distopya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
distopya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury

Kitaplar bize ne tür eşekler ve aptallar olduğumuzu hatırlatmak içindir. Kitaplar, tören alayı büyük bir gürültü içinde caddede ilerlerken, Sezar’ın kulağına “Unutma, Sezar, sen de ölümlüsün” diyen pretoryen muhafızlarıdır. Çoğumuz dünyayı dolaşıp herkesle tanışamayız, bütün şehirleri göremeyiz. Bunun için zamanımın, paramız ve bu kadar çok arkadaşımız yoktur. Aradığın şeyler, Montag, dünyada, fakat vasat bir insan için onların yüzde doksan dokuzunu görmenin yolu kitaplardan geçer.
Ray Bradbury gerçek bir kitap tutkunu: Dokuz yaşındayken İskenderiye Kütüphanesi'nin üç kere yandığını öğrendiğinde ağlayan, liseden sonra üniversitede okumaya gücü yetmeyen ancak yıllar sonra bir kolej müdürü tarafından resmen kütüphaneden "mezun" edilen, hayatındaki bütün kadınların öğretmen, kütüphaneci ya da kitap satıcısı olduğunu söyleyen ve eşiyle de bir kitapçı dükkanında tanışan bir isim. İşte Fahrenheit 451 de tam bu türden bir kitap aşığının yazabileceği bir kitap.

Zaman değişmiş; düşünmeyen, sorgulamayan tüketim toplumu güç sahiplerinin yegane amacı halini almıştır. İnsanların zihinleri, çok kısa ses ve görüntü bombardımanlarıyla, evlerinin dört duvarı da dev televizyonlarla kaplı salonlarında yapay aile ve arkadaşlarla, seyahat ederken bile maruz kaldıkları reklamlarla alabildiğine bulanıklaştırılmakta; bırakın okumayı, kitap bulundurmak bile idamla cezalandırılan bir suç sayılmaktadır. İtfaiyeciler artık bir zamanlar bizim bildiğimiz anlamdaki görevlerinden bihaber, sadece yangın çıkartmakla görevlidirler. Kitapları, kitap bulunan evleri ve kitap bulunduran insanları yakmakla... Başkahramanımız Guy Montag da bir itfaiyecidir ve kapı komşuları küçük Clarisse ile tanışana kadar da ne kurulu düzeni ne de yaptığı işi sorgulamak gelmiştir aklına ancak bu tanışma, bu sefer bambaşka bir yangının kıvılcımı olacaktır Montag için...

451 fahrenheit -yaklaşık 233 °C-  kitap kağıdının yanma derecesi; aynı zamanda kitaptaki itfaiye kuruluşunun da bir nevi sembolü. İskenderiye Kütüphanesi yangınlarından, Nazi'lerin iktidara gelmeleriyle birlikte başlattıkları propaganda sürecine; McCarthy dönemi Amerika'sından, darbeler sonrası Türkiye'ye oldukça geniş bir kapsama sahip kitap yakma tarihine şahitlik eden insanoğlunun belki de gerçeğe en yakın distopyası Fahrenheit 451.  İnsanların düşünmedikleri halde kendilerini zeki sanmalarını sağlayan kitlesel iletişim araçlarının esiri oldukları, televizyonun kitleleri düzene zararsız "zombiler" haline getirdiği ve kitapların dolu birer silah olarak görüldüğü bu hayali dünya, kitabın 1953 yılında yazıldığı göz önünde bulundurulduğunda, Bradbury'nin sahip olduğu öngörüye hayran bırakıyor.

