Peri Gazozu - Ercan Kesal

Eskiden el yazması kitapların içine "ya hafız, ya kebikeç" yazılırmış. Bu duanın, kitabı haşarattan, nemden ya da yangından koruduğuna inanılırmış. Ve yine rivayet olur ki bu yazının mürekkebi böcekler için zehirli olan düğünçiçeği bitkisinin suyundan yapılırmış. Özel bir mürekkeple yazılan bir tür muska yani: "koruyan, esirgeyen kebikeç" anlamında...
"...İnsanların birden fazla disiplinle meşgul olması ve birçok dalda eser vermesi anlamına gelir," diyor Zülfü Livaneli, Edebiyat Mutluluktur'da Rönesans yaratıcılığı için. Nietzsche'nin felsefe ve şiirle beraber bestecilikle de ilgilenmesini, Günter Grass'ın ise yazar, ressam ve heykelci olmasını örnek gösteriyor ardından. 

Ercan Kesal işte tam da böyle, Rönesans yaratıcılığına sahip bir isim: Oyuncu kimliğiyle ilk olarak Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak filminde tanıştığımız; Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu'da, Vavien, Küf ve Sen Aydınlatırsın Geceyi gibi filmlerde de rol alan, aynı zamanda ilk ikisinin senaryolarında da imzası bulunan; yaklaşık bir yıl boyunca Radikal'de köşe yazarlığı yapmış bulunan Kesal aslında ise bir tıp doktoru. Kimi köşe yazılarıyla beraber yayımlanmamış üç hikayesinin yer aldığı ilk kitabı Peri Gazozu ile öykücü kimliğiyle de tanıştığımız bir isim. 

Peri Gazozu, edebiyatla ilgisi olsun olmasın büyük bir kitleye okuttu kendini: Bunda Kesal'ın, kendisini tanımadan dahi insanda bıraktığı babacan ve müşfik bir adam izleniminin yanı sıra özellikle son yıllarda bu konuda bir numara olan İletişim Yayınları'nın müthiş PR'ının etkisi de yadsınamaz sanıyorum ki. Hakikaten de son dönemde "ses getiren" eserlere bir bakın, iki kitaptan bir tanesi mutlaka İletişim imzası taşıyordur. 

Dönemimizin -ne yazık ki- bir getirisi olarak "nitelik" artık aranan veya talep edilen bir mefhum olmaktan çıktı ne de olsa; reklamlar, kapalı kapılar ardında yürütülen pazarlıklar, taktikler, popülarite, şekilciliğe hitap etme ve niceliğin ardından son sırada yer buluyor kendisine nitelik; herhangi bir eserin, ürünün veya metanın başarılı olarak adlandırılabilmesi için. 

Açık konuşalım; ülkemizde bir kitabın çıkmasını, vizyona girecek bir film gibi geri sayımla bekleyen büyük bir okur kitlesinin var olması muazzam olurdu ancak günümüzde kitabı dört gözle bekleyen bu kitle ile "edebiyat okuru" kitlesinin kesişim kümesi gerçekte o kadar küçük ki edebiyatın zaten kör topal ilerlemeye çalıştığı bir ortamda bu şekilde kendine yer bulan eser, yazar ve yayınevleri bu savaşın tam olarak neresinde yer alıyor tartışmak gerek kanaatindeyim. Bu durumun son örneğini Emrah Serbes'in Deliduman'ında yaşadık mesela -ki ne tesadüf, kitap İletişim Yayınları'ndan çıktı! İnsanların ne şartlarda olursa olsun bir "şeyler" okuyor olması bile sevindirici bulunsa da bazı optimistlerce, ben meseleye o kadar olumlu bakamıyorum. Çünkü takıldığım nokta o kitapların okunması, çok satması, bir şekilde insanları okumaya yöneltmesi değil; bütün bunları gerçekleştirirken beraberinde getirdiği pek çok kaliteli edebiyat içeriğinin gözardı edilmesi, yayınevlerince ve okurlarca umursanmaması durumu beni rahatsız eden. Daha basit izah edeyim: Televizyondaki yüzlerce kalitesiz iş içerisinde gerçekten nitelikli olduğunu düşündüğünüz işlerin birer birer iptal edilmesi gibi kaliteli edebiyatın da artık "para etmediği", "talep edilmediği" dolayısıyla üretil(e)mediği günlerin giderek yaklaşıyor olması tedirginlik verici. Edebiyatın popüler kültürle örtüşen tarafı; çok satan polisiyeler, macera romanları, kişisel gelişim kitapları gibi "ürünler" bir yana; bu klişe çok satanlardan olmadığı için "kaliteli edebiyatmış" illüzyonu yaratılan ancak nitelikten yoksun ve popüler kültür objesi haline getirilmiş kitapların oluşturduğu algı edebiyata da, okura da ve söylediğim üzere yazarına da, yayınevine de uzun vadede zarar getirmekten başka bir işe yaramıyor/yaramayacak. Elbette bahsettiğim bu zararın karşılığı maddi anlamda büyük kazançlar olduğu müddetçe pek çoklarının umurunda da değil bu durum. İşbu minvalde soruyu tekrarlayarak kendimize sormakta fayda var; okur olarak biz bu savaşın neresinde yer alıyoruz?

