Sinebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sinebiyat #4

Tiffany'de Kahvaltı veya Özgür Kadına Tahammülsüz Hollywood

Telaşa mahal yok; erkek egemen kültürün sanata sirayet edişini sinema üzerinden ele alıp sosyoloji eserleri vasıtasıyla bir kaynakça oluşturarak sistem eleştirisi yapacak değilim. Yani, tabi, neden olmasın da... Ohoo kim uğraşacak şimdi?! 

Şaka bir yana, sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Tiffany'de Kahvaltı, romantik komedi olarak şahane, uyarlama olarak ise tam anlamıyla rezalet bir film. Filmi izlemeden önce kitabını okuma fırsatı bulmuş azınlıktan olmam bu kanıya varmam için yeterli oldu. Kitaptan başlayacak olursak; her şeyden önce novella dünyanın en güzel şeyi değil mi? Sabahları yumurtasını bile "kayısı kıvamında" seven insanlar olarak, hikayenin hafifliğini ya da romanın ağırlığını haiz olmadan var olan novella türüne hak ettiği değeri vermediğimize inanıyorum. 

İlk olarak 1958'de yayımlanan Truman Capote imzalı Tiffany'de Kahvaltı da bir novella. 1943'ün sonbaharında başlayan hikayenin baş karakteri Holly Golightly, on sekiz - on dokuz yaşlarında, taşradan gelip New York kafe sosyetesinin gözdesi olmuş bir kadın. Hikayenin isimsiz anlatıcısı, ya da Holly'nin tercih ettiği isimle Fred, yeni taşındığı Manhattan'daki apartmanda komşusu olur şatafatın içerisinde kişisel mutsuzluğunu unutmaya çalışan bu genç kadının. Hikaye ilerledikçe karakterler yakınlaşır; karakterler yakınlaştıkça da hikaye ilerler böylece... 

Holly Golightly, kendisini pahalı hediyeler veya yüklü çekler ile ödüllendiren zengin erkeklerle sosyalleşerek yaşamını idame ettiren, gösteriş meraklısı ve şatafatı seven bir karakter olarak resmedilse de özünde özgürlüğüne düşkün bir kadındır: Hayatta en nefret ettiği şey kafesler olan, evine doğru düzgün eşya almayacak kadar bağlılıktan uzak duran ve sokakta bulup evine getirdiği kediye bir isim dahi vererek üzerinde hakimiyet kurmak istemeyecek kadar bağımsızlığa tutkun; bu yönüyle edebiyat dünyasında eşine ender rastlanan bir kadın karakter. Hikaye ilerleyip de giderek birbirlerine ısındıkları Fred sayesinde, gerçek yüzünü görmeye başlayana kadar döneminin basmakalıp kadınlarına da bir eleştiri niteliği taşıyor Golightly. Bir röportajında Capote'un tasvir ettiği üzere "bir hayat kadını değil ancak bir Amerikan geyşası" olarak, yüksek sosyetenin hay huyuna kapılan, döneminin modern çağ kadınlarına bir gönderme... 

Sonrasında zaman geçiyor; anlatıcımız Fred'in, biraz da aşkla karışık hayranlığı büyüdükçe, Holly'nin gerçek yüzünü görmeye, içerisinde kopan özgürlük çığlıklarını, ebedi yalnızlık isyanını okumaya başlıyoruz. Böylesi "hafif meşrep" bir kadından beklenmeyecek şekilde varoluş sancısı çeken, içerisinde bulunduğu yüksek sosyal statüyü bir maske olarak taşıyan bir karakter olduğunu sonlara doğru (sürpriz bozan geliyor) her şeyi arkasında bırakıp bir taksiye atlayarak Rio'ya gidişiyle ortadan kaybolması ve hikayenin başında isimsiz anlatıcımızın değindiği, suretinin en son Afrika'da görülen tahta bir heykelcikte ortaya çıkışı dışında hiçbir iz bırakmamış olmasıyla anlıyoruz. (sürpriz bozan bitti)

Benim için Holly'i ve hikayesini değerli kılan bu durum, film uyarlamasında ise esamesi dahi okunmayan bir unsur haline gelmiş ne yazık ki. Yersiz çıkışlarıyla sosyetenin yüzeyselliğine vurduğu darbelerle dikkat çeken, özgürlük düşkünü, vaktinde toplumun ne dediğini umursamadan lezbiyen bir ev arkadaşıyla yaşamış biseksüel bir kadın imajını yok edip "pek de matah olmayan varoluş sancısını" lüksün arkasına saklamaya çalışan, yer yer patolojik boyutta psikolojik sorunları olan ve Fred'e deli gibi aşık hafif bir kadın yaratmışlar filmde. Holly'e sinemada can vererek filmi ve karakteri kültleştiren Audrey Hepburn'ün tüm güzelliği ve duruluğu bir yana, Holly'le aslında pek de alakası olmayan bir seçim olduğunu, kitabı okumadan önce bu kült aktris-rol bileşimini bilmeseydim gözümde canlandıracağım son isim olacağını belirtmek isterim. 