Yola çıkılan fikir ve finale doğru hala "aklını yitirmemiş" insanların verdikleri savaş, ziyadesiyle özgün ve derin bir altyapı oluşturuyor olsa da kitabın bütünü için edebi bir şaheser demek mümkün değil. Bradbury'nin 1993'te kaleme aldığı Alev Alev başlıklı önsözde anlattığı, kitabın beş kısa öyküden toparlanıp, düzenlenmiş olması ve bunun üzerine de bir kaç kere revizyon görmesi anlatımda bütünlüğün bölünmesine, belirli bir noktaya odaklanamamasına neden olmuş gibi görünüyor. Akıcılık veya dil açısından herhangi bir sıkıntı olmamasına rağmen kitabı okuyup bitirdiğinizde bir yarım kalmışlık, aralarda kimi sayfaları kopmuş bir nüsha okumuşsunuz hissiyatı oluşuyor. Distopyanın derinliğinin ve felsefi sorgulama sürecinin yoksunluğu ile karakterlerin tutarsızlıkları bu acele edilmişlik hissini perçinliyor. Ancak yukarıda değinmeye çalıştığım eserin düşünsel yapısı ve ihtiva ettiği yaratıcılık, tüm bu olumsuz yargıların gözardı edilmesini sağlayacak güçte. 

Tüm bunların yanı sıra; kitabın 1966'da ünlü yönetmen François Truffaut tarafından sinemaya uyarlandığını ve yazarın Fahrenheit 451 evreninin yan öykülerinden oluşan Yakma Zevki isimli kitabının 2010 yılında yayımlandığını belirtmiş olayım -ki tez vakitte okuyabilmeyi ümit ediyorum.

Sonuç olarak Fahrenheit 451, edebi niteliğiyle değil belki ama taşıdığı sembolik anlam itibariyle oldukça değerli bir eser: Çok da uzak olmayan bir geçmişte, kitapların yakılmasının yeterli görülmediği; yazarlarının da yakıldığı bir memlekette mutlaka okunması gereken bir kitap.

Fahrenheit 451 Ray Bradbury, İthaki Yayınları - 242 s.

Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley

İnsan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlandırılmamışsa, mutluluk, gerçekten çok daha zor bir uğraş.
Bu sıralar distopya okumalarına sarmış durumdayım; uzun vadede önceliği türün bilindik kültlerine verip, zaman içerisinde daha kıyıda köşede kalmış örnekleri de okumak arzusundayım. Azdır ama bilmeyenler için distopyayı kısaca tanımlamak gerekirse; en basite indirgenmiş haliyle ütopyanın anti-tezi diyebiliriz. Yani karanlık bir gelecek hayali/kurgusuyla çağının toplumsal ve siyasal yapısını ele alan ve/ya eleştiren eserlere distopya adı veriliyor. (Elbette sadece geleceğin tahayyülü ile gününü anlatmak gibi bir koşul yok; geçmişi anlatarak dönemini eleştirebilir veya tam tersini gerçekleştirebilir.)

Aldous Huxley'nin 1932'de yayımlanan eseri Cesur Yeni Dünya ise genel kapsamda distopya olarak anılsa da pek çok okur ve hatta akademisyen tarafından distopya mı yoksa ütopya mı diye tartışılan bir kitap. Bu konuyu, nedenleriyle beraber, biraz sonra değinmek üzere kenara koyup kısaca kitabın konusuna değinmek gerekirse; Cesur Yeni Dünya, Ford'dan sonra 632 yılını anlatıyor. Yani Amerikan araba kodamanı Henry Ford'un gelişini yeni miladı kabul eden, dolayısıyla onun endüstriyel felsefesini ilke edinmiş bir dünya düzeni söz konusu. İnsanların tüplerde "üretildiği", öjenik ve hipnopedi vasıtasıyla devlet gereksinimleri doğrultusunda kaderlerinin çizildiği bir dünya... Bu dünyada hastalıklar, savaşlar ve yoksulluk yok; herkes alabildiğine mutlu, teknoloji çok gelişmiş ve insanoğlunun eğlenmesine, mutlu olmasına amade bir durumda. Bu "ütopik" tabloyu gölgeleyen, hatta karanlıklaştıran ise bahsi geçen mutlak mutluluk pahasına ödenen bedeller; sanat ve bilimin ortadan kalkması; din ve felsefe kavramlarının yok olması; aile ve bağlılığın ayıp sayılması; dolayısıyla düşünmek ve sevmek gibi insani ihtiyaçların birer bilinmeze dönüşmesi. Kurnaz bir manevrayla hikayeye yedirilmiş ve sık sık bilim-kurguya kayan (eserin 80 yıl önce kaleme alındığına dikkat etmek gerek) bu dünya tasvirlerinden sonra ise asıl hikaye başlıyor; belli başlı kahramanlar ekseninde sistem ve sistemin getirdikleri içerisinde bireyin mutlak yalnızlığından, varoluş problemine kadar felsefi bir altyapıya sahip problemleri ele alınıyor.