Söylediklerim, örneklerde bahsettiğim kitap, yazar, yayınevi özelinde geçerli değil elbette sadece. Böyle manevralar peşinde koşmayan, maddi kazanç uğruna yozlaşmayı tercih etmeyen birilerini bulmak giderek güçleşiyor ne yazık ki. Var olanlar da ya birer birer pes ediyor ya da kaybolup gidiyor çarklar arasında.

Biraz kafa şişirdikten sonra konumuza dönecek olursak; evet, Peri Gazozu da müthiş bir PR ile "piyasaya" sunulmuş bir kitap oldu. Öncelikle lanse edildiği gibi bir öykü kitabı değil kesinlikle; en fazla hatırat denebilir sanıyorum ki. Kesal'ın köşe yazılarındaki dili sade ve samimi; bu durum anlatılarına duygusal anlamda büyük zenginlik kazandırıyor ve dolayısıyla hitap ettiği kitle de genişliyor. Yani okuyan; öğrenci de olsa, beyaz yakalı da olsa, ne bileyim sanatçı da olsa kendisiyle özdeşleştirebileceği bir nokta buluyor illaki. Bu geniş kitlelere hitap etme durumunun ikinci sebebi ise Kesal'ın sunuş yazısında bahsettiği anlatımını görselleştirme isteğini gerçekten de başarabilmiş olması: "...yazdıklarımla aramdaki mesafeyi kaldırmaya gayret ettim. Okur; hikayelerimi okumak yerine 'seyretsin' istedim. Bu, sinemasal anlatıma da çok benzeyen bir teknik demekti. Okuyucuma bir şeyleri 'anlatmak' değil de 'göstermek' istedim hep." Bütün bu anlatım tarzının üstünde ise değindiği konularla, ülkenin bitmek bilmeyen ve bitecek gibi de durmayan acılarıyla okuru her seferinde üzünçlere gark ediyor Peri Gazozu. Anlattıkları -yine ne yazık ki- yeni veya duyulmadık şeyler değil; mesleği gereğince bizzat içinde bulunmasının da getirisiyle samimi ve etkileyici bir tarz yakalamış Kesal. Öte yandan yazıların sonunda zaman zaman hitap şeklinde, zaman zamansa soru şeklinde yer alan serzenişler 
haftalık yayımlanan köşe yazıları için olağan olsa da kitaba döküldüğünde okuma sürecini baltalıyor ve bir noktadan sonra rahatsızlık vermeye başlıyor.  

Velhasıl kelam; bir kaşık suda fırtına koparan Peri Gazozu giderek silikleşen hüzünleri anımsamak, insanlığa bir kez daha lanet etmek isteyenler için keyifli bir okuma deneyimi sunuyor. Edebi anlamda büyük beklentilere girmemek kaydıyla... 

Peri Gazozu, Ercan Kesal - İletişim Yayınları, 180 s.

Açlık Oyunları Serisi - Suzanne Collins

Açlık Oyunları'nın çok basit kuralları var: Her mıntıka ayaklanmalara karşı bir ceza olarak, haraç olarak adlandırılan, birer kız ve erkek evladını vermek zorunda. Bu yirmi dört haraç, içinde alev alev yanan bir çölden, dondurucu bir çorak araziye kadar her şeyi kapsayan, geniş bir açık hava arenasına hapsediliyor. Birkaç haftalık bir süre boyunca, yarışmacıların ölümüne mücadele vermesi gerekiyor. Ayakta kalmayı başaran son mıntıka galip sayılıyor.
Klişe bir deyimle "tüm dünyada fırtınalar estiren" bir seri Açlık Oyunları. Oldukça başarılı PR çalışmaları sayesinde sahiden de büyük satış oranları edinen, yan ürünlerden sinema filmlerine pek çok sektöre de uzanan bir başarı kazandı Suzanne Collins imzası taşıyan seri ve içimdeki popüler kültür kölesi "Ne varmış bu seride ki bu kadar tuttu?" diye düşündürdüğü için okumadan edemedim ben de... 


