Müzibiyat #11

Çağdaş Türk şiirinin önemli isimlerinden Nazım Hikmet Ran. Şairliği, yazarlığı, siyasi kimliği ve yaşadıkları üzerine söyleyecek pek de söz yok halihazırda, kalbimdeki yeri her daim başka olacak isimlerden...

Zamansız eserlere imza atmış olmanın bir getirisi olarak, şiirleri pek çok şarkıya söz olmuş şairlerden aynı zamanda Nazım. Ezginin Günlüğü, Ahmet Kaya, Cem Karaca, Grup Yorum, Zülfü Livaneli, Edip Akbayram ve daha nice değerli isim tarafından çeşitli şiirleri yorumlanan şairin oldukça bilinen bir şiirinin, pek de bilinmeyen bir yorumunu paylaşmak istiyorum bu Müzibiyat gönderisinde. 

Özellikle "Yani sen elmayı seviyorsun diye/Elmanın da seni sevmesi şart mı?" dizeleriyle  bilinen Tahir'le Zühre Meselesi isimli şiir Tarık Öcal tarafından bestelenmiş ve ilk olarak Esin Afşar tarafından, kendisinin 1986 tarihli Dün ve Bugünün Türk Şiir ve Ezgileri albümünde seslendirilmiş -ki yorumuna buradan ulaşabilirsiniz. 

Benim paylaşacağım yorumsa Sema & Taksim grubunun Gülnihal isimli albümünden, solist Sema Mortiz tarafından seslendirilen hali. Kendisini tanımayanlara şiddetle tavsiye eder, iyi dinlemeler dilerim! 

Şiirin tamamına yazının devamından ulaşabilirsiniz. 

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde - Mahir Ünsal Eriş

Yaşı kaç olursa olsun bütün kadınların ağlamasında insanın kendi annesinin ağlayışını hatırlatan bir şey var, canından can yolar adamın. 
Hep Klinsmann’ın Yüzünden
Özellikle okumam için hediye edilen bir kitap Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde... Gerek alışıldığın dışındaki ismi, gerekse gitgide popülerleşen genç öykücülüğün -ki ümit vadeden bir durum bence- örneklerinden olması sebebiyle hızla duyulan ve beğenilerek okunan kitaplardan. Elbette bu hızlı yükselişin sebeplerini böylesi teorik varsayımlara dayandırmak hem esere, hem de yazarına haksızlık olacaktır; baştan sona keyifli bir okuma sunması ve fısıltı gazetesinde kulaktan kulağa tavsiye edilmesi de bu başarıdaki en büyük etmenlerden olsa gerek.

Ziyadesiyle genç; 1980 doğumlu Mahir Ünsal Eriş'in ilk kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, on dört hikayelik bir öykü kitabı. Klişeye düşmekten imtina etsem de şu kalıpları kullanmamak elde değil; içten, samimi ve bizden. 

Fonunu seksenli yılların Türkiye'sinin oluşturduğu, sokak arası koşuşturmalarından,  siyasi kavgalara; aşk acısından, ani ölümlere, -yani bize ait, insana ait- pek çok konuyu anlatıyor Eriş. Pek çok okurun okuma motivasyonunun okuduğu kitapta kendisini bulmasından kaynaklandığını göz önüne alırsak, yazar için hedefi on ikiden vurmuş da diyebiliriz. Arka kapak yazısından da anlaşılacağı üzere öykülerin pek çoğunda -belki de hepsinde- biyografik izlere rastlamak mümkün -ki bahsettiğim samimiyet duygusunun kaynağı da bu sanıyorum ki; kendisine ait bir öyküyü anlatmanın rahatlığı göze çarpıyor zira Eriş'in kaleminde. Çocukluk yıllarının tecessüsünü, ilk gençliğin hovardalığını ve  gençliğin aşk yorgunluklarını okurken ya kendisinin ya da çevresinin hikayelerini anlattığı izlenime kapılmamak elde değil. 

Öykülerin hepsine tek tek değinecek değilim elbette ancak bir kadının ağzından kaleme alınan "Her Kanser Erken Ölümdür" isimli öyküdeki hissiyat ve üslup, kahramanını karşı cinsten seçen yazarları gözlemlemek hoşuma gittiğinden, özellikle ilgimi çekti. Sık sık alışılagelmiş kalıplara sığınmış olması ve karşı cinsle empati kurarken mecburen varsayımsal kalması göze batıyor olsa da genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Yine de, fikrine güvendiğim kadınların mealen söylediklerini es geçemeyeceğim; "bir kadının neler düşündüğünü anlamaktan oldukça uzak."

"Biten Bir Aşkın Ardından" isimli öyküyse, aceleye gelmiş hissi yaratan sonuna rağmen, en sevdiğim öykü oldu. Özellikle buluşma anına kadar yapılan tasvirler ve betimlemeler hoşuma gitse de, şu Afili Filintalar ekibinin pek çoğunun başvurduğu "abartılı aforizma zorlamaları"  ndan rahatsız olmadım değil. Yine de zaman zaman açıp, tekrar okunası öykülerden... 

Temasal olarak birbirlerini andırdıkları için ister istemez Sinan Sülün'ün Karahindiba'sıyla kıyasladım Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'yi; neticede ikisinde de mağlup insanların o aşina duygu akışları mevcut ve ikisi de yeni-genç kalemlerin elinden çıkma. Ancak esasında aralarındaki belki de yegane benzerlikler bunlar; dilleri, mizahı kullanmaları ve kurguları bambaşka iki genç kalem mevzu bahis olan -sadece birini okumuş olanlar için bir fikir vermesi gayesiyle belirtmek istediğim bir detay. 

Netice olarak; gelecek hamleleri dikkatle takip edilecek genç bir yazardan, şu soğuk kış günlerinde battaniye altında sakince okunacak, keyiflik kitaplardan Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde. 


Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde - Mahir Ünsal Eriş, İletişim Yayınevi - 152s

Amat - İhsan Oktay Anar (Sözlük)

Buradaki yazıda da belirttiğim gibi Amat, her İhsan Oktay Anar kitabı gibi pek çok eski kelime içeriyor ancak bu sefer muhteviyata denizcilik terimleri de eklendiği için kimi zaman kelimelerin anlamlarını bilmeden cümleleri anlamak gerçekten imkansız bir hal alıyor. 

Yazarın kendi üslubu, kendi seçimi -ki eserlerine masalsı bir atmosfer ve şiirsellik katması açısından da oldukça keyifli- olabilir ancak bu noktada yayın evinin okura kolaylık sunması gerektiği konusundaki görüşümü tekrar vurgulamak isterim. Bilinmeyen kelimeler özellikle Amat'ta, okuduğum diğer Anar kitaplarına kıyasla çok daha zorlu bir süreç yaratıyor, terim çokluğu cümlenin gelişinden anlam çıkartmayı olanaksız hale getiriyor

Dolayısıyla sözlük çalışmalarım arasında en işlevsel olanı -şimdilik- bu olacak sanıyorum ki. Kelimelerin anlamlarını çoğunlukla TDK, ekşisözlük ve amat.blogcu adreslerinden buldum. Uzun uğraş ve çabalarıma rağmen bulamadığım kelimeler de oldu maalesef. 