İşin şaşırtıcı yanı ise eserin sahibi Capote'un tüm senaryo ve yapım aşamasında filme dahil olmasına rağmen böylesi keskin "müdahalelerin" vuku bulması. Kendisi de bir eşcinsel olan Capote'un, Hays Code olarak da bilinen Motion Picture Production Code isimli, döneminin Amerikan film endüstrisinde fazlasıyla geçerli olan bir sansür mekanizması sebebiyle anlatıcı Fred'in eşcinselliğine değinilmemesi, Hepburn'e daha çok uysun diye Holly'nin biseksüel ilişkisinin görmezden gelinmesi, hele hele finalde bu güçlü ve bağlılıktan hoşlanmayan kadının koşarak Fred rolündeki George Peppard'a sarılıp "sonsuza kadar mutlu yaşaması" gibi, bir noktada eserin özünü saptıran sansür ve değişikliklere nasıl müsaade ettiğini merak etmemek elde değil. 

Varsayımsal olarak dönemin şartları nezdinde "ya böyle ya hiç" konumunda kalmış olabileceğini düşünebiliriz sanıyorum ki yazarın. Zaten ilk olarak Holly karakterinde Marilyn Monroe'yu görmek istemiş Capote ancak kimi "teknik" şartlar sebebiyle hiç de içine sinmeyerek Hepburn'e "tamah etmek" zorunda kalmış. Hal böyle olunca zaruretten doğan bir kabullenmişlik olabileceğini düşünmek çok da yanlış olmayacaktır belki de. 

Öte yandan tamamıyla Capote'un tasavvuruna ters düşen bir film değil Tiffany'de Kahvaltı. Zira sonradan daha da belirginleştiği üzere karakter nezdinde oldukça otobiyografik izler taşıyan bir hikayeymiş anlatılan. Filmist Blog'un şuradaki yazısında çok güzel ifade edildiği üzere: "Holly, yaratıcısı Capote'a oldukça benzemektedir aslında. Sevimli, eğlenceli ve aidiyet hissini bir türlü yakalayamayan; kalabalıklar içerisinde eğlenceli yüzüyle yer edinmeye çalışan taşralı bir çocuk..." Yani başka bir pencereden bakıldığında filmin bu durumu başarıyla yansıttığını söylemek mümkün. Dolayısıyla bahsettiğim kabullenmişliğin bir yansıması da "olduğu kadar" hissiyatı olabilir. Öyle veya böyle, Tiffany'de Kahvaltı hakkı verilerek uyarlanan bir kitap olmamış. Bu açıdan büyük bir hayal kırıklığı ancak romantik bir film olarak ise sevimli ve keyifli... 

Özellikle son iki yıldır bit pazarına nur yağdıran Hollywood'un durumu keşfedip gerçek bir Tiffany'de Kahvaltı uyarlaması yapması, böylece eserin okurlarına da bir mutlu son bahşetmesi temennisiyle...

Hamiş: Sinebiyat yazılarıyla Ebediyen Edebiyat'ta konuk yazar olmak isterseniz böyle buyurun lütfen.

Bir Beyoğlu Düşü - Demir Özlü

Şimdi düşününce, yaşamım, birbirinden ayrı parçalar halinde yaşanmış çok uzun bir süreç gibi geliyor bana. Hayatın kısa olduğunu söyleyenlerle aynı düşüncede değilim. Tersine çok uzundu, çok uzundu iç sürem. Uzun yılar yaşadım, istemek, bazan da tutkulara kapılmak, aradığının bulamamak, ardından da umulmadık rastlantıların verdiği mutluluklar… işte buydu bütün ‘hayat’ dedikleri. İsteklerinin olmaması ile onların yerini doldurmaya çalışan başka şeyler…
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde Milan Kundera Sabina karakterine "Yerlere, insanlara ve eşyalara çok bağlanmamaya çalışıyorum." dedirtir. Bir süre sonra ülkesi savaş ihtimali ile yüz yüze geldiğinde Sabina, her şeyi bırakıp, çeker gider. İlk gençlik zamanlarımda bu alıntıdan oldukça etkilenmiş, bir nevi hayat düsturu edinmeye karar vermiştim. Oldukça da muvaffak olduğum söylenebilir; insanlara bağlanmamak konusunda henüz pek yol katedememiş olsam da, eşyalara ve yerlere -evlere, şehirlere, mekanlara- bağlanmama konusunda fena değilim. 

