Kısaca #6

Görece uzun zaman evvel okuduğum, dolayısıyla hakkında uzun uzun yazamayacağım ancak yine de paylaşmak istediğim kitaplar...

Ön Not: Buraları boşladım edebiyatı yapmayacağım daha fazla. Hayat öyle işte arkadaş, zaman ayırabileceğin konuları kendin seçiyorsun. Bazen fedakarlıkta bulunmak işten değil maalesef...


Trendeki Kız

"Zekice yazılmış bestseller'lara karşı zaafım var." demiştim şuradaki Marslı yazımda. Trendeki Kız da bir bestseller, Paula Hawkins tarafından kaleme alınmış ve ülkemizde İthaki Yayınları'ndan yayımlanmış. Maalesef "zekice yazılmış bir bestseller" değil ama...

Tren yolculukları esnasında görüp "stalk"lamaya başladığı bir çiftin de içinde olduğu bir cinayet vakasını aydınlatmaya çabalayan bir "loser"ın hikayesi Trendeki Kız. Israrla İngilizce terminoloji kullanmamın sebebi, konunun tamamen Amerikan "stereotype"ları üzerine kurulmuş olması. Yalnız, hayalperest ve alkolik genç kadının güçlü durma ve kendini toparlama çabaları ile sotelenmiş bir cinayet romanı. Edebi anlamda ise; ortalama bir hikayenin ortalarına kadar sürükleyici ve keyifli, sonrasında vasat en sonunda ise kötü bir romana evrilmesinin hikayesi.

Çok daha farklı ve ilgi çekici olabilecekken "filmini de yaparım ben bunun" düşüncesiyle vasat altına indirilmiş bir kitap gibi duruyor Trendeki Kız -ki filminin çekimleri başlamış durumda. Vakit öldürmek istiyorsanız okuyun derim, derdiniz keyif almaksa pas geçebilirsiniz.

Bülbülü Öldürmek
Epeydir şöyle "edebiyat" kokan kitap okumamıştım ki Bülbülü Öldürmek yetişti imdadıma. Sorsanız ne hatırlıyorsun kitaba dair diye cevap veremem doğru düzgün belki ama o dil, o akıcılık ve o altı dolu kurgu... Benim için edebiyatın olmazsa olmazı üç bileşenini birden barındıran bir kitaptı. 

Harper Lee'nin 1960'da yayımlanan Pulitzer ödüllü romanı Bülbülü Öldürmek, 1962 tarihli filmiyle de üç Oscar kazanmış bir başyapıt. Jean Louse "Scout" Finch adında küçük bir kızın başından geçen, döneminin ırkçılık problemine odaklanan bir roman. Kitapla alakalı ilgimi en çok çeken hususlardan biri ise kitabın baş karakterlerinden biri olan, Scoutlar'ın kapı komşusu Dill'in, Lee'nin gerçek hayatta kapı komşusu olan yazar Truman Capote'dan esinlenerek yaratıldığı bilgisi oldu.

2015'in edebiyat olaylarından biri olan, yazarın ikinci kitabı Tespih Ağacının Gölgesinde, ilk kitabın ardından 20 yıl sonrasını anlatan ve okuma listemde yer alan bir kitap. Onun hakkında da iki kelam etmeden duramam diye düşünüyorum... Kısaca; Bülbülü Öldürmek herkesin mutlaka okuması gereken kitaplar arasında.

Sinek Isırıklarının Müellifi

Allah aşkına sıkılmadınız mı şu kaygılı, ince ruhlu adam romantizminden? Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ının bir pop kültür öğesi halini almasından bu yanan acayip ifrit oluyorum bu arkadaşlara. Bir holdingde beyaz yaka olarak çalışan, mecburiyetten evli ve kalbur üstü arkadaşlarıyla sosyalleşen bir adamın kendisine sorsan ince ruhlu, narin bir "tutunamayan" olduğunu savunması bir tek beni mi rahatsız ediyor?

Vay efendim toplu konutlarda yaşayan, yazar olmaya çalışan çaresiz bir amatör yazarın kendiyle hesaplaşmasıymış. Pardon da bana mı sordun tüm toplumsal baskılara boyun eğerken? Ya da şöyle sorayım; düğünde altınlar takılırken iyi hoştu da sihir ortadan kaybolup eşinin seni anlamayan bir kadın olduğunu anladığında mı yazar olmaya karar verdin? Karar verirken aklın başında değildi de şimdi mi aklın başına geldi, 25'inden sonra?!