Faydalı olması temennisiyle, "Amat Sözlüğü"ne ulaşmak isteyenleri yazının devamına alalım:


Amat - İhsan Oktay Anar

“Şarap içen biri asla yalan söyleyemez,” dedi Kul Rıza. “Sadece unutur, o kadar! Dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini, hepsini unutur.”
Geçtiğimiz günlerde son kitabı Yedinci Gün ile yeniden gündeme gelen İhsan Oktay Anar'ın  2005'te yayımlanan dördüncü kitabı Amat, yazarın benim okuduğum üçüncü kitabı oldu. Daha önce Puslu Kıtalar Atlası ve Suskunlar'ı okumuştum. 

Bu kitapla beraber Anar'ın tarzını formülize ettiği ve bu formülü benzer bir iskelet üzerine felsefeden müziğe, eski kültürlerden mitolojiye pek çok alanda çeşitlilik ekleyerek ve paralel ancak farklı temel konuları ele alarak oluşturduğu yönündeki kanaatimi netleştirmiş oldum. Bunun olumsuz bir yargı olarak algılanmasını istemem yalnız; her eserde özgün olmak ya da belirli bir tarza bağlanıp kalmamak ne yazar açısından kolay ne de -ben dahil- pek çok okur için illa beklenen bir etmen. Dolayısıyla alışıldık ancak keyifli bir kitap. 

Amat, en basite indirgendiğinde bir yolculuk öyküsü olarak nitelendirilebilir; 17. yy'da İstanbul'dan hareket eden Amat isimli gemide geçen olayları anlatıyor. Elbette söylediğim gibi bu tanım ziyadesiyle basitleştirmek olacaktır eserin konusunu; kahramanımız Süleyman Reis'in ölümsüzlük arayışından, Kaptan Diyavol Paşa'nın gizemli dünyasına, geminin mürettebatını oluşturan çok sayıda yan karakterin hikaye ve maceralarına şahit oluyoruz.

Amat'ın felsefi altyapısını oluşturan zamanın döngüselliği hem konunun karmaşık ve bulanık yapısından hem de hikayede çok da fazla izah edilmemesi sebebiyle bana oldukça zayıf geldi. Aynı şekilde ele alınan ölüm ve ölümsüzlük üzerine de tatminkar bir üslup bulamadım maalesef. Hikayenin sonunda sunulan farklı izahatlar çözümün oldukça aceleye getirildiği hissi yaratıyor ve bilinçli ya da bilinçsiz açık bırakılmış son bu izlenimi kuvvetlendiriyor. Okuduğum yorumların çoğunda da pek çok okurun kafasının karıştığını gördüm. Bu durumda olanlar için Ertan Örgen imzalı "Amat'ta Yapı ve Simgeler" başlıklı çalışmayı öneririm.  

Tabi ki bir Anar kitabından söz ederken diline değinmemek neredeyse imkansız; yine eski kelimeler, yine masalsı üslup... Ancak bu sefer kelimelere fazla takılmamak gerektiğini, karine ile anlaşılabileceğini söyleyemiyorum: Tüm öykü boyunca o kadar çok eski denizcilik terimi kullanılıyor ki, denizcilik okumama rağmen ben bile kimi yerlerde hiçbir şey anlamadım. Vuku bulan kimi olayları gözümde canlandırmam imkansız hale geldiğinde eserden kopmam işten bile değildi elbette. (Okuyacak olanların da bu dertten muzdarip olmaması için Amat'a da bir sözlük hazırladım; böyle buyrun.) Diğer iki kitapta bu eski kelime meselesi bende rahatsızlık bir yana, keyif bile uyandırmış, hoşuma gitmişti ancak Amat'taki yoğun terminoloji ister istemez yazarın Osmanlıca denizcilik terimi çalıştığını gözümüze soktuğu hissi yarattı. Bu noktada İletişim Yayınları'nın da hangi sebeple dipnot kullanarak veya sözlük sunarak okura kolaylık sağlamadığını anlamak güç gerçekten. Özellikle Amat için böylesi bir çalışmanın ziyadesiyle gerekli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 

Bu kadar yergiye rağmen beğenmediğimi söyleyemiyorum işin garibi; İhsan Oktay Anar yarattığı dünyalarla öyle bir tılsım oluşturuyor ki kendinizi Amat'ta bir mürettebat ya da savaşta bir yeniçeri gibi hissediyorsunuz. Okuru hikayenin içine çekme konusunda gösterilen başarı tüm olumsuz yargıları da yok saydıracak boyutlara ulaşmış. 

Uzun lafın kısası Amat, Anar külliyatını sevenlerin okumasını, yeni başlayacak olanlarınsa ilk kitap olarak seçmemesini tavsiye edeceğim bir kitap. 

Amat - İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları - 235s

Eski Basımlar - Deniz Feneri, Virginia Woolf, 1945

Bu dünyayı nasıl olur da bir tanrı yaratmış olabilirdi? diye kendi kendine sordu. Akliyle her zaman şu hakikate varıyordu: Dünyada ne hikmet, ne nizam, ne de adalet vardır; ıstıraptan, ölümden, sefaletten başka bir şey yoktur. Dünyanın yapamıyacağı hiçbir hainlik yoktu; bunu biliyordu. Hiçbir saadet devam etmezdi; bunu biliyordu.
Son zamanlarda yazacağım en zor yazılardan bir tanesi bu sanıyorum ki; zira Virginia Woolf gibi bir ismi okuyup da neredeyse hiçbir şey anlamadığım için bir nebze çekiniyorum yazmaktan.

Hakkında sık sık övgüler duyduğum, dünya edebiyatının sağlam kalelerinden biri olan Woolf'u okumak istememdeki asıl sebep ilgi çekici hayat öyküsü, daha da ziyade hazin sonuydu. Özellikle son mektubu oldukça ilgimi çekmiş, merakımı arttırmıştı...  

Öncelikle şunu belirtmeliyim; okuduğum kitap 1945 basımı olmasına rağmen tam olarak eski basımlar yazı dizisine dahil olabilecek niteliğe sahip değil esasında çünkü İletişim Yayınevi'nin 2011'de çıkarttığı baskının çevirisi de Naciye Akseki'ye ait. İki basım arasında herhangi bir karşılaştırma yapabilmiş değilim ancak çevirinin niteliği bakımından temelde pek de fazla fark olacağını düşünmüyorum. Dolayısıyla eski basım olmasının, romantik perspektifi gözardı edersek, pek de bir getirisi olmadı ancak bu durum ister istemez zamansız olma özelliğinin sadece kitaplar için değil, çeviriler için de geçerli bir kavram olduğunu düşündürdü bana.