Malumunuz seri üç kitaptan oluşuyor: Açlık Oyunları, Ateşi Yakalamak ve Alaycı Kuş. Seriyi uzunca bir süre önce, üç kitabı da aralarında görece uzun aralıklar bırakarak okumuş olduğumu belirteyim; kitapları genel çerçeveleri içerisinde ele almaya çalışacağım. Öyleyse başlayalım:

Açlık Oyunları

Hikayenin başladığı ilk kitap, distopik ögelerden beslenerek yola çıkıyor: Eskiden Amerika olarak bilinen kıta felaketlere sürüklenmiş, en sonunda da günümüz kapitalist sistemine benzeyen ancak daha acımasız bir sistemle yaşamaya başlamış insanlar. Bu sistemin bir getirisi olarak her yıl, her mıntıka (mıntıka: günümüz eyaletlerine benzeyen lokal yönetimler) yukarıda alıntıda bahsedilen kurallara sahip açlık oyunlarına katılmakla yükümlü. Kahramanımız Katniss Everdeen kendi mıntıkasının haraçlarından birisi oluyor ve hikayemiz oyunlara hazırlık sürecinin ardından oyunlar boyunca heyecan dozunu arttırarak devam ediyor. Kitabın sonu ise görece açık bitiyor; tek romanlık bir hikaye olsaydı da final sonrasında olanlar okurun hayal gücüne bırakılabilirdi ama devamının geleceğini bildiğiniz için sonra ne olacağını hayal etmek yerine merak ettiriliyorsunuz. 

Bu açıdan ele alındığında Collins, kurgu ve dil kullanımında sahiden hedefi on ikiden vuran bir atış yapmış; fazlasıyla sürükleyici ve akıcı bir iş çıkarmış ortaya. Özellikle son yılların en büyük sükse yapan eserlerini çıkarmış "genç-yetişkin edebiyatı" söz konusu olduğunda bu iki unsur büyük önem arz ediyor -ki serinin elde ettiği başarı ortada. Ancak iş ne zaman ki konuya geliyor, işte orada problemler baş göstermeye başlıyor: Collins'in yarattığı evren, distopya tasavvuru oldukça başarılı; hakikaten de derinlik kazanma potansiyeline sahip, toplumsal ve bireysel anlamda tüketim çılgınlığının, muktedir karşısındaki tavrın, ahlakın, bireyselciliğin ve daha pek çok konunun ele alınabileceği ve çağımız yaşantısına eleştiri getirebileceği bir zemine sahip. Ancak yazar tercihini bundan yana değil, kabaca "çok satmaktan" yana kullanmış zira bütün bu potansiyeli basit bir romantik-macera için heba etmiş. Elbette zaman zaman karakterler vasıtasıyla eleştirel yorumlara rastlamak mümkün olsa da, dünyanın en itici -neredeyse Alacakaranlık'ın Bella'sıyla yarışır- başkahramanı Katniss'in bitmek bilmez yürek hezeyanları, bencillik ile savaşımları ve bol bol iştirak ettiği aksiyonlu olaylar sayesinde bu eleştirel yorumlar sönük ve yetersiz kalıyor. Öte yandan başta da belirttiğim gibi dili ve kurgusuyla yakaladığı sürükleyicilik sayesinde oldukça keyifli bir okuma deneyimi yaşatıyor bu ilk kitap.

Ateşi Yakalamak

Serinin ikinci kitabı tam anlamıyla bir "geçiş kitabı." Seriyle bağlantılı olan ana hikayenin ilgili kısımları ilk kitabın sonuna veya üçüncü kitabın başına eklense de olurmuş açıkçası; gerisi kitap doldurmalık ve aksiyon yaratmalık bir metin kalabalığı. Sürükleyicilik konusunda, iş aksiyona geldiğinde yeteneğini yine konuşturmuş Collins ancak ana hatlarıyla kurgu ve olay örgüsü ilk kitaptaki kadar başarılı değil; özellikle giderek çirkinleşen ana karakterin ilişkiler konusundaki kafa karışıklıkları, hiçbir şeye vaktinde karar veremeyişi ve tam yaşının kadını olarak, her şeye ergen tepkisi vermesi sık sık bunaltıyor okuru. İlk kitaba benzer konusuyla tekrara düşmesi de tuzu biberi oluyor bu olumsuzlukların. 

Kitabın, okumamış olanlar için sürpriz bozan ihtiva eden konusuna gelirsek: Açlık Oyunları'nın her çeyrekte olduğu üzere 75. yılında da sürpriz bir değişikliğe gidiliyor ve şimdiye kadarki muzafferler arasından seçiliyor yeni oyuncular. Katniss'in mıntıkasındaki tek kadın muzaffer olması sebebiyle bizzat kendisinden kurtulmak için tasarlanmış bu yeni oyunlarda haraçlar birbirleriyle olduğu kadar lüks ve şatafat içerisinde yaşayan ve oyunları düzenleyen başkent Capitol'e karşı da savaşıyorlar. Katniss de kim düşman, kim yoldaş, kime aşık olsam, kime karşı savaşsam derken sürpriz bir finalle nihayete eriyor kitap. (Sürpriz bozan burada sona eriyor.)