Kitabı okurken, yaratılan evrendeki insanların aptal-mutluluklarına ve felsefi boşluklarına rağmen anlatılanların zaman zaman "neredeyse ideal bir dünya" olduğunu düşünmemek elde değil. Öyle ki, "Acaba okuduklarımı yanlış mı yorumluyorum? Bu okuduğum bir distopya olmayabilir mi?" diye düşündüm ben de... Bunun sebebini ise İthaki Yayınları'nın okuduğum baskısında (2012) kitabın sonunda yer alan David Bradshaw imzalı "Cesur Yeni Dünya Üzerine" başlıklı makalede buldum: Bradshaw'a göre eserin kaleme alındığı süreçte Huxley de tam olarak neyi amaçladığını bilmemekteydi; "bir hiciv mi, bir kehanet mi, yoksa bir proje mi yazdığından kendisi de emin değildi." Bu durumu, yazarın uzun bir süreçte değişen dünya görüşüne, İkinci Dünya savaşının yaşattığı yıkıma yakından şahit oluşuna ve bu süreçte kaleme aldığı kurmaca olmayan yazılara dayanarak pek çok farklı anlamlandırmanın yapılmasına dayandıran Bradshaw, Cesur Yeni Dünya'yı bir klasik haline getiren özelliğinin de "romanın derin çift yönlülüğünü doğuran kaygı ile belirsizlikler" olduğunu dile getiriyor.

Kitabın zamansızlığına dair en önemli özelliği ise -insanoğlunun tarihten asla ders almamasının bir getirisi olarak- yazılmasının üstünden geçen seksen seneye rağmen  hala günümüz siyasi ve toplumsal yapısına dair doğru tespit ve eleştiriler getirebiliyor oluşu. Örneğin: Kapısında "Cemaat, Özdeşlik, İstikrar" yazan, insan üretiminin gerçekleştiği kuluçka ve şartlandırma merkezinde yapılan uygulamalar, gerçeküstü veya mantığa aykırı gelse de çağımızın sosyopolitik düzeni, embriyo iken değilse bile doğumuyla beraber bireyin kaderine dair çok net planlar çizmiş, sosyal ve ekonomik adalet(sizlik) açısından bireyin yapabilecekleri ve yapamayacaklarını belirlemiş durumda. Toplum içerisinde -somut maddelere dayandırılmasa da- bariz bir sınıflandırma, herkesin kendi halinden memnun olması gerektiğini empoze eden bilgi bombardımanı ve ne olursa olsun insanoğlunun mutlak mutlulukta sabit kalması gerektiği düşüncesi, hiç de bilim-kurgusal icatlara gereksinmeden, ziyadesiyle hakim konumda. Kitabı yazmasından 14 yıl sonra kendi eseri hakkında kaleme aldığı eleştirel önsözde Huxley de bu karanlık gelecek öngörüsü için şunları söylüyor: "O zamanlar, bunu gelecekte altı yüzyıl sonraya atmıştım. Bugün tek bir yüzyıl içinde bütün bu dehşet üzerimize çökebilecek gibi görünmektedir. Tabi bu sırada kendimizi moleküllere ayırmaktan kaçınırsak." Ayrıca kurgulanan yeni bir dünya düzeni söz konusu olduğunda ister istemez yazarın ideolojik duruşu da eserin neden kaleme alındığına dair düşüncelerin çeşitlenmesine sebep oluyor. Cesur Yeni Dünya için yapılan "Kapitalizmi mi yoksa komünizmi mi eleştiriyor?" tartışmasında, iki taraf da kendi haklı nedenlerini ideolojik temellere ve Huxley'nin siyasi görüş ile geçmişine dayandırırken, aynı zamanda kitabın distopya olup olmadığını da tartışmaya açmış oluyor...