Kitaba dönecek olursak; anlamadığımı söyledim ancak bunun sebebi beklediğim gibi Woolf'un dili olmadı. Okumadan evvel aldığım duyumlar ve Akseki'nin önsözde sık sık dilin karmaşıklığına değinmesi, bu konuda zorlanacağımı düşündürtmüş olsa da korktuğum kadar karmaşık/yorucu bir dille karşılaşmadım -ki aynı önsözde Akseki şöyle demiş:
"V. Woolf'a göre en mühim mesele önce kimin için yazdığını bilmektedir. Çünkü bu, nasıl yazacağını bilmek demektir. V. Woolf'un tasavvur ettiği okuyucu, okumayı itiyadedinmiş, başka devirlerin ve başka milletlerin edebiyatından da haberdar olan bir okuyucudur. V. Woolf haftalık yazmak, günlük yazmak, kısa yazmak, uzun yazmak, treni kaçırmamak için koşan iş güç sahibi insana yazmak, akşam evine yorgun argın dönen insana yazmak, okuyucusuna kolay kazanılan bir zevk vermek istemiyor. Trende okunmak, kırda vakit geçirmek için okunmak, uykulu zamanlarınızda okunmak istemiyor; onu okumak için muhakkak odanıza çekilip, bir masa başında sert bir sandalye üzerine oturup bütün ciddiyetinizle kitap okumaya hazırlanmanız lazım. O zaman V. Woolf da size beklediğiniz zevki vermeye hazırdır."
Bu söylem uyarıcı niteliğinin yanı sıra ürkütücü bir yapıya da sahip. İnsan ister istemez kendisini bekleyen okuma macerasından çekinmeye başlıyor. Akseki'nin önerisine tamı tamına olmasa da oldukça uymaya çalıştım ve Deniz Feneri okumalarımı mümkün mertebe konsantre olabildiğim ortamlarda gerçekleştirdim. Dolayısıyla, belirttiğim gibi, dile dair bir sıkıntıyla karşılaşmadım. 


Eserin beni zorlayan kısmı tüm temellerinin bilinç akışı tekniğine dayandırılmış olması oldu. Klasik hikaye anlatımının alışılmış rahatlığını -serim, düğüm, çözülme- bulamamak, bırakın olay örgüsünü, neredeyse herhangi bir olay akışının bile olmaması sıkılmama ve sık sık metinden kopmama neden oldu. Bunun sebebini ya Tutunamayanlar'ı yeni bitirmiş ve bu tarz okumalardan yorulmuş olmama ya da her okuma deneyiminin iskeletini oluşturan okunan zaman ve koşullar açısından uygun bir döneme denk getirememe bağlıyorum. 

(Yine de belirtmeden geçemeyeceğim ki pek sevgili Judy, Sittirella, Euphoric ve Maledisant da aynı dertten muzdarip olmuşlar. İnsan ister istemez düşünmeden edemiyor: Sorun belki bizde değil Woolf'tadır?)

Velhasıl kelam; Virginia Woolf artık okumadım demeyeceğim ancak şimdilik uzun vadede tekrar okumayı planlamadığım bir yazar oldu. Blogu okuyanlar arasında bildiğim kadarıyla kendisinin hayranları var; Woolf yazınının hangi kısımlarını beğendiğinizi ve nedenlerini paylaşma nezaketi gösterirseniz müteşekkir olurum. 

Müzibiyat #10

Bu müzibiyat gönderisinde, daha çok şarkı kimliği bilinen bir eserle karşınızdayım!

Sanırım çoğunluk Yeni Türkü'nün Yeşilmişik isimli şahane parçasını biliyordur ve yine sanıyorum ki aynı çoğunluk bu şarkının sözlerinin aslında Can Yücel imzalı Suda şiiri olduğunu bilmiyordur?

Grubun aynı isimli Yeşilmişik albümleri aslında baştan sonra müzibiyat gönderilerine konu olabilecek bir niteliğe sahip; albümdeki şarkıların sözleri hep şairlere ait. Murathan Mungan, Turgay Fişekçi, Edward Estlin Cummings, Lale Müldür gibi pek çok şairin şiirleri şarkılaştırılan albümün yayın yılıysa 1988. İlerleyen zamanlarda sık sık başvuracağım bir albüm anlayacağınız...

Anlamını yorumlaması oldukça zor bir şiir olan Suda hakkında düşüncelerinizi yorumlarda görmek temennisiyle, iyi dinlemeler dilerim!

SUDA

Bir çift yaprakmış dalında yumuşacık
Tutmuşum, tutmuşum ellerinden senin
Düşmüşüz yavaşça, bir sakin derenin
İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık

Balıklar gibiymiş, sessiz ve karanlık
Yüzermiş saçların, yüzermiş nefesin
Susarmışız öyle, bir sâkin derenin
İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık

31. İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı veya Kısaca TÜYAP

Etkinliğin ismi bu kadar uzun olunca insanlar ister istemez daha kısa bir söylem arayışına giriyorlar; bahsi geçen durumda da "kitap fuarı" bile uzun geldiğinden, fuar alanının adı TÜYAP (ki merak edenler için açılımı "Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş" imiş) etkinlikle bütünleşiyor ve bir hafta boyunca "TÜYAP aşağı, TÜYAP yukarı" sohbetlerine tanıklık ediyoruz. Bu sene 31.si düzenlenen İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı 17-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleşti ve ben fuara dair anılarımı  yazabilme fırsatını ancak buluyorum! (Önceden uyarmış olayım; yazı oldukça kişisel bir içerikle, hatırat tadında ilerleyecek...)

Önce ganimetlere genel bir bakış:

Artık herkesçe malum olan meseleleri irdelemeyeceğim: Evet, fuar alanı çok uzak; evet, dişe dokunur herhangi bir indirim mevcut değil; evet, çok kalabalık. Standına göre değişiklik gösteren meseleler de baki; konuya hakim olmayan, güler yüzden bihaber görevliler, zengin yayınevlerinin devasa stantlarına karşılık küçük yayınevlerinin küçücük stantları... Tüm bu olumsuzlukların devam etmesine, hiçbir şekilde düzeltme çabası gösterilmemesine rağmen yine de severek ve çok zevk alarak gezdiğim bir fuar oldu, özellikle bu sene. 

Tabiri caizse dersime iyi çalışıp gittiğim için de böylesi bir keyif yakalamış olabilirim: Okunacaklar listemden almayı planladığım kitapları işaretleyip, fiyatlarına dair kısa bir ön-araştırma yapmış, katılabileceğim konuşmaları kaydetmiş, mutlaka uğrayacağım yayınevlerini belirlemiştim.

Öncelikle belirtmek isterim ki kendimi en kötüsüne hazırlamama rağmen -üstelik yağmur da yağıyordu- oldukça rahat bir yolculukla ulaştım fuar alanına. Metrobüs sakin ve yollar açıktı. Yanımda çok sevdiğim bir insanın da bulunmasından olsa gerek, yolculuk adeta keyifliydi bile diyebilirim. Erken yola çıkmış olmamızın etkisi de büyüktür muhtemelen bu durumda.