Bu sebeple artık iyice klişe bir hal almış olan "şehir romantizmi" bana çok uzak... Ankara'nın puslu havasında içilen çaydan vazgeçememek veya bahar vakti İstanbul'un güzelliğine yeniden vurulmak gibi bağlılıklarım yoktur. Yüzyüzeyken Konuşuruz'un şu şarkısında söylendiği gibi "Beni bu kentte tutan boğazı değil, geçmişimdir" neticede. Dolayısıyla adından da anlaşılacağı üzere tam bir Beyoğlu güzellemesi olan Bir Beyoğlu Düşü, bu yönüyle pek bana hitap eden bir kitap olmadı ancak hem Demir Özlü'nün enfes anlatımı, hem de taşıdığı nostaljik atmosfer nedeniyle ziyadesiyle keyifli bir okuma yaşattı...

Demir Özlü, yazar Tezer Özlü'nün ağabeyi. Türk edebiyatında 50 Kuşağı*** olarak adlandırılan kuşağın önemli bir temsilcisi. Pek çok çağdaşı gibi siyasal meselelerle başı derde girmiş, darbe sonrası hapis yatmış. 1979'da İsveç'e yerleşen yazar, 80 darbesinden sonra vatandaşlıktan çıkarılmış ve ancak 1989'da Türkiye'ye dönebilmiş. Yaşamını hala İstanbul ve Stokholm'de sürdürmekte... 

İlk baskısı 1985'te Ada Yayınları'ndan çıkan Bir Beyoğlu Düşü bir anlatı kitabı. Yazarın Beyoğlu, İstanbul -en çok da Tünel Alanı- ile olan ilişkisini irdelediği ve varoluşsal kaygılarını dile getirdiği eseri daha sonra Yapı Kredi Yayınları tarafından Berlin'de Sanrı (1987) ve Kanallar (1991) isimli anlatılarıyla birlikte 2000 yılında yeniden basılmış. Kitabın girişinde Özlü, "Bu anlatının konusu 1963 yılında yayımlanan, Soluma adlı hikaye kitabımda yer alan 'Derine' adlı hikayeden alındı. Anlatı yazılırken, Lautrémont'un Maldoror'un Şarkıları, Ece Ayhan'la, Sabahattin Kudret Aksal'ın, Kavafis'in bazı şiirleri -bellekte kaldığı oranda- zaman zaman yazarın anısında yaşadı." notuyla selamlıyor okuru. Ardından tutuyor elinden, Karaköy'den tünele bindirip, Metro Han'ın yukardaki kapısından çıkartıyor ve Tünel Alanı'nın oraya bırakıveriyor. Gençliğinde evini terk edip burada tek başına yaşamaya başlayan yazarla birlikte yaşanmışlıklarının, kaygılarının, sorgulamalarının izini sürüyor; zaman zaman da muhasebesini yapıyoruz.

Demiz Özlü'nün dili yalın ve akıcı. Ele aldığı konu bakımından sanrılı bir temaya ve metaforik bir anlatıma sahip olmasına rağmen Bir Beyoğlu Düşü oldukça kolay okunan ve insanı, düşüncelere sevk eden bir kitap. Özlü'nün kullandığı dilde dikkatimi çeken bir husus da "anımsamak" yerine "ansımak" kelimesini kullanması oldu; tıpkı kuşakdaşı ve dostu Ferit Edgü gibi... (Bu kelimenin başka yazarlarca da kullanıldığını ve çok da enteresan bir durum olmadığını biliyorum ancak Özlü ile Edgü arasındaki bu bir nevi "ortaklık" benim için kaydedilmeye değer bir nokta.)

Bir Beyoğlu DüşüAtıf Yılmaz imzalı Hayallerim, Aşkım ve Sen isimli efsanevi filmde, kitapla aynı ismi paylaşan bir sekansa da hayat vermiş. Filmi güzel kılan en önemli unsurlardan biri olan bu sahnede; filmin başkahramanı genç senarist Coşkun (Oğuz Tunç), yazdığı Bir Beyoğlu Düşü isimli çalışmasını hayranı olduğu ünlü sinema yıldızı Derya Altınay'a (Türkan Şoray) okuyor. Başlangıcına buradan ulaşabileceğiniz (devamını bulmak da oldukça kolay!) ve Esin Engin'in enfes  bestesiyle insanı derinden etkileyen bu sahneden bir parçayla sonlandırıyorum yazıyı... Keyifli izlemeler! 