Özür dilerim ama "çaresizlik" kavramının bu kadar basite indirgenmesini kabul edemiyorum. Ne hayatlar ne çileler görüyoruz, okuyoruz gerçek hayattan... Ekşi sözlüğün pek popüler şu butonunu armağan etmekten alıkoyamıyorum kendimi sevgili kahramanımız Cemil'e... Ben Bıçakçı'yı anlamadım, anlayacağımı da pek sanmıyorum. Belki Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i okurum bir ara ama söz vermiş olmayayım. "Bir kitaptan ne çok şey bekliyorum, değil mi editör hanım, tıpkı bir kadından beklediğim gibi” cümlesini yazan bir adamdan beklentim büyük değil, kusura bakmayın sevgili Bıçakçı sevenleri... 

Hızımı alamamışken ekleyeyim: Hakan Günday'a, Murat Menteş'e tüh-kaka deyip Sinek Isırıklarının Müellifi'ne "şaheser" muamelesi yapmak tam anlamıyla hipokratlıktır, iki yüzlülüktür. Sizi anlatmadığını düşündüğünüz, ergence bulduğunuz aforizmalara burun kıvırıp sizi anlattığını düşündüğünüz romantik aforizmalara alkış tutmak riyakarlıktır. "Aforizma kasmak" ne biçimde olursa olsun çirkindir, edebiyata vurulan hançerdir. Aldanmayınız.

Hamiş: Ruhsuz bir adam mı oluyorum nedir, onu da merak etmeden duramıyorum ya, hayırlısı...

YM Dergi'de: Edebiyat Blogları Neden Öldü?

Yazının taslağı kafamda oluştuğu zamanlar, yaklaşık bir yıl önce, yazının başlığını “Edebiyat Blogları Öldü Mü?” olarak tasarlamıştım ancak aradan geçen süreyle birlikte bu başlığın, ne yazık ki, cevabı belli bir soruya dönüştüğünü gördüm. Evet, edebiyat blogları öldü. Peki neden? Elbette bu tek bir etkenle oluşan bir neden-sonuç ilişkisi değil. “Dört bıçak çekip vurdular dört kişi” diye açıklayamayacağımız karmaşık bir cinayete kurban gitti edebiyat blogları. (...)

Yazının devamına ulaşmak isterseniz böyle buyurun.

Marslı - Andy Weir

Tamam; döneceğim, dönüyorum, döndüm derken yine araya hiç farkında olmadan iki hafta girmiş olabilir ama ne yapalım, geç olsun güç olmasın değil mi? Tabii, gönül isterdi şöyle kallavi bir kitapla döneyim sahalara, edebi bir eser irdeleyelim ama elimizde en sıcak bu var, biz ne yapalım yani? Böyle dediğime bakmayın siz tabii, gayet şahane bir kitap Marslı. Ama nihayetinde bir bestseller... Tamam, itiraf ediyorum: Zekice yazılmış bestseller'lara karşı zaafım var. Zaaf ne kelime, bayılıyorum! Marslı da tam olarak zekice yazılmış bir bestseller... 

Beğenirsiniz beğenmezsiniz bilmem ama bence "bestseller" da artık bir unvan olmaktan çıkıp bir tür, bir janr olarak yer almalı edebiyatın içerisinde. Elbette "konumunu" bilerek; sanatsal yüceltmeler yapılmadan, kutsal kasideler yazılmadan haklarında... Nasıl ki bugün sinema sanatı ile Hollywood'un aksiyon dolu, sanatsal açıdan "zayıf" ancak ziyadesiyle eğlenceli filmleri ayrı kitlelere ve ayrı konumlara sahipse edebiyat sanatı ile bestseller'lar arasındaki benzer durumu da kabullenmeliyiz artık. (Sanırım dünyada epeydir varolan bir durum bu aslında ancak niyeyse ülkemizde hala bestseller olan kendini iyi edebiyatçı, sanatçı sayıyor; kendinde edebiyat üzerine ahkam kesme hakkı görüyor, ona kızıyorum ben/kızıyoruz biz.) 