Alana ulaşır ulaşmaz ilk iş Radikal Kitap Standına uğradık. Fuar öncesi Facebook sayfalarında, stantta check-in yapanlara hepsiburada.com'dan kitap hediye edeceklerini duyurmuşlardı ve benim için bu fırsat kaçmazdı! Biz dandik telefonlarımızla meseleyi halletmek için cebelleşirken fuar görevlisi hanımefendi, sağolsun, çok yardımcı oldu, hatta devasa montlarımızı standın dolaplarından birine koymamıza bile müsaade etti -ki tüm gün yanımızda taşımak zorunda kalmadık. 
İşin aslı ilk aşamada "formaliteden" hediyeler beklemekteydim, neticede promosyon amaçlı bir girişimdi ancak öyle alternatifler çıktı ki karşımıza bu işin peşini bırakmamıza olanak kalmadı. Az sonra izah edeceğim çabalar sonucunda hediye kitaplarımıza kavuştuk -ki eminim siz de bayılacaksınız:  
J.R.R Tolkien - Bitmemiş Öyküler
Zülfü Livaneli - Edebiyat Mutluluktur
Check-in yapma işini telefonlarımızdan beceremeyince kamuya açık bir bilgisayar aramaya koyulduk. Ne soracak bir görevli ne de öyle bir bilgisayar bulabildiğimiz için soluğu sorumuzun cevabını bilme ihtimali yüksek olan ON8 Kitap'ın standında aldık. Daha önce kendisi olduğunu bilmeden twitter'dan diyalog kurduğum Yayın Koordinatörü Aslı  Tohumcu stanttaydı; kendisiyle tanıştık, henüz ziyaretçilerin kalabalıklaşmamasını fırsat bilip uzun uzun sohbet ettik. Bu esnada o da sağolsun, işimizi kendi bilgisayarından halletmemizi sağladı. Söz blogger'lıktan açılınca henüz yeni yayımlandığını söyleyebileceğim Mavi Kirazlar Serisi'ni de hediye ettiler, okuduktan sonra hakkında yazma sözü karşılığında. Bu vesileyle sözümü tez vakitte yerine getireceğimi  belirtip, tekrar teşekkürlerimi sunarım kendilerine.

Ardından özgürce dolaşmakta serbesttik! Bir kaç stant gezip, bir kaç kitabın fiyatlarını öğrendikten sonra saatlerimiz biri çeyrek geçeyi gösterirken yine ON8'in düzenlediği "budevirdeedebiyatın@gençlerlearasınasıl" başlıklı söyleşisine katıldık. Merak eden olursa; söyleşinin detayları hakkında kaleme aldığım yazıya şuradan ulaşabilirsiniz.


Söyleşi çıkışı daha önceki tecrübelerime dayanarak yemek sırası beklemenin ne menem bir illet olduğunu bildiğimden yanımızda getirdiğimiz nevaleye gömüldük. Söyleşi ve yemek faslı sabahki koşuşturmanın yorgunluğunu aldıktan sonra stant stant gezmeye devam ettik.
Elbette fuar boyunca bedava kitaplarla (söylemesi bile güzel değil mi?) idare edecek değildik.  Sonraki ganimetlerin uzun uzun anlatacak birer öyküsü yok, hemen maddeleyeyim o yüzden: 

Selçuk Altun'un elimde bulunan Bir Sen Yakınsın Uzakta Kalınca isimli kitabının öncesi Yalnılık Gittiğin Yoldan Gelir. Dolayısıyla ikincisini okuyabilmek için önce birincisini almam gerekiyordu, Sel Yayıncılık'tan ganimetlere eklenen bir kitap oldu. 
Buradaki yazıda ilgimi çeken Arthur Schopenhauer imzalı Eristik Diyalektik uzun süredir alınıp da okunacaklar listesindeydi, layığını buldu sonunda, yine canım Sel Yayıncılık'tan.
Alınacaklar arasında hiç önceliği olmayan  Steinbeck'in klasikleşmiş eseri Fareler ve İnsanlar, Sel'den yayınlandığını görünce alıverdiğim bir kitap oldu. 

Fantastik ve bilim-kurgu edebiyatıyla aram iyi olsa da Stephen King'i sevmiyorum. Benim okuma hızımdan daha seri kitap yazan bir adamı sevmem söz konusu değil zaten. İster haset deyin, ister çekememezlik. Dolayısıyla Kara Kule Serisi'nin ikinci kitabı Üç'ün Çekilişi'nin ganimetlerde yer alma sebebi ben değil, sevgili sevdiceğimdir.



Ömer Hayyam'a olan ilgi ve merakımı İş  Bankası Kültür Yayınları'nın yayımladığı "Dörtlükler - Rubailer- " ile perçinlemek istiyordum, rastlayınca aldım. 
Okumak istediklerim arasında bulunan William Golding imzalı Sineklerin Tanrısı'nı da sevgili gölgeliyol'un fuar ganimetlerinde görünce almaya karar vermiştim. Hatta yine aynı şekilde Otomatik Portakal'ı da alacaktım ancak ikinci kez uğradığımda tükenmişti maalesef. 
Notos Kitap da uğramadan geçilmeyecek stantlardan biriydi elbette. Stanttaki görevli başka bir müşteriyle meşgul olduğundan sağolsun Semih Abi (Gümüş) ilgilendi bizimle. (Abi dediğime bakmayın, kendisiyle bir tanışıklığım yok ancak öyle bir mizacı var ki, abi dememek mümkün değil!Birazcık Notos'un güzelliğinden söz ettikten sonra ben eski sayıların yedi liraya satılmasından şikayet edip, yeni sayıları da pahalılığından dolayı takip edemediğimi belirtirken Gümüş, sıkıldığından olsa gerek, son sayıyı beş liraya alabileceğimi söyledi! Halbuki hiç niyetim yoktu ama böyle bir durum karşısında elbette reddedemezdim, ekleniverdi ganimetlerin arasına. Yaşasın öğrencilik!  
Günümüz mizahının en sağlam kalelerinden birisi olduğunu düşündüğüm Yiğit Özgür'ün Çizgi Öyküler'i de Uykusuz standından alındı, zaman zaman okuyup neşelenmek için...
















İdefix ve SabitFikir'in tablet bilgisayarlar entegre ettikleri ortak stantlarında poster ve kupa hediye ettiklerini de belirtmeden geçmeyeyim isterim.
Sedat Girgin illüstrasyonu, kararsız okurlar için: "Bana bir kitap söyle, aşklı olsun"
"Her insanın içinde bir kitap vardır ve çoğu durumda kitabın kalması gereken yer tam da orasıdır." Christopher Hitchen
Alışveriş ve hediye meselesini bir kenara bırakırsak birkaç stant hakkında daha söylemek istediklerim var: 6.45 Yayınları her zamanki gibi -bana göre- fahiş fiyat uygulamasına ve müşteri kıymeti bilmeyen stant görevlilerine sahipti. Buna rağmen öylesi şahane eserleri yayımlıyorlar ki adeta huysuz ama sevilen yaşlı üst komşu gibiler benim için. Can Yayınları öylesi devasa bir standa sahipti ki, ben şahsen etrafında dolaşmaya üşendim ve hiç bakmadım. Zaten yine her zamanki gibi aman aman bir indirim de yoktu. Ayrıca kimi yayınevlerinin dubleks -evet evet, bildiğiniz iki katlı!- stantlarını da açıkçası biraz "görgüsüzce" buldum. Bunların dışında sevgili BA'nın da fuar notlarında değindiği hususa da tamamen katılıyorum; Metis ve YKY'nin stantlarını çepeçevre yüksek panellerle kaplaması kullanışsız ve çirkin olmuş. Ancak Metis'in Yerdeniz Serisi'nin altı kitabını tek cilt halinde basıp yayımlaması tabiri caizse beni benden aldı! Gönül isterdi ki hemen alıp yerleştirebileyim kütüphaneme...

Böyleyken böyle sevgili kitapseverler, yazıyı güzel bir temenniyle bitirecek olursak; umalım ki TÜYAP organizatörleri ve yayınevleri başta blogger'lar olmak üzere okurlara kulak versinler, eksiklikleri gidersinler ve şahane kitap fuarları bizim olsun!