Bir Beyoğlu Düşü - Demir Özlü, Ada Yayınları - 67 s.

Sinebiyat #3

Hayvan Çiftliği
Animal Farm, Türkçedeki ismiyle Hayvan Çiftliği; George Orwell'in en ünlü eseri. Birçok kişinin en azından ismini bildiği o meşhur kitap. İlk baskısını 1945 yılında yapmış. 1954 yılında bir animasyonu çekilmiş, 1999 yılında ise filmi. Kitabını bu dönem bir ders vesilesiyle okudum. Derste İngilize orjinalini takip ettik. Ben ara ara Türkçe baskısından da kopya çektim okurken. 1954 yapımı animasyonunu yine ders kapsamında izledik. 1999 yılı filmini ise şu an izlemekteyim. :) Bu yazımda kitapla birlikte bu iki filmi karşılaştıracağım. 

Animal Farm'ın temel meselesi Rus Devrimi'ni eleştirmek. Tabii eleştirdikleri kısım Lenin'in ve Troçki'nin hayatta olduğu 'parlak' devirler değil. Stalin'in baskıcı devri. Ne olursa olsun George Orwell kitabında Troçki ve Lenin dönemlerini bolca övse ve aslında bu devrimi desteklese dahi İngilizler ve Amerikalılar kendi politik çıkarları için bolca kullanmış bu kitabı. Hatta filmleri çekenler de onlar. Doğrusu bu dersi almadan önce Rus Devrimi hakkında çok ayrıntılı bir bilgim yoktu. Derslerde gördüğümüz "1. Dünya Savaşı'ndan sonra Rusya'da çarlık rejimi yıkıldı Bolşevik rejimi geldi." bilgisi dışında çok da bir şey bilmiyordum. Kitap hakkında ön bilgim olmasaydı kitabın Rus Devrim'ni eleştirdiğini muhtemelen anlamazdım. En fazla, belki sosyalizm eleştirisi olduğunu düşünürdüm. Oysa kitapta bolca gönderme mevcut. Ders vesilesiyle bunları en ince ayrıntısına kadar işlediğimiz için gönderme bulmaktan yorulmuş durumdayım. Ama en basitinden kitaptaki neredeyse her hayvanın bir kişiyi ya da zümreyi temsil ettiğini söyleyebilirim. Birisi kitabı görünce "Çok Troçkist" demişti. Haklı olabilir. Troçki'yi temsil eden Snowball'un kitapta hep iyi taraf olduğunu görebiliyoruz. 
Biraz da filmler hakkında bilgi verelim. Dediğim gibi 1954 yapımı film bir animasyon. 1999 yapımı ise hayvanların seslendirildiği bir film. İki filmin profesyonelliği tabii ki tartışılamaz. 1999 yapımı çok daha profesyonelce. Fakat 1954 yapımı animasyonda kitaba çok daha sadık kalınmış. Diğer filmdeyse yeni yeni karakterler, olaylar eklenmiş. Gerçi 1954 yapımı filmde de bence çok önemli birçok kısım atlanmış ama en azından iş saçma sapan yerlere gitmemiş. Bir de yani kitabın alt başlığı "Bir Peri Masalı", kitap zaten fabl tadında, neden gerçek canlılar oynatılmış anlamadım. 1999 yılında illa yeniden bir şey yapmak istiyorlardıysa tekrar animasyon yapabilirlerdi. Çok daha güzel, çok daha hoş olurdu. 

Ben filmlerin çekildiği tarihlere takılıp duruyorum. Biri 1954, soğuk savaş dönemi; diğeri 1999, Rusya'da Sovyetler rejiminin sona ermesinin ertesi. Bence bu tarihler çok kritik. Rusya'ya düşman devletler için çok iyi bir soğuk savaş aracı olmuş yani bu kitap. Gerçi iyi kitap, hoş kitap. Stalin'i biz de hiç sevmiyoruz ama işte hiç de hoşlanmadığım şeyler şu İngilizlerin soğuk savaş taktikleri. O yüzden kitap bu bilgileri düşündükçe canımı sıktı ama yapacak bir şey yok. Tarihi gerçekler ortada. Başarısızlıkla sonuçlanan bir sosyalist düzen var. Orwell da bunu çok güzel eleştirmiş. Bize laf söylemek düşmüyor pek fazla. 