Velhasıl Marslı, edebi yönü zayıf (hayır yani ne bekliyoruz ki?) ancak oldukça eğlenceli bir kitap. Kitabımızın kahramanı Mark Watney, kolonileşme programı kapsamında Mars'a göreve giden bir grup astronottan en şanssız (ya da göreceli olarak en şanslı) olanı. Zira görevlerinin iptal edildiği Mars'taki altıncı günlerinde Dünya'ya dönmek üzere yola çıkacakları sırada başına gelen bir kaza sebebiyle arkadaşları onun öldüğünü düşünüp geride bırakıyorlar. Mars'ta. Tek başına. Bundan sonrası Mark'ın hayatta kalma ve Dünya'ya dönme yolları aramasının hikayesi. Bu hikayeyi de tam bir modern çağ Robinson Crusoe'su olan Watney'nin Mars'ta tek başına kaldığı günden itibaren tutmaya başladığı seyir defteri (log) aracılığıyla dinliyoruz. 

Marslı'yı zevkli, dolayısıyla başarılı kılan en büyük unsuru dili elbette. Yazarımız Andy Weir her ne kadar anlatımda bariz bir tembelliğe işaret eden günlük tutma tarzını kullanmış olsa da karakterin muzipliğini satırlara yansıtmada büyük bir başarı göstermiş, dolayısıyla da oldukça zevkli bir okuma deneyimi sunmuş. İlaveten konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan okurun bile anlayabileceği ve ilgileneceği teknik, bilimsel detaylarla renklendirmiş hikayesini. Sonuçta da ortaya "ülkemizde ve dünyada fırtınalar estiren" Marslı çıkmış. Kitabın sunduğu okuma deneyimini bir parça daha ilginç kılan durum ise Weir'ın profesyonel olarak ne astronomiyle ne de yazarlıkla ilgili bir geçmişinin olması. Weir, programcılık yapan ve hali hazırda yazılım mühendisi olarak çalışan bir inek (geek). Ancak kitapta işlediği bazı konular astronotlar tarafından "bu işi yapmayan birinin bilemeyeceği kadar sofistike" bulunmuş. Şuradan izleyebileceğiniz Adam Savage röportajında yazar bu durumun, uzayla ilgili tüm belgeselleri izlemesinin ve konuyu araştırmasının bir sonucu olduğunu söylüyor.

Malumunuz, günümüzde artık popülarite basında boy göstermekten, köşe yazılarında bahsedilmekten daha farklı bir anlam ifade ediyor: Sosyal medyada konuşulmak. Marslı da 2014 yılında Goodreads kullanıcıları tarafından yılın en iyi bilim-kurgu romanı seçilmiş. Bu konuda itirazım var: İtirazım, Marslı'nın gerçekten o kadar iyi olup olmadığı konusunda değil, bilim-kurgu romanı olup olmadığı konusunda. Evet, hikaye Mars'ta geçiyor, bilimsel bir arka plana sahip ancak bunlar bir eseri bilim-kurgu olarak nitelemek için yeterli midir? Başka bir deyişle içinde bilimsel bilgiler var diye lise fen bilgisi kitaplarımıza da bilim-kurgu eseri diyebilir miyiz? Bilim-kurgunun tanımında "kurgunun bugün olası olmayan bilim ve teknoloji unsurlarını da kullanarak oluşturulmasından" bahsedilir. Marslı'da kullanılan bilim teknoloji unsurları ise o kadar fütüristtik değil; pek çoğu hali hazırda kullanılan, birazı da prototip olarak tasarlanmış öğeler. Dolayısıyla işin "bilim" kısmında sıkıntı yok ancak "kurgu" kısmı, hikayenin kurgusunu bir kenara bırakacak olursak, o kadar da keskin değil. Dolayısıyla Marslı'ya "bilim-kurgu" demek pek doğru gelmiyor kulağa; "bilimsel macera" daha doğru bir tanımlama olacaktır sanıyorum ki... 