Hikayeler 1 - Türk Dil Kurumu Yayınları

Bir kız çocuk, elinde bir deste maydanoz, takunyalarını tıkırdatarak geçiyor. Komşu Gaffar'ın oğlu, iki boş küfeyi bostan kapısından sokmağa uğraşıyor. İki hanım, belli ki uzakça bir yere gitmiş ve geç kalmışlardı, hızlı hızlı eve dönüyorlar. Mutfakta annesinin takunyalarla dolaştığı duyuluyor... "Hayat ne tatlı şey" diye düşündü. İnsanın ömrü olmalı da yaşamalı...

Hayat Ne Tatlı - Memduh Şevket Esendal
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı ile aram biraz limoni; ilk ve orta öğretim yıllarında zorla okutulan kitapların bunda etkisi büyük diye düşünüyorum. "Kitap okuma ödevi" başlı başına ayrı bir tartışma konusu zaten; çocukları okumaktan bu derece soğutabilecek başka bir yöntem daha tahayyül edemiyorum şahsen. Bu konuyu bilahare tartışmaya açmak üzere not edip, kitaba dönelim...

Biraz da aramızdaki bu ilişkiyi düzeltmek adına okudum Türk Dil Kurumu'nun Güzel Yazılar Dizisi'nin Hikayeler 1 kitabını. Hem öyküye ve öykücülere olan yabancılığımı giderecek hem de dönemin edebiyatçılarıyla aramı düzeltecektim. İsmini bilip henüz okuma fırsatı bulamadığım yazarlarla ve adını dahi duymadığım pek çok yazarla tanışma imkanı da cabası!

Derleme, Cumhuriyet döneminden günümüze kadar eser veren belli-başlı hikayecilerin birer, ikişer öyküsünü içeriyor. Yazının sonunda kitapta hangi yazarlara yer verildiğini listeleyeceğim ancak genel olarak ele alacak olursam dönemin öykücülük anlayışı -tabiri caizse- oldukça toy geldi bana. Bahsettiğim toyluk tabi ki taptaze bir tür olarak hikayenin ele alınmasından değil, batılı anlamda öykücülüğün/kısa-hikayeciliğin yeni yeni oluşmasından kaynaklanıyor. Yoksa Dede Korkut'tan, Mevlana'ya; fıkralardan, divan edebiyatının manzum hikayelerine kadar türün öncesi, farklı bir nitelik ve nicelikle de olsa yaygın olarak kullanılmış. Elbette bu toyluk durumunu -özellikle son zamanlarda sık sık karşılaştığım bir açıdan; dönemine göre ele almak gerekiyor; yazıldığı dönem açısından ele alındığında belki her biri birer şaheser olabilir kitaptaki öykülerin ancak günümüze geldiğimizde maalesef böyle bir durum söz konusu değil. Öte yandan Halide Edip gibi, Sabahattin Ali gibi ismi ve eserleri günümüze aynı namlarını koruyarak gelmiş yazarların öyküleri de mevcut kitapta. Bu da ister istemez çelişkiye sokuyor beni: Madem dönemine göre değerlendirdiğimizde her biri ayrı başarılı eserler söz konusu, bahsettiğim isimler neden günümüzde de aynı etkiyi yaratıyorlar? 

Sanıyorum bu noktada edebiyatta zamansızlığın önemi devreye giriyor. Zamansız eserler, yazıldığı dönemde de, ondan çok sonra da okuyucuyu kendisine çekmeyi, aynı ölçüde etkilemeyi başardıkları için bir noktada "klasik" tanımına sahip oluyorlar. Dolayısıyla sonuç olarak vardığım nokta; kimi yazarların isimlerinin bilinmemesinin sebebi, dönemlerine göre değerlendirmeye tabi tutulsalar dahi sahiden vasat ve altında işler ortaya çıkarmış olmaları. Tabi bu noktada hadsizliğimi bağışlamanızı rica ediyorum: Henüz böylesi değerlendirmeler yapacak yetkinlikte görmüyorum kendimi ancak fikir alışverişinde bulunmak namına naçizane düşüncelerimi aktarmaktır gayem. 

Derleme Memduh Şevket Esendal'ın öykücülüğündeki naifliği ve Fahri Celal Göktulga'nın leziz dilini keşfetmeme vesile olması ile Sait Faik, Halikarnas Balıkçısı gibi henüz okuma fırsatı bulamadığım ancak merak ettiğim isimlere bir yerden başlama imkanı sunması açısından oldukça memnun etti beni. Bir de önyargılarımın aslında o kadar da haksız olmadığını, Cumhuriyet dönemi öykücülerinin çoğunu sevmeme nedenimin benden değil, bizzat yazarlardan kaynaklandığını anlamamı sağladı. Öykü okumaya yeniden hazır hissettiğimde Hikayeler 2'yi de okuyacağımı söyleyeyim şimdiden. 

Bu arada belirtmek isterim ki Türk Dil Yayınları'nın Güzel Yazılar Dizisi fazlasıyla makul fiyatla edinebileceğiniz kitaplara sahip: Geçtiğimiz sene TÜYAP Kitap Fuarından üç kitabı 12 lira gibi bir ücrete almıştım. Hazır fuar tarihi de yaklaşmışken belki göz atmak istersiniz diye belirtmek istedim. İnternette herhangi bir yerde bulamadığım için merak eden olursa diye kitapta hangi yazarlara yer verildiğini paylaşarak noktalıyorum yazımı:
Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Osman Cemal Kaygılı, Fahri Celal Göktulga, Nahit Sırrı Örik, Sadr, Ertem, Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Kenan Hulusi Koray, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Sait Faik Abasıyanık, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Bekir Sıtkı Kunt, İlhan Tarus, Reşat Enis Aygen, Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Halikarnas Balıkçısı, Aziz Nesin, Ümran Nazif Yiğiter, Haldun Taner, Samim Kocagöz.

Güzel Yazılar / Hikayeler 1 - Haz. İsmail Parlatır, Türk Dil Kurumu Yayınları - 340s.

Okuma Radyosu #2

"Müziksiz bir hayat hatadır." - Friedrich Nietzsche

Okuma Radyosu #2 yayında!

Radyoya ister buradan, ister blogun kenar çubuğundan ulaşabilirsiniz. 

İyi dinlemeler!

İyi Bayramlar!

"Niçin bayram yapılır ki?.. Nedeni açık… Eğer zaman, düğüm atılmamış bir ip tekdüzeliği içinde akarsa, öylesine bezdirir ki, miskinlik yaratır. Öyleyse 'zaman baba'ya da, arada bir düğüm atılır ki, geçmiş günler zevkle anılsın, gelecek zaman da, umut dolu olsun… Bayram etmek, bıktırıcı geçen zamana düğüm atmaktır. Bayram, hep bir bahanedir."

Aydın Boysan – İstanbul’un Kuytu Köşeleri

Tutunamayanlar - Oğuz Atay

Bilir misiniz, üniversiteyi bitirdiğimiz zaman, hepimiz nasıl saçlı sakallı kocaman bebeklerdik. Bilemezsiniz. Anlatınca olmaz. Yaşamak diye bir problem yoktu bizim için. Böyle bir problem çözmedi asistanlar tatbikatlarda. Sonunda hepimizi kurt kaptı tabii. İnsan taklidi yaptığımız için, kurtlar bizi adam sandı.
"Modern Türk edebiyatının kutsal kitabı" tabiri, gerek edindiği nam, gerekse ebatları itibariyle yanlış olmayacaktır Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı için. Yayımlandığı 1970 yılında TRT Roman Ödülü'nü kazanan bu ilk roman, dili ve anlatım şekliyle pek çok eleştirmene göre Türk edebiyatında devrim niteliği taşır. Hemen her aklı başında okurun da okuduğu/okumak istediği kitaplar arasında yer alır.