Konuyu çok fazla uzatmak istemiyorum. Kitap ne kadar iyise filmler de bir o kadar kötü. Çok fazla boş vaktiniz varsa kitabını okuduktan sonra isterseniz izleyin filmi ya da filmleri. Hee filmler hakkında bir seçim yapmanız gerekecekse bence 1954 yapımı olanı izleyin. Daha sempatik, daha kitaba uygun olmuş. Gerçi filmlere çok fazla şans vermedim, ne yalan söyleyeyim. Hele 1999 yapımı olanı izledim diyemem galiba. :) Konuyu bildiğim için tekrar tekrar filmlerini izlemek yoruyor beni. Bu arada kitabın galiba en sevdiğim yeri sonuydu. Spoiler vermemek adına bahsetmiyorum. Ama okuduktan sonra bence bana hak vereceksiniz. Son olarak, ben böyle sürekli onu bunu eleştiren İngilizlere sinir oluyorum. En sonunda bir kitap keşfettim, İngiliz sömürüsünü eleştiren: Conrad'ın Karanlığın Yüreği. Çokça beğendim. Burada anmadan da edemezdim. O da naçizane tavsiyemdir. Edebiyatla!
Yazan: Gölgeli Yol

Sinebiyat #2

Uzun Hikâye
Yazının neresinden başlayacağım bilemiyorum. Kafamda o kadar çok düşünce var ki... Şöyle bir giriş yapayım. Tankut arkadaşımızın blog sayfasındaki fikirle bu yazıyı kaleme (Klavyeye olmasın?) alıyorum. Bu sefer bir kitap tanıtımı yok. Aslında var  ama yok.

MustafaKutlu'nun Uzun Hikâye adlı öykü kitabı  Osman Sınav yönetmenliğinde sinemaya uyarlandı. 21 Ekim 2012 tarihinde gösterime giren film izleyenler tarafından olumlu eleştiriler aldı. Bu olumlu eleştiriler üzerine kitabı bitirdikten sonra filmi izleme kararı aldım.

Öykü ve filme değinmeden önce  kitap ve sinema kavramları arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum: Günümüzde senaryo kıtlığı çeken film sektörü (Hollywood) çareyi çok okunan kitaplarda aradı. Geçmişten günümüze birçok kitap beyaz perdeye uyarlandı. Bunları burada saymaya çalışsam ne benim yazmaya ne de sizin okumaya vaktiniz yeter. İşte bazı kitapları sinemaya uyarlamaya çalışırken senaristler, işin cıvığını çıkartarak kitapla alakası olmayan bir film sunuyor seyirciye. Güncel kitaplardan örnek verirsek Açlık Oyunları (Hunger Games) bunlardan bir tanesi. Baş rolde Oscar ödülü almış Jennifer Lawrence olsa da film, kitapseverleri hayal kırıklığına uğrattı.  Tabi ki güzel örnekler de  yok değil; en son Oscar Ödülleri'nde 4 Oscar ödülü alan Pi'nin Yaşamı (Life of Pi) bunlardan biri. Uyarlama filmlerde okur filmden ne bekler? Filmin senaryosunun kitapla bir olmasını ister. Ufak tefek farklılıklar elbet olacaktır ama  senaryo genelinde kitaptan izler bulunmalı. Aslında olay yönetmenin kitabı iyi sentezleyip, kesesinde biriktirdiği duyguları ekrana coşkunlukla lanse etmesine bağlı. Osman Sınav Uzun Hikâye’de bu sentezi ekrana güzel yansıtmış.

Filme geçmeden önce kitap hakkında az bilgi sunayım. Mustafa Kutlu günümüz öykü yazarları arasında sadeliği ve çarpıcı konuları işlemesi ile insanların beğenisini kazanmış usta bir yazar. En son okuduğum öykü kitabı HayatGüzeldir‘i çok beğenmiştim. Genelde Anadolu insanını konu eden Kutlu,  Uzun Hikâye’de Bulgar göçmeni olan  kişileri ele alıyor; ama Anadolu'nun kasabalarını yine yazılarına yansıtıyor. Uzun Hikâye novella diyebileceğimiz bir eser; uzun hikâye, kısa roman yani.  Uzun Hikâye’nin konusu komünist yönetiminin baskısından kurtulmak için Bulgaristan'dan Türkiye'ye kaçmak zorunda kalan dede ile torunun hikâyesiyle başlıyor. Konu hakkında pek bilgi vermek istemiyorum. Kitap tanıtımlarında genelde konularını açık açık anlatırlar. Bu durum bahsedilen kitap hakkında okuma isteğimi kırar.  Kitap ile  filmi hakkında karşılaştırmaya başlamadan önce tavsiyem ilk önce filmi izleyin, daha sonra kitabını okuyun. 