Bütün bu tartışmaların temelinde ise Cesur Yeni Dünya'nın okuru sık sık felsefi sorularla muhatap eden yapısı yer alıyor. Toplum tarafından dışlanmanın psikolojisinden, bireyin toplum içerisinde eriyik hale gelerek mutluluğu mutlak telakki etmesine kadar birey-toplum ilişkisini irdeleyen Huxley; varoluş, mutluluk, yalnızlık ve daha pek çok felsefi meseleye dair herhangi net bir görüş dikte etmese de okuru düşünmeye davet ediyor. Bu davetin kör göze parmak sokmadan yapılması, fazlasıyla metne yedirilmiş olması da edebi açıdan tatminkar bir duruş olarak beliriyor.

Huxley'nin, altında yatan maksadı bir yana, aile kavramının müstehcen kabul edildiği bir dünya kurgulayıp, bu kurguyu da bir eleştiri addetme yoluyla aileyi kutsallaştırması ve kişi için manevi yönden önemi yüksek bir değer olarak göstermesi ise hoşuma gitmeyen özelliklerin başında yer aldı. Sistemi ve mutlak mutluluğu sorgulayan bir metin içerisinde, aile kavramının getirdikleri ve birey üzerinde kurduğu baskı unsurunu gözden kaçırması (veya görmezden gelmesi) eleştirinin samimiyetine gölge düşürüyor kanaatindeyim.
Ayrıca Shakespeare'in bir dizesinden esinlenilen "Brave New World" isminin olduğu gibi "Cesur Yeni Dünya" olarak çevrilmesini de yanlış bulduğumu belirtmeliyim; bahsi geçen dizede cesaretten, yiğitlikten ziyade "dehşetli, yaman" anlamı bulunduğunu düşünüyorum. Kapak tasarımını başarısız, sayfa ebatlarının cep-kitabı boyutlarında olmasını ve bunun tek alternatif olmasını ise lüzumsuz bulduğumu da söylemeden geçmeyeyim.

Yazının hacmi daha fazla sınırları aşmadan neticelendirmek gerekirse; Cesur Yeni Dünya safi bilim-kurgu ve distopya özellikleriyle değil, düşünmek üzerine düşündüren alt metniyle de klasikler arasındaki yerini fazlasıyla hak eden bir eser.

Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley, İthaki Yayınları - 349 s.

Sineklerin Tanrısı - William Golding

Bizden başka canavar yok belki de...
Sevgili Gölgeliyol ile okullarımızın açılmasıyla beraber yoğun bir tempoya girmemiz sebebiyle bir süre ara vereceğimiz ortak okumalarımızın sonuncusu William Golding'in kült eseri Sineklerin Tanrısı oldu.  

Bir söylentiye göre önceleri yirmiye yakın yayınevi tarafından reddedilen ancak sonrasında 1954 yılında yayımlanan ve büyük ses getiren bir distopya Sineklerin Tanrısı. Öyle sanıyorum ki bir yerlerden duymuşsunuzdur ancak bilmeyenler için konusuna değinmek gerekirse; gelecekteki atom savaşı sırasında, güvenilir bir yere götürülmek üzere bindirildikleri uçak saldırıya uğradığı için ıssız bir adaya düşen, başlarında hiçbir yetişkinin bulunmadığı, yaşları 6 ile 12 arasında değişen bir grup İngiliz çocuğun öyküsü anlatılıyor kitapta. Ancak bu, buzdağının görünen kısmı. 