Goodreads'te yaptığım kısa bir gezintide kitabın en çok "derinlikten yoksun" bulunarak eleştirildiğini gördüm. Bu eleştirinin doğruluk payı yok değil; her şeyden önce kahramanımız Watney, Mars'ta mahsur kalmış bir astronottan çok ofis tuvaletinde kilitli kalmış bir insan gibi davranıyor. Herhangi bir umutsuzluk belirtisi göstermemesi, yalnız kalmak ve muhtemelen yalnız ölecek olmak konusunda bu kadar rahat bir ruh haline, sürekli espriler saçan bir üsluba sahip olması derinliği ve inandırıcılığı bir nebze yaralıyor ancak ufak bir araştırmayla yazarın "asosyal bilgisayar kurdu" olarak geçirdiği yaşamında, yarattığı kahramanla pek çok ortak noktasının olduğunu görmek ve hikayede sık sık Watney'nin optimist bir yapısının olduğu vurgusu bir nebze olsun bu eksikliği örtbas edebiliyor. Öte yandan yazarın asosyal yaşamı hakkında bilgi sahibi olmak kitaptaki yan karakterlerin hepsinin tek tip, klişe ve derinlikten yoksun olmasının da sebebini açıklıyor ki bu durumun örtbas edilebilecek bir yanı yok. Eleştirilerde katılmadığım noktayı ise yazının girişinde kullandığım cümleyle özetleyebilirim: Hayır, ne bekliyoruz ki? 

Marslı'nın "insanlığın mutlak yalnızlığı üzerine bir metafor" olmak gibi bir iddiası vardı da ben mi kaçırdım? Açık konuşayım; Watney daha gerçekçi bir karakter olsaydı, günlüğünde yalnızlığının derinliklerinde kayboluşunu anlatsaydı eminim kitap bu kadar eğlenceli olmazdı. Karakterler daha çeşitli, daha derinlikli ve gelişime açık yaratılsaydı daha iyi bir kitap olabilirdi belki ama tekrar ediyorum, kesinlikle daha eğlenceli olmazdı. Dolayısıyla kitabın bize vadettiğinden daha farklı bir okuma deneyimi sunmuyor oluşu, bu eleştirileri acımasız, daha doğrusu gereksiz bulmama neden oluyor. Evet; kitabın eksiklikleri bunlar ancak bunlara eleştiri olarak değil, en fazla birer tespit olarak katılabiliyorum. 

Böylesi bir popülerliği kaçırmak istemeyen Hollywood anında kolları sıvayıp kitabı sinemaya uyarladı bile. Mark Watney rolünde Matt Damon'ı izleyeceğimiz Riddley Scott'ın yönettiği film ekimde vizyona girecek. Ayrıca fragmanlardan anladığım kadarıyla "edebiyatta derinlik bulamazsa ölecek" hastalığından muzdarip olanlar için iyi de bir haberim var; film uyarlamasında konu biraz daha derinlikli ele alınıyor gibi gözüküyor. Dolayısıyla iyi ancak kitabı kadar eğlenceli olmayan bir film bizi bekliyor diyebilirim. Kitabı benim gibi seven okurlara ise kitaptan aldıkları aynı zevki almayı beklemeden, hikayesini bilmedikleri bir film izliyormuş gibi değerlendirmelerini tavsiye ederim. Film gerçekten leziz gözüküyor zira... (Türkçe altyazılı fragman için böyle buyurun.)

Netice olarak Marslı ziyadesiyle eğlenceli bir kitap ve Murathan Mungan'ın söylediği gibi: "Kitap okumak ilkin bir haz işidir ve polisiye Marslı'yı okumak bana haz verdi."

MarslıAndy Weir - İthaki Yayınları, 416 s.

Pek yakında... Ya da başka bir deyişle; dönüyorum!

Efendim şöyle internette dolanırken benim bir blog'um olduğu ve kendisini çok fena boşladığım geldi aklıma... (Hiç aklımdan çıkmıyordu da bir türlü fırsat olmadı diyelim.) Şaka maka nereden baksan 7 ay olmuş yazmayalı... Gemiydi mezuniyetti derken hemen ardından hayatın tutup "sen planlar yapmaya devam et, ben bildiğimi okurum" diyerek beni hiç aklıma dahi gelmeyecek durumlara sokmasıyla beraber az okuyup hiç yaz(a)mayan büyük kalabalığa katılmış bulundum. Daha açık ifade etmek gerekirse -affedersiniz ama- köpek gibi çalışıyorum efendim, ondandır buraları boş bırakmam. 

Şöyle özetleyeyim; yaptığım kaba hesaba göre (oturup saydım demek istiyorum) 1 Nisan'dan beri sadece 16 günümü İstanbul'da, evimin olduğu şehirde geçirmişim. Devamı Bursa, İzmir, Denizli, Gaziantep, Adana ve Mersin'de mekik dokuyarak, otellerde yaşayarak ve çok çalışarak geçmiş. Şikayet ettiğim sanılmasın, durumumu anlatıyorum sadece. Velhasıl estiler, "haydi yeniden başlayalım bakalım" dedim ben de. Bir de buraya not düşeyim, kendime vazife olsun ilk fırsatta yazmak diye, bir merhaba diyeyim istedim. 