Katniss'in kararsızlığıyla bağlantılı olarak gelişen olay akışı zaman zaman yoruyor okuru; kahramanımız kah isyan planları kurar kah kaçış yolları ararken birden her şeyin değişmesi ve kendimizi yine safi aksiyonun içinde bulmamız bütünlüğü baltalayarak soğutuyor kitaptan. Netice olarak karakterin derinleşememesi (ya da derinleştikçe çirkinleşmesi?) ve kurguya yedirilememiş geçiş kitabı karakteriyle Ateşi Yakalamak serinin en zayıf kitabı. Öyle ki etrafımdaki pek çok okur seriyi bu kitapla bırakmış ve üçüncü kitaba elini sürmemiş durumda. Üstelik tamamen havada ve neler olup bittiğini ancak üçüncü kitapla anlayabileceğimizi işaret eden finaline rağmen... 

Alaycı Kuş

Serinin son kitabı Alaycı Kuş; birinci kitaptan kötü, ikinci kitaptan iyi olarak değerlendirilebilir. Ana hikaye üzerinden ilerlerken yer yer güzel bir distopya olmaya yaklaşan ancak yine bu hikayeye zorla yedirilmiş aksiyon ve kısaca "Katniss" yüzünden bunu beceremeyen bir kitap. 

Kitabın sürpriz bozanlı konusu şöyle: İkinci kez açlık oyunlarından kaçmayı beceren Katniss kendisini Capitol'e karşı başlayan isyanın ortasında buluyor. İlk oyundaki kurnazlığı sayesinde devrimin de yüzü haline gelen hanım kızımız bu sefer de devrimcilerin oyuncağı olmakla Capitol'e esir düşen sevgilisini kurtarmak arasında gelgitler yaşıyor. Fonda devasa bir başkaldırı, kıran kırana bir mücadele sürerken biz yine sık sık kendisinin hezeyanlarına maruz kalıyoruz. Aynı zamanda pek çok eleştirel bakış açısını ana karakter üzerinden görebildiğimizi göz önünde bulundurursak elbette sadece işlevsiz değil Katniss; sadece sıkıcı. Sürpriz bozan olmayan taraftaysa politikanın çirkin yüzünü, idealler ile tavizlerin çatışmasını ve güç kavramının insan doğasındaki etkisini gözlemliyoruz. 

Alaycı Kuş'ta dikkat çeken ilk unsur güçlü kadın karakterlerle karşılaşmamız. Katniss de tüm itici yanlarına rağmen seri boyunca "kendi ayakları üzerinde durabilen, romantizm budalalığından uzak bir genç kız" olarak karşımıza çıkarken, son kitapta isyanın başındaki komutanın da kadın bir karakter olması, serinin genç dimağlara kimi mesajları aşılayabileceği göz özünde bulundurulduğunda, güzel bir duruş olarak çıkıyor karşımıza. Aynı şekilde savaşın ve yıkımın çirkin yüzünü kelimelerle ifade etmekte büyük başarı sağlamış Collins; Capitoln tüm gücüyle gerçekleştirdiği saldırıların neticelerini okurken kurguyla gerçek yaşam arasındaki benzerlikleri hatırlayıp üzüntü duymamak elde değil. Kitabın negatifler hanesinde ise hikayenin sündürülmesi yer alıyor; uzattıkça uzatmış, tabiri caizse eze eze anlatmış öyküsünü Collins
-o-
Global ölçüde popülerlik kazanan hiçbir eseri kaçırmamaya başlayan Hollywood, serinin ilk iki kitabını sinemaya uyarladı bile: 2012 tarihli Açlık Oyunları da, 2013 tarihli Ateşi Yakalamak da oldukça başarılı uyarlamalar olarak çıktı karşımıza. Bu duruma tüm iticiliğine rağmen Katniss'i bir parça sevebilmemizi sağlayan aktris Jennifer Lawrence'ın performansı ile hikayenin sinematografiye elverişliliğinin katkısı yadsınamaz elbette. İki parça halinde sinemaya aktarılacak olan üçüncü kitabın ilk filmi Alaycı Kuş: Bölüm 1 ise Kasım 2014'de vizyona girecekmiş. 

Bir başka popüler seri olan Millenium'un aksine Açlık Oyunları serisi hem edebi anlamda hem de düşünsel boyutta büyük bir tatmin sağlamaktan uzak maalesef. Hedef kitlesini çok doğru belirleyip çok doğru hamlelerle ilerleyen ve popülerlik kazanan bir "marka" Açlık Oyunları. Aksiyonu bol, kurgusu zevkli ancak o kadar; eğlenceli bir okuma deneyiminden başka pek de bir şey vadetmiyor.