Temel olarak kitabın ana kurgusu bunun üzerine kurulmuş olsa da, alegorinin en yetkin örneklerinden biri haline gelecek kadar simgelerle dolu bir kitap esasında: İyiyle kötünün, medeniyetle vahşiliğin, masumiyetle barbarlığın çatışmasını ele almış; insanoğlunun varoluşsal niteliklerinin kritiğini yapmış Golding

Kitabın sonunda, çeviriyi de yapan Mina Urgan imzalı bir Sonsöz mevcut (okuduğum bir kitabın hemen ardından o kitap hakkında edebi bir eleştiri okumak gerçekten çok hoşuma gidiyor, bu hususta Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'na müteşekkirim) ki orada tüm bu simgesel anlatımın izahatını, oldukça açıklayıcı bir şekilde yapmış kendisi. 

Sineklerin Tanrısı kesinlikle tedirgin edici bir kitap; öyle ki sık sık elimden bırakıp, okumaya ara verme ihtiyacı duydum. Okuduklarından öyle pek de kolay etkilenen biri olmamama rağmen zaman zaman oldukça gerildim. Belirtmem gerekir ki, William Golding böylesi başarılı bir etkiyi aşırı detaylı şiddet sahneleri veya biraz sonra ne olacağını merak ettirme yoluyla değil, yarattığı atmosfer vasıtasıyla başarmış. Kimi yerlerde işler çığırından çıksa da, bana çoğu zaman şiddet unsurları bir nebze yumuşatılmaya çalışılmış gibi bile geldi...

Kitaba dair hoşuma gitmeyen unsurlardan birisi; yazarın betimlemelerde kullandığı dil oldu. Bazı zorlama tasvirler, hele bir de devrik cümlelerle bir araya geldiğinde, oldukça zorlu bir okuma deneyimi sunuyor. Kurgunun en heyecanlı yerlerinden birinde, karakterin üzerine düşen "atmosfere hayali bir hava katan, ağaçların koyu yeşil yapraklarından meydana gelen damın arasından yağmur gibi damla damla parlayan altın sarısı gün ışığı" minvalinden tasvirler okumak hem akıcılığı öldüren, hem de okuru yoran bir unsur olmuş. Çeviri hususunda ise "yarda" gibi metrik olmayan ölçü birimleri ile "cengel" gibi dilimize geçişi eskide kalmış kimi kelimeler başlarda biraz garip gelse de, alıştıktan sonra bir problem olmaktan çıkıyor.

Sürpriz bozmadan kitaba dair söyleyebileceklerim bu kadar; distopya türünün ideal örneklerinden olan klasikleşmiş bu kitap, mutlaka her edebiyat severin okuması gerekenler arasında. 

Sineklerin Tanrısı - William Golding, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - 261 s. 

Otomatik Portakal - Anthony Burgess

Bazılarımız mücadele etmeli. Büyük özgürlük geleneklerini savunmak gerek. Ben partizan değilim. Rezalet gördüm mü düzeltmeye çalışırım. Parti isimlerinin hiçbir anlamı yok. Sadece özgürlük geleneği önemli. Sıradan insanlar ondan vazgeçecektir, ah evet. Daha sakin bir hayat uğruna özgürlüğü satacaklar. Bu yüzden dürtüklenmeleri, dürtüklenmeleri gerekiyor…
"Filmi kitabından meşhur uyarlamalar" listesi yapılacak olsa, üst sıralarda yer alacak kitaplardan birisi Otomatik Portakal olur herhalde. 1962 yılında  yayımlanan Anthony Burgess imzalı kitap, yayım tarihinden dokuz yıl sonra, 1971'de Stanley Kubrick tarafından sinemaya uyarlanmış. Sinemanın kültleri arasında sayılan film, kitabından çok daha fazla üne sahip. Konumuz bu değil elbette, konumuz; sevgili Gölgeliyol ile ortak okumalarımıza dahil ettiğimiz  kitap.  