En son nerede kalmıştık? Hah, şurada Tiffany'de Kahvaltı'yı yazmışım, ondan sonra okuduğum ama önce yazdığım Ağaçkakan burada, Yine aynı şekilde Akdeniz'in yazısı burada, Turnalar Sıcak İklimlere Göçüyordu burada ve Biçem Alıştırmaları yazısı da burada. Ayrıca Yalnızlar Mektebi'nin fantastik edebiyat temalı on ikinci sayısında biricik Sevin Okyay'la çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirmiştik, kaçıranlar dergiye nereden ulaşabileceklerini buradan öğrenebilirler.  

Yazmaya ara vereli okuduklarım karışık sırayla şu şekilde oldu: Yüzüklerin Efendisi'ni okudum nihayet, başına bir de yeniden Hobbit okuması ekledim. Tutup da hakkında bir bütün yazı yazacak değilim ama Tolkien'a hayran olmamak elde değil gerçekten. 

Sonra Alper Canıgüz kitaplarını bitirdim; Tatlı Rüyalar, Babalar ve Rencide Ruhlar, Gizliajans ve Cehennem Çiçeği. Bilahare haklarında detaylı yazma niyetim olsa da kısaca ziyadesiyle keyifli kitaplardı diyebilirim.

Mahir Ünsal Eriş'in ikinci kitabı Olduğu Kadar Güzeldik de okunanlar arasında; şurada hakkında atıp tuttuğum Bangır Bangır Ferdi Çalıyordu Evde ile kardeş kitap gibi bunlar, sadece kapak tasarımlarıyla değil elbette, içeriğiyle de benzeyen kitaplar. Eriş'in tarzını sevenlerin seveceği, sevmeyenlerin sevmeyeceği bir kitap yani; pek farklı bir şey yok... Ben sevdim, şöyle diyeyim; yazarın meyve suyu kapaklı Dünya Bu Kadar'ı da okunacaklar arasında.

Kraliçemiz Ursula K. LeGuin'in Yerdeniz serisine başladım. Yerdeniz Büyücüsü, Atuan Mezarları ve En Uzak Sahil bitti, serinin dördüncü kitabı Tehanu'da tıkandım kaldım. Bir ara döneceğimi umuyorum ama bu sıralar ağır okumalar yapacak halim yok ne yazık ki... O yüzden elime yeniden ne zaman alırım hiç bilmiyorum. Ağır okuma dediğime bakmayın, alabildiğine keyifli, zengin kitaplar her biri ancak LeGuin'in, şurada bahsettiğim Mülksüzler'inde olduğu gibi, anlatısının sağlamlığını desteklediği enteresan bir dili var. Hem akıcı hem yorucu; hem basit hem karmaşık... Dolayısıyla bu aralar tercihimi daha sürükleyici kitaplardan yana kullanıyorum diyelim. 

Bunlar dışında tam bir facia olarak niteleyebileceğim çok sevdiğim Atilla Atalay'dan Uyuyamadığım'ı okudum bir ara ama hiç değinmeden dönem mizahı kendi döneminde kalmaya mahkum deyip geçiyorum. 

Bir de Barış Bıçakçı'dan Sinek Isırıklarının Müellifi'ni okudum ki kocaman bir "öööf" de onun için gelsin. Sevenleri saygısızlık olarak görmesin lütfen ama bu kadar sinameki, sıkıcı ve -bence- zorlama bir karakterle bu kadar bayık bir hiçbir şey anlatmama durumu nasıl sevildi anlayamadım. Belki ben yanlış zamanda okumuşumdur. Yine de vasat bir modern çağ Turgut Özben'i yaratma çabasından öteye geçemediğini söylemeye devam edeceğim. Hakkını yemek olmaz; Bıçakçı'nın dili özgün ve kaliteli ancak anlatımı, karakterleri ve "hikayesi" kof. Bir ara yazarın Bizim Büyük Çaresizliğimiz'ine de bir şans veririm mutlaka ama yakın bir zamanda değil. 

Son olarak ise -ülkemizde ve dünyada fırtınalar koparan- Andy Weir imzalı Marslı'yı okudum. Hah işte, hakkında iki kelam edilecek kitap diye buna derim! Şaka yapıyorum tabii, hakkında yazacağım ilk kitap o olsa da bir değer ölçütü değil bu durum yani... Şimdi de elimde Harper Lee'den Bülbülü Öldürmek var ve bitmesin diye azar azar okumaya çalışıyorum.