İşte sevgili Gölgeliyol ile beraber okuduk biz de Tutunamayanlar'ı. Hem de "yarım bırakmadan, tek seferde okumak" gayesiyle -ki başarılı da olduk bu gayemizde. Ben kalkıp da size Tutunamayanlar'ın edebiyatımızdaki yerini, getirdiği yenilikleri anlatacak değilim, bu konu hakkında yeterince yazılıp çizilmiş, yeterince akademik inceleme yapılmış hali hazırda. 

Öncelikle Oğuz Atay'ın üzerimdeki motivasyon ve ilham kaynağı rolünü paylaşmak istiyorum: Atay, Kastamonu'nun İnebolu ilçesinde doğmuş, mühendislik okumasına rağmen edebiyat dünyamızda çok büyük yerlere gelmiş bir yazar. Hali hazırda mühendislik okuyan ve kendi çapında edebiyata gönül veren bir Kastamonu'lu olarak, ideallerimi ve hayallerimi desteklemesi açısından bu küçük biyografik unsur benim için büyük önem arz ediyor. Tutunamayanlar ile  başlayan Atay yolculuğumu, yazarın kısacık hayatına sığdırdığı hepi topu yedi eseriyle devam edeceğimi de belirtmek isterim.

Hiç bilgisi olmayanlar için kitabın konusuna değinmek gerekirse; başkarakterimiz Turgut Özben, ani bir şekilde intihar eden arkadaşı Selim Işık'ın bu eyleminin nedenlerini ve geçmişini araştırma tutkusuyla işe başlar. Selim'i tanıyan insanlarla konuşur, notlarını, günlüklerini okur... Böylece bir yandan Selim'i yeniden keşfederken, öte yandan da kendi hayatını sorgular. Görünürde evli, çocuklu, iş sahibi bir tutunan olan kendisinin de aslında bir "tutunamayan adayı" olduğunu keşfeder... 

Söylemekte yarar var ki, kitapta herhangi bir olay örgüsü mevcut değil. Hatta neredeyse herhangi bir olay bile mevcut değil; yine pek çok eleştirmen tarafından bilinçli bir tercih olarak addedilen psikolojik betimlemeler, karmaşık diyaloglar, kah bir tiyatro sahnesini, kah bir şarkıyı kullanarak yapılan anlatımlar doğrudan okurun ruh halini hedef alıyor. Kitabın başından sonuna kadar sürekli bir devinim içerisinde değişiklik göstermesine rağmen eserin  bütünündeki dil, okuru metnin içinde hissettiren bir üsluba sahip. Özellikle mizahi yaklaşımlarda dilin kullanımındaki yetkinlik oldukça etkileyici. Hicvin ya da taşlamanın günümüzden görece daha değerli olduğu bir dönem için ele aldığımızda Atay'ın edindiği namı sonuna kadar hak ettiği görülüyor. Tabi Tutunamayanlar'ın yazıldığı dönemde fark edilmeyen, hatta edebi çevrelerce oldukça küçümsenen bir eser olduğunu söylemeden geçmemek gerek; değeri sonradan keşfedilen bir başyapıt diyebiliriz sanıyorum ki... 

Bu kadar övgüye rağmen benim için farklı bir yere sahip kitaplardan birisi olmadı Tutunamayanlar. Belki okumadan evvelki beklentilerimin yüksekliği, belki de günümüzde haddinden fazla "popüler" olmasının getirdiği önyargı etmendir bu durumumda, bilemiyorum. Dediğim gibi yazıldığı dönem açısından ele alındığında sahiden de devrimsel bir niteliğe sahip, yenilikçi ve öncü bir eser olmasını doğal karşılıyorum ancak günümüze geldiğimizde bu kadar kişi tarafından baş üstünde tutulmasını, okumuş olanların okumayanları ukala hatta küstah bir tavırla küçümsemesini anlamlandıramıyorum açıkçası. Hele bir de her okuyanın, eserin kendisini anlattığı iddiası var ki, evlerden ırak... 

Kitabın çıkış noktasını oluşturan karakter Selim Işık -daha sonradan Atay'ın biyografik unsurlardan yararlandığı ortaya çıktığı için bizzat Oğuz Atay da diyebiliriz belki- yeryüzüne nadir gelen insanlardan: Ağır psikolojik bir vakanın ürünü, naifliği ve hayalperestliği neredeyse gerçek üstü, düşünceleri ve düşünme şekli olağan dışı bir karakter... Zaten Tutunamayanlar'ı değerli kılan unsurların başında da bu nadirattan sayılan insanlarla kurdurduğu empati yatıyor kanaatindeyim. Çevremizde kolay kolay göremeyeceğimiz, hele şu günlerde bizzat yaşamamızın olanaksız olduğu cenderelerin tümü için kendimize pay çıkartmak bana yakışıksız geliyor. Elbette farklı noktalardan, farklı konulardan hemen herkesin payına düşen unsurlar mevcut eserde; benim derdim bütün olarak Tutunamayanlar'ı kişiselleştiren kitleyle... Hayatı boyunca kapitalizmle savaşan Che Guevara 'nın resimlerinin t-shirt'lere, bardaklara basılıp satılarak bizzat kapitalizm materyali haline getirilmesi gibi, Tutunamayanlar'ı anlatmak için yazılan bu kitabın tutup da bir popüler kültür ögesi haline getirilerek herkes tarafından "benimsenmesini"  nahoş buluyorum. Özellikle bir dönem Facebook, Twitter gibi bilumum sosyal paylaşım sitesinde Olric'le başlayan kimi doğru, kimi yanlış alıntıların baş göstermiş olması, söylemek istediğimi daha net açıklayacak bir örnek olacaktır. Özetle demem o ki -şahsi görüşüme göre- "gerçek" bir tutunamayan, hiçbir zaman Tutunamayanlar'ı okuyamayacaktır: Kendisine bile itiraf etmekten çekindiği zaaflarını, hatalarını ve çelişkilerini bir başkasından duymaya dayanamaz Selim ve Selim gibiler... 

Yazının hacmi haddini aşmaya başladığı için detaylara giremeyeceğim ancak kitabın "Sevin'e..." şeklinde yapılan ithafında bahsi geçen Sevin Seydi, Maurice Whitby ile beraber "Dün, Bugün, Yarın" başlıklı şarkılar kısmının çevirisiyle, 2007 yılında Britanya Karşılaştırmalı Edebiyat Birliği'nin Dryden Çeviri Ödülü'nü kazanmış. Çeviri, telif hakları sebebiyle yayınlanmamış olsa da, birlik tarafından yapılan açıklamada "eserin (Tutunamayanlar) halihazırda tamamlanmış olan çevirisinin de yayınlanmasını umuyoruz" ibaresi yer almakta ancak günümüzde bu çeviriye dair herhangi bir iz bulunmamakta. Eserin yabancı dilde basılan tek çevirisi ise Anneke van der Heijden ve Margreet Dorleijn tarafından gerçekleştirilmiş Flemenkçe çevirisi imiş. Ayrıca Tutunamayanlar, UNESCO tarafından "20. yy Türk edebiyatının muhtemelen en muteber romanı" olarak tanımlanmış.

