej müdürü tarafından resmen kütüphaneden "mezun" edilen, hayatındaki bütün kadınların öğretmen, kütüphaneci ya da kitap satıcısı olduğunu söyleyen ve eşiyle de bir kitapçı dükkanında tanışan bir isim. İşte Fahrenheit 451 de tam bu türden bir kitap aşığının yazabileceği bir kitap.

451 fahrenheit -yaklaşık 233 °C- kitap kağıdının yanma derecesi; aynı zamanda kitaptaki itfaiye kuruluşunun da bir nevi sembolü. İskenderiye Kütüphanesi yangınlarından, Nazi'lerin iktidara gelmeleriyle birlikte başlattıkları propaganda sürecine; McCarthy dönemi Amerika'sından, darbeler sonrası Türkiye'ye oldukça geniş bir kapsama sahip kitap yakma tarihine şahitlik eden insanoğlunun belki de gerçeğe en yakın distopyası Fahrenheit 451. İnsanların düşünmedikleri halde kendilerini zeki sanmalarını sağlayan kitlesel iletişim araçlarının esiri oldukları, televizyonun kitleleri düzene zararsız "zombiler" haline getirdiği ve kitapların dolu birer silah olarak görüldüğü bu hayali dünya, kitabın 1953 yılında yazıldığı göz önünde bulundurulduğunda, Bradbury'nin sahip olduğu öngörüye hayran bırakıyor.
Yola çıkılan fikir ve finale doğru hala "aklını yitirmemiş" insanların verdikleri savaş, ziyadesiyle özgün ve derin bir altyapı oluşturuyor olsa da kitabın bütünü için edebi bir şaheser demek mümkün değil. Bradbury'nin 1993'te kaleme aldığı Alev Alev başlıklı önsözde anlattığı, kitabın beş kısa öyküden toparlanıp, düzenlenmiş olması ve bunun üzerine de bir kaç kere revizyon görmesi anlatımda bütünlüğün bölünmesine, belirli bir noktaya odaklanamamasına neden olmuş gibi görünüyor. Akıcılık veya dil açısından herhangi bir sıkıntı olmamasına rağmen kitabı okuyup bitirdiğinizde bir yarım kalmışlık, aralarda kimi sayfaları kopmuş bir nüsha okumuşsunuz hissiyatı oluşuyor. Distopyanın derinliğinin ve felsefi sorgulama sürecinin yoksunluğu ile karakterlerin tutarsızlıkları bu acele edilmişlik hissini perçinliyor. Ancak yukarıda değinmeye çalıştığım eserin düşünsel yapısı ve ihtiva ettiği yaratıcılık, tüm bu olumsuz yargıların gözardı edilmesini sağlayacak güçte.
Tüm bunların yanı sıra; kitabın 1966'da ünlü yönetmen François Truffaut tarafından sinemaya uyarlandığını ve yazarın Fahrenheit 451 evreninin yan öykülerinden oluşan Yakma Zevki isimli kitabının 2010 yılında yayımlandığını belirtmiş olayım -ki tez vakitte okuyabilmeyi ümit ediyorum.
Sonuç olarak Fahrenheit 451, edebi niteliğiyle değil belki ama taşıdığı sembolik anlam itibariyle oldukça değerli bir eser: Çok da uzak olmayan bir geçmişte, kitapların yakılmasının yeterli görülmediği; yazarlarının da yakıldığı bir memlekette mutlaka okunması gereken bir kitap.