Osman Sınav deyince aklıma gelen ilk şey Deli Yürek dizisi olmuştur. 1998 yılında yayımlanan dizi  beğeni toplayarak uzunca bir süre izlendi. Daha sonra bu dizinin filmini  de çekti yönetmen. Aslında Sınav'ın meşhur olduğu filmi 1993 yılında çektiği Yalancı'dır. Bu film ile en iyi yönetmen dalında  Altın Portakalı kazanmış. Süper Baba, Hayat Bağları, Ekmek Teknesi, Kurtlar Vadisi  ve TRT'de devam eden Sakarya Fırat adlı dizilerin yönetmenliğini yapmıştır. Gelelim Uzun Hikâye’ye...

Kenan İmirzalıoğlu, Tuğçe Kazaz, Altan Erkekli, Güven Kıraç, Mustafa Alabora, CihatTamer, Zafer Alagöz, Mustafa Üstündağ gibi tanınmış oyuncular filmin kadrosunda yer alıyor. İmirzalıoğlu son dönemde beğendiğim oyunculardan. Ezel dizisindeki rolüyle beni adeta büyüledi. Şu an ekranda olan Karadayı adlı dizide yer alıyor. Tuğçe Kazaz'ın ise rolü sırtlayabileceğinden  şüphe duyuyordum. Malum kendisinin asıl mesleği mankenlik. Kenan gibi de projelerde hiç görmedim. Rolünün üstesinden gelmiş. Diğer tanınmış isimler filmde ufak rollerde. Çünkü filmin konusu nedeniyle ufak rol almak zorunda kaldılar. Mustafa karakterinin 15 yaşından sonra ki halini oynayan Ushan Çakır'ı  (Star Tv'de 20 dakika dizisinde oynuyor) oyunculuğunu pek beğenmedim. Filmin yaşandığı dönemde değil de sanki günümüzde yaşayan bir karakteri canlandırıyormuş gibi geldi. Mustafa'nın 15 yaşındaki halini oynayan  Batuhan Karacakaya geleceğin yıldızlarından biri olacağa benziyor. Genel itibariyle oyuncular oyunculuklarının hakkını vermiş. Eleştireceğim yön neden bir oyuncuya sabit rol biçilir. Yani kötü karakteri  belli başlı kişiler canlandırıyor. ErkanAvcı'yı  (Karadayı dizisinde kötü rolde) hep kötü karakterleri oynarken görüyorum. Bence kötü karakter için farklı oyunculara yer verilebilirdi.

Filmin senaryosunu Yiğit Güralp ele alıyor. Jean Claude Van Damme'ın rol aldığı Sınav  filmi ile Kavak Yelleri ve Dolu Dizgin Yıllar adlı dizilerin senaryosunu yazmış. Kitapta yan karakterler etkin iken Güralp, bu etkinliği filmde ana karakterlere yansıtmış. Filmde kitaptaki olayların ve karakterlerin yerini değiştirmiş. Üstüne kendi eklemeleriyle  olaylar kitaptan biraz farklı bir yol almış. Kitabı okuduğum için bu değişiklerden memnun kalmıyorum. Zaten filmden memnun kalanlara bakarsanız kitabı okumamış kişiler.

Prodüksiyon, ucuza kaçılmış gibi. Bazı efektlerin yapımı çok sabit olmuş. Komünist Ali rolündeki Kenan İmirzalıoğlu'nu yaşlandırmak için sadece saçlarının arasına ak atmaları ama yüzünün genç kalması  gözüme gözüme battı. Ufak şeyler ama dikkatli izleyiciler için rahatsız edici. Filmin müzikleri bazı yerde sizi alıp götürürken bazı yerde kulağınızı tırmalıyor. Osman Sınav, “Schindler'in listesi ile Steven Spielberg ustalık belgesini kazanıyor. Bu filmle de ustalık belgesini ben kazanıyorum." demiş. Bence bir kaç fırın ekmek yemesi lazım Sınav'ın, Spielberg gibi usta bir yönetmen olması için. 

Kitabı okumuş biri olarak, film vasat geldi. Okumadan izleseydim belki görüşlerim farklı olabilirdi. Dediğim gibi ilk önce filmi izleyin, daha sonra kitabı mutlaka okuyun. Sinebiyat'la kalın!