Yazıyı neticeye erdirirken okumuş olmaktan ziyadesiyle hoşnut olduğum bu müstesna eser için diyebilirim ki; edebiyatla haşır neşir olmayı sevenlerin, haleti ruhiyesini negatif yönde etkileyen eserlerden hoşlananların, yedi yüz küsür sayfalık zorlu bir okuma sürecini göze alıp tüm beklenti ve önyargılarından sıyrıldıkları takdirde severek ve hatta bayılarak okuyacakları bir roman. 

Tutunamayanlar - Oğuz Atay, İletişim Yayınevi - 736s

Müzibiyat #9

Timur Selçuk'un bestesiyle Pireli Şarkı adını alan Orhan Veli'nin Pireli Şiir'i baştan sona enerji dolu, eğlenceli ve kinaye yüklü bir eser. Hani bir deyim vardır sahne sanatçıları için kullanılan; "sahne tozu yutmak" diye, işte tam da o türden bir çalışma:



Bu şarkının bir de Kadın Hamlet isimli filmde, başrol Fatma Girik'in enteresan oyunculuğu ve  mimikleriyle süslediği bir hali mevcut ki izlemek isteyenleri böyle alalım.

Şiirin tamamına yazının devamından ulaşabilirsiniz.

Sıfır Noktasındaki Kadın - Neval El Seddavi

Kadın memurların işlerini yitirmekten, fahişelerin yaşamlarını yitirmekten korktuğundan daha çok korktuklarını fark ettim. Kadınlar işlerini kaybedip fahişe olmaktan korkarlar, çünkü fahişelerin yaşantısının kendininkilerden iyi olduğunu bilmezler. Böylece yaşama, sağlıklarına, bedenlerine ve akıllarına ilişkin hayali korkularının bedelini öderler.
"Sıfır noktası neresidir?" diye soruyor Metis Yayınları, kitabın arka kapağında: "Yaşadığımız Dünya'nın herhangi bir köşesinde herhangi bir insan sıfır noktasında kıskıvrak bekliyor. Umutsuz, çaresiz, ölümle yaşam arasındaki sınırda."

Buraya yeniden dönmek üzere bir mim koyup kitaba dönelim: Mısırlı feminist yazar ve psikiyatr Neval El Seddavi'nin 1984 tarihli romanı (ya da novella mı demek gerekir?) Sıfır Noktasındaki Kadın gerçek bir yaşam öyküsünün kısa ve çarpıcı anlatımını sunuyor okura. Bu kısacık kitap bittiğinde okurun aklına düşen ilk sual yine aynısı oluyor: Sıfır noktası neresidir?  

Görüşleri yetkililer tarafından pek hoş karşılanmayan feminist bir araştırmacı ve romancı olduğu için işinden olan ve boş vaktini araştırmalara ayıran Seddavi, Kanatır Cezaevi'nde tanıştığı idam mahkumu Firdevs'in hikayesini herkese ulaştırmak ve mağrur, gururlu, kırılgan ve dönemi ile yaşadığı ortam göz önüne alındığında oldukça "sıra dışı" kalan bu kadını dünyaya anlatmak istemiş: Firdevs, sancılı bir çocukluğun ardından acımasız gençlik yıllarında fahişeliğe başlamış, hayatının bir noktasında bu işten vazgeçerek "onurunu korumak" istemiş ancak fahişelik yaptığında daha onurlu yaşama imkanı bulduğunu keşfederek kendisini hayatın acımasızlığına bırakmış bir kadın. Kadının, erkek egemenliğinin ziyadesiyle hüküm sürdüğü toplumun bir ögesi olarak değil, aracı olarak varolduğunu kavrayarak, koruması gereken yegane şeyin özgürlüğü olduğuna kanaat getirdiğinde hayatı bir düzene girer ancak erkeklerden kurtulduğunu düşündüğü bu zamanlar fazla uzun sürmez... 

Kitabın en can alıcı noktası hikayenin tamamen gerçek oluşu; Firdevs eğer kurgu bir karakter olsaydı hayat görüşü, tavırları ve yaşadıkları okur tarafından biraz mübalağalı addedilebilirdi. Ancak böyle bir kadının gerçekten varolduğunu, bunları gerçekten yaşadığını bilmek, eserin etkisini büyük ölçüde arttırıyor. Öyle bir kadın tahayyül edin ki, toplumsal yargıların karşısında ilkelerini koruyan, tüm yaşadıklarına rağmen kendi deyimiyle "bir kadın olarak sahip olduğu tutarlılık ve onurdan bir an bile kuşku duymayan" cesur, idealist bir savaşçı olsun, kendi sıfır noktasındayken bile boynunu eğmesin... İşte girişte bahsettiğim arka kapak yazısına bu noktada itiraz etme ihtiyacı duyuyorum: Firdevs, ne çileli yaşamı boyunca ne de idamı beklemek üzere atıldığı hücrede kendisini umutsuz ve çaresiz hissetmiş. Aldığı her karardan, attığı her adımdan memnun, başı her daim dik bir karakter için yapılan bu tanımı büyük bir haksızlık olarak nitelendiriyorum -ki belirtmek istedim.

Kitap çok da yeni olmayan bir konuyu, çok da yeni olmayan bir üslupla anlatıyor esasında. Belirli bir hayat görüşüne sahip, dünyadan bihaber olmayan bir insansanız, Firdevs ve Firdevs gibiler için yeniden üzülmekten başka çok bir şey getirdiğini söyleyemem kitabın. Seddavi'nin, Firdevs'in anlatımını kaleme aldığı kısımlarda tasvirleri sık sık tekrarlardan yararlanarak kurması, aynı durumları aynı kelimelerle ifade etmesi anlatımı güçlendirse de üçüncü seferden sonra nahoş etkiler bırakıyor. Yine de yalın ve anlaşılır dil, olayların anlatım hızı ve yaşananlar oldukça rahat bir okuma sunuyor. 

Sonuç olarak Sıfır Noktasındaki Kadın, her biri ayrı ayrı çarpıcı olan ismi, kapak fotoğrafı ve konusuyla ilgi çekici bir kitap. Hali hazırda bildiklerinizi anlattığı göz önünde bulundurularak okunduğunda, okumaktan keyif alacağınız kısa bir öykü. 

Sıfır Noktasındaki Kadın - Neval El Seddavi, Metis Yayınları - 122 s.

Baba ve Piç - Elif Şafak

Bu açıdan bakınca, yağmur da hüzün gibi bir şey galiba: İlk başta, aman bana ilişmesin diye didinir sakınırsın, emniyetli ve kuru kalmak için elinden geleni yaparsın, ama baktın ki olmuyor, baktın ki yağıyor üzerine dört bir koldan, gark olursun ta dibine kadar ve bir kez bu kadar battın mı içine, ha bir damla eksik ha bir damla fazla ne fark eder. Yağmur da hüzün gibi bir şey, yakalandın mı bir kez, azı çoğu yok artık.
Ah, ah... Bu da mı olacaktı sevgili blog okuyucuları? Benim ağzımdan Elif Şafak hakkında olumlu cümleler de mi okuyacaktınız? Elif Şafak'tan artık sadece kişisel olarak mı nefret edebileceğim yani ben? Edebiyatına şöyle gönül rahatlığıyla dil uzatamayacak mıyım? Her neyse lafı uzatmayayım, yavaştan giriş yapayım konuya...