Velhasıl hal böyleyken böyle... Ülke yokuş aşağı freni boşalmış bir kamyon gibi gidedursun, kişisel çabalarımız en fazla yüz yıllık bir zaman diliminde anlamlanmaya çalışırken dünya dönüyor, siz ne derseniz deyin. İnsanlar arası iletişimin giderek azaldığı iletişim çağımızdahahaha... Şaka şaka, çok ciddiye almayın hayatı, valla bak!

Sinebiyat #4

Tiffany'de Kahvaltı veya Özgür Kadına Tahammülsüz Hollywood

Telaşa mahal yok; erkek egemen kültürün sanata sirayet edişini sinema üzerinden ele alıp sosyoloji eserleri vasıtasıyla bir kaynakça oluşturarak sistem eleştirisi yapacak değilim. Yani, tabi, neden olmasın da... Ohoo kim uğraşacak şimdi?! 

Şaka bir yana, sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Tiffany'de Kahvaltı, romantik komedi olarak şahane, uyarlama olarak ise tam anlamıyla rezalet bir film. Filmi izlemeden önce kitabını okuma fırsatı bulmuş azınlıktan olmam bu kanıya varmam için yeterli oldu. Kitaptan başlayacak olursak; her şeyden önce novella dünyanın en güzel şeyi değil mi? Sabahları yumurtasını bile "kayısı kıvamında" seven insanlar olarak, hikayenin hafifliğini ya da romanın ağırlığını haiz olmadan var olan novella türüne hak ettiği değeri vermediğimize inanıyorum. 

İlk olarak 1958'de yayımlanan Truman Capote imzalı Tiffany'de Kahvaltı da bir novella. 1943'ün sonbaharında başlayan hikayenin baş karakteri Holly Golightly, on sekiz - on dokuz yaşlarında, taşradan gelip New York kafe sosyetesinin gözdesi olmuş bir kadın. Hikayenin isimsiz anlatıcısı, ya da Holly'nin tercih ettiği isimle Fred, yeni taşındığı Manhattan'daki apartmanda komşusu olur şatafatın içerisinde kişisel mutsuzluğunu unutmaya çalışan bu genç kadının. Hikaye ilerledikçe karakterler yakınlaşır; karakterler yakınlaştıkça da hikaye ilerler böylece... 

Holly Golightly, kendisini pahalı hediyeler veya yüklü çekler ile ödüllendiren zengin erkeklerle sosyalleşerek yaşamını idame ettiren, gösteriş meraklısı ve şatafatı seven bir karakter olarak resmedilse de özünde özgürlüğüne düşkün bir kadındır: Hayatta en nefret ettiği şey kafesler olan, evine doğru düzgün eşya almayacak kadar bağlılıktan uzak duran ve sokakta bulup evine getirdiği kediye bir isim dahi vererek üzerinde hakimiyet kurmak istemeyecek kadar bağımsızlığa tutkun; bu yönüyle edebiyat dünyasında eşine ender rastlanan bir kadın karakter. Hikaye ilerleyip de giderek birbirlerine ısındıkları Fred sayesinde, gerçek yüzünü görmeye başlayana kadar döneminin basmakalıp kadınlarına da bir eleştiri niteliği taşıyor Golightly. Bir röportajında Capote'un tasvir ettiği üzere "bir hayat kadını değil ancak bir Amerikan geyşası" olarak, yüksek sosyetenin hay huyuna kapılan, döneminin modern çağ kadınlarına bir gönderme... 

Sonrasında zaman geçiyor; anlatıcımız Fred'in, biraz da aşkla karışık hayranlığı büyüdükçe, Holly'nin gerçek yüzünü görmeye, içerisinde kopan özgürlük çığlıklarını, ebedi yalnızlık isyanını okumaya başlıyoruz. Böylesi "hafif meşrep" bir kadından beklenmeyecek şekilde varoluş sancısı çeken, içerisinde bulunduğu yüksek sosyal statüyü bir maske olarak taşıyan bir karakter olduğunu sonlara doğru (sürpriz bozan geliyor) her şeyi arkasında bırakıp bir taksiye atlayarak Rio'ya gidişiyle ortadan kaybolması ve hikayenin başında isimsiz anlatıcımızın değindiği, suretinin en son Afrika'da görülen tahta bir heykelcikte ortaya çıkışı dışında hiçbir iz bırakmamış olmasıyla anlıyoruz. (sürpriz bozan bitti)