Yazan:  Taha Mutlu

Sinebiyat #1

Kitabının Gölgesinde Bir Film: Gölgesizler 
Sinebiyat köşesinin ilk konuk yazarı olduğum için pek gururluyum. Umarım bu görevin hakkını verebilirim. Öncelikle -Tankut'un bloğunda onu çekiştirmek ne kadar doğru olacak bilmiyorum ama- iki çift kelam etmeden duramayacağım. Arkadaşımız demiş ki: "Ne var ki, kendimde bu tarz film yazıları yazacak yetkinliği görmüyorum maalesef." Bunu sebep olarak öne sürerek de sinebiyat bölümünü kendisi yapmıyor da başkalarından yazı yazmasını rica ediyor. Gören de beni, bizi sinema üstadı, film eleştirmeni filan sanacak. Hele ben sinemanın henüz "si"sindeyken... Neyse bu söze sadece gülüyorum ve Tankut'un da sinebiyat yazılarını bekliyorum. Yani bekliyoruz. Değil mi?

Neyse konumuz bu değil. Kendi bloğum sanıp konuyu uzatıyorum hâlâ. Konumuz Gölgesizler. Hasan Ali Toptaş'ın kitabını yaklaşık iki yıl evvel okmuştum. Hatta blogta da hakkında bi şeyler yazmıştım. O yazıyı boşverin şimdi ben bile okumaya utanıyorum. :) Filmi ise bu akşam, hatta yaklaşık yarım saat önce izledim. O yüzden yazım film eleştirisi tadında gidebilir. Bunun için üzgünüm öncelikle. Kitaptan hatırımda fazla bi şey kalmamış çünkü...
Gölgesizler filminin galiba en dikkat çeken yönü oyuncuları. Zaten DVD'ye bakar bakmaz çarpıyor gözünüze isimler. Selçuk Yöntem'inden AhmetMümtaz Taylan'ına kadar çok iyi bir kadro. Bunlardan ayrı tutarak bahsetmek istediğim kişi ise -son zamanlarda favorim olur kendisi- Taner Birsel. İzlediğim neredeyse her filmde karşıma çıkması ve her filmde harika işler çıkarması onu ayrıca takip etmeme sebep oluyor. Ha oynadığı roller çok mu zor? Değil doğrusu. Ama kendisine uygun rollerde oynayıp, harika işler çıkarıyor. Hepsinden öte bu filmde favori oyuncum Cennet'in oğlu rolüyle Ertan Saban. Doğrusu kendisini pek tanımıyordum ama artık yakın takipçisiyim. Filmdeki rolü zaten çok önemli bir roldü. Bu rolün altından fazlasıyla kalkmış. Oyuncular zaten genelde çok iyiydi ama bende tek sırıtan Selçuk Yöntem oldu. Kendisini çok beğenirim ama filmdeki köy muhtarı karakteri için fazla "şehirli" buldum onu. Bu da bence yönetmenden kaynaklanıyor.

Aa bu arada filmde bir sahnede Hasan Ali Toptaş'ı da görüyoruz. Bu çok hoş bir ayrıntı ve filmle de çok uyumlu olmuş. Ayrıca ne yalan söyleyeyim şaşırdım Toptaş'ın böyle bir teklifi kabul etmesine. Bende hep "asosyal yazar" havası çiziyor nedense.

Ödül törenlerinde filmlerin müziklerine de ödül veriliyor ya hani... Bu hep ilgimi çekerdi benim. Müzik ne kadar etkileyebilir filmi diye düşünürdüm. Şu zamana kadar da kötü müzikli bir film izlememiştim hiç. En fazla "çok iyi müzikli film" izlemişimdir. Filmdeki müzikler kulağımı tırmalamaz. Yoksa tırmalamazdı mı demeliyim? Her şey bu filme kadardı. Gerçekten müzilkleri çok yersiz ve anlamsız buldum. Kendi başlarına harika müzikler olabilir ama filmde gerçekten kulağımı çok tırmaladı. Bi yerde artık sesi kapatsam mı filan diye düşünmeye başladım. Hiç müzik olmasaydı daha iyiydi sanki. Gerçi ben böyle diyorum ama herkes müziklere hayran olmuş. İşin daha da ilginci filmin müziklerini Candan Erçetin yapmış. Tabii ben bunu öğrendiğim an -bi candanerçetinsever olarak- yıkıldım. Erçetin'in film için besteleyip söylediği bi şarkı var. Eminim biliyorsunuzdur da bu film için hazırlanmış olduğunu bilmiyorsunuzdur: "Ben Kimim?" şarkının ismi. Hatta yanılmııyorsam, filmin vizyona girdiği yıl olan 2007'de de çok popüler olmuştu bu şarkı. Bu şarkıyı ben de çok seviyorum. Zaten sadece filmin sonunda mevcut.Bunun dışındaki müzikleri ise sevmedim, sevemedim.Bu arada Candan Erçetin'i de filmin son sahnesinde azıcık görebiliyoruz.Bu da güzel bi ayrıntı olmuş.
Film hakkında yeterince yorum yaptım. Sırada film-kitap kıyaslaması var. Öncelikle şunu söyleyebilirim; hayatımda hiçbir zaman bir filmi kitabından daha çok sevmedim, sevemedim. Zaten ne kadar çabalanırsa çabalansın olmuyor. Sadece bir film için kitabıyla "eşit" diyebilmiştim. Buna sebep olarak da sinemanın olanaklarının, kimi yönlerden kitaba göre daha kısıtlı olmasını görüyorum. Benim sinemayla en büyük derdim fazla hızlı olması. Gerçek hayat böyle değil ve sinemada o hissi tadamıyorum. Kitapların en azından sınırı yok. İstersen 3000 sayfa yaz hiç sorun olmaz. Ama sinema filmleri süre konusunda daha tasarruflu olmalı. Gölgesizler filminde de en büyük sorunum kitaptaki duyguyu alamamadı. Her şey öyle hızlı olup bitti ki... O kadar çok ayrıntı atlanmıştı ki... O kadar çok duygu verilememişti ki... Ümit Ünal kitabın meselesini anlamış, orası belli. Ama ama ama demek ki iyi oyuncular, iyi yönetmen, iyi hikâye yetmiyor...