Efendim muhtemelen malumunuz, bendeniz Elif Şafak hanımefendiden pek hazzetmeyen okurlardanım: Son dönem ürünlerini -eser demeye dilim varmıyor artık- adeta bir yeni popçu havasında tanıttığı için kendisini sadece popüler olmak için yazan, edebiyatı bütünüyle ticari bir amaç uğruna kullanan bir yazar olarak görüyorum; sık sık adının karıştığı intihal iddialarına da artık bir nebze olsun şaşırmıyorum. Siyasi konulardaki politik ve hatta yaltakçı tavrı da cabası... Ancak iş kendisinin edebiyatına geldiğinde, Aşk isimli kitabına şöyle bir göz atmam ve bir kaç makalesini okumam dışında hiçbir tanışıklığımız olmadığından mütevellit ağzımı kapatır(d)ım. Okumadığı bir yazarın kalemi hakkında atıp tutacak kadar kendini bilmez değilim çok şükür. İşbu sebeple tüm önyargılarımdan sıyrılıp, sadece okuduğum materyale odaklanarak ve yazarını unutarak okudum Baba ve Piç'i. Önyargılarımdan sıyrıldım dediğime bakmayın tabi, içten içe hafif bir huysuzluk yok değildi; hatta bu durum sanırım beklentilerimi oldukça düşürmeme vesile oldu ki şaşırtıcı bir şekilde oldukça beğendim kitabı.

Baba ve Piç tam anlamıyla aşure gibi bir kitap. Konunun ana hatlarını Türk ve Ermeni asıllı iki aile üzerinden bu iki milletin yüz yıllık geçmişinin incelenmesi oluştursa da aile dinamikleri, birey özgürlüğü, varoluş felsefesi, Türkiye'de kadın olmak ve benzeri konular da zaman zaman ele alınmış. Tüm bu konu kalabalığının yanı sıra Şafak'ın entelektüel birikimini okurun gözüne sokma çabasıyla müzikten resme, heykelden tiyatroya pek çok konuda olay akışının anına uygun betimlemeler, benzetmeler ve anlatımlar yapması bu aşure kalabalık ve karışıklığını oldukça pekiştirmiş. Aşurenin hikayede görece önemli bir yere sahip olması ve kitaptaki bölüm isimlerinin aşure malzemelerinden oluşması da bu benzetmeyi yapmamda bir etmen elbette. Kurgu ve olay örgüsü açısından yeni ufuklar, engin denizler sunmasa da vasatın üstünde bir iş çıkarttığı söylenebilir Elif Şafak'ın. Zorlama tesadüfler ve zorlama sürprizler gerçekçiliğin kaybına yol açmış, etkileyici bir final yapma çabası da oluşturulan gerçekçi dünyayı oldukça hasara uğratmış.

"Tüm bu saydıklarına rağmen hala neyini beğendiğini söylüyorsun bu kitabın?" diye soracak olursanız cevabım geriye elde kalan tek unsur olacaktır; dili. Şafak, öyle etkileyici bir dil kullanmış ki kitapta, az sonra değineceğim üzere esasında bir çeviri olmasına rağmen, akıcılığını yitirmeden edebi bir çizgi tutturmayı başarmış. Basite kaçmadan akıcı bir üslup oluşturmanın oldukça zor bir başarı olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple her türlü olumsuzluğa rağmen beğendiğim bir kitap olarak değerlendirebilirim Baba ve Piç'i.

Şafak hanımefendi, niyeyse, kitabı İngilizce olarak kaleme almış. Daha sonra Aslı Biçen tarafından Türkçeleştirilmiş eser. Metne son hali yazar ve çevirmenin ortak çalışmasıyla verilmiş. Bu durum 
okumayanlar için kitabın sürprizini bozmak istemediğimden detaylara giremeyeceğim bir şekilde kurgu açısından esaslı bir handikap oluşturuyor esasen, bunun yanı sıra nadiren de olsa kimi ayrıntılar göze batmıyor değil ancak buna rağmen bir okur olarak kitabın dilinden oldukça memnun kaldığımı tekrarlıyorum. Söylediğim gibi, beklentilerimi fazlasıyla düşürmüş olmam da bu duruma etki etmiş olabilir.

Kitabın içeriğini bir kenara bırakırsak, Elif Şafak kitabın yayımlandığı 2006 yılında TCK 301'den yargılanmış. Böyle bir maddenin yersizliği ve işgüzar hukukçular tarafında fazlasıyla suistimal edilişi gerçeği bir kenara, Baba ve Piç'de iddia edildiği gibi herhangi bir hakaret mevzu bahis değil aslında. Dava için başsavcılığa verilen dilekçedeki cümleler bariz bir art niyetle, cımbızla seçilmiş; hem Türk hem Ermeni cephesi açısından konuyu anlatmaya çalışan Şafak'ın, diasporada yetişen Ermeniler'in bakış açısını anlatmak için karakterlerinin ağzından yazdığı cümleler hakaret unsuru sayılarak dava açılmış. Dünyada da büyük yankı uyandıran dava yine aynı yıl beraat ile sonuçlanmış, daha fazla yoruma gerek yok diye düşünüyorum.

Son olarak benim de okumuş olduğum Metis Yayınları baskısının yarılmış bir narı gösteren kapağından söz etmek istiyorum: Öncelikle nar bereketi temsil eden müşterek bir simge olarak hem Türk hem de Ermeni kültüründe önemli bir yere sahip. Bereket, bir şekilde doğurganlıkla da alakalı olduğu için kapaktaki fotoğraf kaçınılmaz olarak vajinayı akla getiriyor. Bunun yanı sıra kitabın bir yerinde Osmanlı, çok kültürlülüğüne atıfla, yarılmış ve tüm taneleri ortalığa dağılmış bir nara benzetiliyor. Farklı etnik grupları içinde barındıran bir yapı ve zaman içerisinde bu etnik grupların birbirlerinden ayrı düşmüş olmasından yola çıkılırsa kapaktaki nar tanelerinin henüz dağılmamış olması, hala müşterek bir uzlaşma noktası bulunabileceği yönünde bir mesaj da içeriyor. Velhasıl kelam sade ama etkileyici bir kapağa sahip bu eski basım: Hem estetik hem de kitabın temel noktalarıyla kusursuzca uyuşuyor. Doğan Kitap'ın sonraki basımlarında bu başarı maalesef bulunmuyor.

Sonuçta tek kitapla bu çıkarımı yapmak ne derece doğru olur bilemiyorum ancak zevkine ve fikrine güvendiğim pek çok okurun da bu konuda hemfikir olduğunu göz önüne alırsak; Elif Şafak, son dönem işleri görmezden gelindiğinde kariyerine başarılı bir edebiyatçı olarak başlamış sonrasında kapitalizmin daha doğrusu paranın cazibesine yenik düşerek popüler kültür ögesi olmayı amaç edinmiş ve başarmış bir yazar olarak karşımıza çıkıyor.

Baba ve Piç - Elif Şafak, Metis Yayınları - 376 s.