Benim için Holly'i ve hikayesini değerli kılan bu durum, film uyarlamasında ise esamesi dahi okunmayan bir unsur haline gelmiş ne yazık ki. Yersiz çıkışlarıyla sosyetenin yüzeyselliğine vurduğu darbelerle dikkat çeken, özgürlük düşkünü, vaktinde toplumun ne dediğini umursamadan lezbiyen bir ev arkadaşıyla yaşamış biseksüel bir kadın imajını yok edip "pek de matah olmayan varoluş sancısını" lüksün arkasına saklamaya çalışan, yer yer patolojik boyutta psikolojik sorunları olan ve Fred'e deli gibi aşık hafif bir kadın yaratmışlar filmde. Holly'e sinemada can vererek filmi ve karakteri kültleştiren Audrey Hepburn'ün tüm güzelliği ve duruluğu bir yana, Holly'le aslında pek de alakası olmayan bir seçim olduğunu, kitabı okumadan önce bu kült aktris-rol bileşimini bilmeseydim gözümde canlandıracağım son isim olacağını belirtmek isterim. 

İşin şaşırtıcı yanı ise eserin sahibi Capote'un tüm senaryo ve yapım aşamasında filme dahil olmasına rağmen böylesi keskin "müdahalelerin" vuku bulması. Kendisi de bir eşcinsel olan Capote'un, Hays Code olarak da bilinen Motion Picture Production Code isimli, döneminin Amerikan film endüstrisinde fazlasıyla geçerli olan bir sansür mekanizması sebebiyle anlatıcı Fred'in eşcinselliğine değinilmemesi, Hepburn'e daha çok uysun diye Holly'nin biseksüel ilişkisinin görmezden gelinmesi, hele hele finalde bu güçlü ve bağlılıktan hoşlanmayan kadının koşarak Fred rolündeki George Peppard'a sarılıp "sonsuza kadar mutlu yaşaması" gibi, bir noktada eserin özünü saptıran sansür ve değişikliklere nasıl müsaade ettiğini merak etmemek elde değil. 

Varsayımsal olarak dönemin şartları nezdinde "ya böyle ya hiç" konumunda kalmış olabileceğini düşünebiliriz sanıyorum ki yazarın. Zaten ilk olarak Holly karakterinde Marilyn Monroe'yu görmek istemiş Capote ancak kimi "teknik" şartlar sebebiyle hiç de içine sinmeyerek Hepburn'e "tamah etmek" zorunda kalmış. Hal böyle olunca zaruretten doğan bir kabullenmişlik olabileceğini düşünmek çok da yanlış olmayacaktır belki de. 

Öte yandan tamamıyla Capote'un tasavvuruna ters düşen bir film değil Tiffany'de Kahvaltı. Zira sonradan daha da belirginleştiği üzere karakter nezdinde oldukça otobiyografik izler taşıyan bir hikayeymiş anlatılan. Filmist Blog'un şuradaki yazısında çok güzel ifade edildiği üzere: "Holly, yaratıcısı Capote'a oldukça benzemektedir aslında. Sevimli, eğlenceli ve aidiyet hissini bir türlü yakalayamayan; kalabalıklar içerisinde eğlenceli yüzüyle yer edinmeye çalışan taşralı bir çocuk..." Yani başka bir pencereden bakıldığında filmin bu durumu başarıyla yansıttığını söylemek mümkün. Dolayısıyla bahsettiğim kabullenmişliğin bir yansıması da "olduğu kadar" hissiyatı olabilir. Öyle veya böyle, Tiffany'de Kahvaltı hakkı verilerek uyarlanan bir kitap olmamış. Bu açıdan büyük bir hayal kırıklığı ancak romantik bir film olarak ise sevimli ve keyifli... 

Özellikle son iki yıldır bit pazarına nur yağdıran Hollywood'un durumu keşfedip gerçek bir Tiffany'de Kahvaltı uyarlaması yapması, böylece eserin okurlarına da bir mutlu son bahşetmesi temennisiyle...

Hamiş: Sinebiyat yazılarıyla Ebediyen Edebiyat'ta konuk yazar olmak isterseniz böyle buyurun lütfen.