İyi kitap, vasat film. Yoksa acaba kitaptan uyarlama filmler vasat olmaya mahkum mu? Yine de hakkını yemek istemiyorum. Sadece filmi izlemiş olsaydım eminim çok beğenirdim. Kitabı okuduktan sonra filmi seyretmek çıtayı biraz yükseltiyor. Her şeye rağmen ben beni düşündüren romanları ve filmleri severim. Bu da onlardandı işte. Kitabı bitirdiğinizde ya da filmi izlediğinizde aklınızda bi tek soru kalıyorsa bence amaca ulaşılmış demektir: Karr neden yağar kaar???

Sinebiyat - Konuk yazar olur musunuz?

Müzik ve edebiyat arasındaki ilişkiden yola çıkarak Müzibiyat gönderilerini hazırlıyorum, malumunuz. Edebiyatın etkileşim içinde olduğu sanatlardan bir diğeri ise kuşkusuz sinemadır. Kitaplardan beyaz perdeye uyarlanan eserlerin sayısı saymakla bitmez... 

Anna Karenina, Sefiller, Gazap Üzümleri gibi klasikler; Uçurtma Avcısı, Bulut Atlası, Ejderha Dövmeli Kız gibi popüler kitaplar; Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi fantastikler bir yana, yerli sinema da çokça nasiplenmiştir bu ilişkiden: Hababam Sınıfı, Zübük, Yılanların Öcü gibi Yeşilçam örneklerinin yanı sıra Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Sis ve Gece, Mutluluk gibi güncel eserler de sinemaya uyarlanmıştır sık sık.

Tüm bu uyarlamaların müşterek noktası ise neredeyse hepsi için "Kitabı filminden daha iyiydi" yorumu yapılmasıdır. İstisnalar kaideyi bozmaz elbette ancak okurun kafasında yarattığı dünya ile yönetmenin ortaya çıkardığı eserin birebir aynı olması elbette imkansız. Dolayısıyla bence bu iki ayrı "hayal" arasındaki farklar arttıkça, bir uyarlamadan hoşnut kalma derecesi de o kadar azalıyor kişiden kişiye göre. Elbette bu ve bunun gibi konular çok daha detaylı araştırmaların, makalelerin ve hatta kitapların konusu. 
Asıl meseleye gelecek olursak: Niyetim bu etkileşimden yola çıkıp Sinebiyat adı altında bir gönderi dizisi oluşturmak. Ne var ki, kendimde bu tarz film yazıları yazacak yetkinliği görmüyorum maalesef. Dolayısıyla sizlerden rica etmek geldi benim de aklıma; Ebediyen Edebiyat'ta konuk yazar olur musunuz? 

Kitabını da okumuş olduğunuz film uyarlamaları hakkında inceleme, eleştiri, tanıtım, yorum, kısacası istediğiniz tarzda yazıp, yazınızın burada yayımlanması için de ebediyenedebiyat@gmail.com veya yildiz.tankut@gmail.com adreslerinden birine gönderirseniz beni çok sevindirmiş olursunuz açıkçası. Hatta göndermezseniz  yakanıza yapışıp bizzat isteyebilirim de bu yazıları, haberiniz olsun.