Distopik bir kitap olan Otomatik Portakal, tabiri caizse dünyanın çivisinin çıktığı bir zamanda geçiyor; gençlerin  bir eğlence aracı olarak ölçüsüz şiddet kullandığı, polis güçlerinin noksan olduğu ve insanların geceleyin dışarıya çıkmaktan dahi korkar olduğu bir dünya. Bu gençlerden biri de, çetesiyle beraber takılan 14 yaşındaki Alex. Ergenliğin tüm devinimleriyle beraber, zamanının modasına da ayak uyduran Alex, çeşitli suçlar işlemekten uzak durmuyor ancak bir gün yakayı ele veriyor ve devletin, suçluları ıslah etmek ve hapishanelerdeki yoğunluğu azaltmak adına uyguladığı bir politikanın ilk deneği oluyor. Şartlandırma tekniğine dayanan bu uygulama, insanların kötülük yapmasını tam anlamıyla engelliyor ve insanların iyi olma seçeneklerini ellerinden alarak iyi olmalarını mecbur kılıyor.

Kitabın temel felsefesinde de bu durum sorgulanıyor zaten; Burgess, otoritenin insanları birer otomatik portakala çevirme gayesi üzerinden sosyal ve toplumsal eleştirilerde bulunuyor. Bunu yaparken, içerikte öğretici bir üsluptan uzak durmayı başarmış olsa da eserin ana hatlarında kalın bordürlerle çizilmiş bir didaktisizm söz konusu -ki zaman zaman rahatsız edici boyutlara ulaşıyor bu durum. Değinmek istediğim bir diğer nokta ise ilk kısımda Alex'in yaptıklarını okurken şahit olduğumuz şiddet pornosu; atmosferi yaratmak ve etkileyicilik kazandırmak için gerekli ve bir o kadar da gerçekçi kaleme alınan bu kısımlar, ister istemez huzursuz ediyor insanı. Sanıyorum ki bir açıdan bakıldığında maksat da bu zaten. 

Okumaya başlarken, çeviri olması sebebiyle, eserin diline dair tereddütlerim vardı; yazarın, gençlerin kullandığı yeni bir jargon (Nadsat) türettiğini ve kitabı değerli kılan unsurlardan birinin de bu olduğunu biliyordum. Kitapta "eski kafiyeli argolardan gelişigüzel alıntılar ... biraz da çingene dili ama kökenleri temelde Slav" olarak tanımlanan bu yeni lehçe, çeviride sadece argoya ilişkin özelliğini koruyabilmiş maalesef. Belli başlı kelime değişiklikleri (yumruk yerine zumzuk, kadın yerine cıvır kullanılması ve görmek/bakmak/izlemek gibi gözle ilgili tüm eylemlerin dikizlemek ile değiştirilmesi vb.) farklı bir dilin varlığını ortaya koysa da tatminkar bir sonuç çıkarmamış ortaya. Orijinal hali hakkında çok fazla bilgim olmasa da, anladığım kadarıyla en büyük sıkıntı kaynağı, dilin şiirselliğini yitirmiş olması. Pek çok kaynakta akıcı, şiirsel, kafiyeli olarak nitelendirilen Nadsat, çeviride bu özelliklerini yitirmiş ve ortaya eğreti, gerçeklikten uzak ve yapmacık bir üslup çıkmış. Halbuki bu argo değiş tokuşunun yerine, dilimizde olmayan jargon terimleri olduğu gibi ya da Türkçeleştirilerek (okundukları gibi yazılarak) kullanılsaydı, aslına çok daha yakın bir sonuç ortaya çıkabilirdi diye düşünmekteyim. 

Hem distopya, hem de kült eserler arasında olması sebebiyle okumak istediğim bir kitaptı Otomatik Portakal ve okumuş olmaktan da oldukça memnunum. Yine de, sanırım dildeki aksaklıklar yüzünden, beklediğimi bulamadığımı belirtmeliyim. Bu arada bu kitabı çok ince bir şekilde bana hediye eden sevgili Beyaz Kitaplık'a da tekrar teşekkürlerimi sunmak isterim. Benzer sebeplerle okuma arzusundaysanız, beklentilerinizi fazla da büyütmeden, rahatlıkla okuyabileceğiniz bir kitap.

Otomatik Portakal - Anthony Burgess, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - 176 s.