Dublörün Dilemması - Murat Menteş

Pozisyonunu tasvip etmediğin bir düşünürü takip ederek, onun tespit ve tahlillerini gündemine alabilirsin. Bu, senin kendi düşüncelerini oluşturmana imkan sağlayabilir. Yani sadece katıldığımız yaklaşımlarla meşgul olmamız hem mümkün değil hem de zorunlu değil.
Murat Menteş ismini ilk olarak Afili Filintalar'ın yayın hayatına başladığı Ocak 2010'da duymuş, zaman içerisinde de rastlantılar sonucu kitaplarından haberdar olmuştum. Dublörün Dilemması-bir zamanlar ilgiyle takip ettiğim Onur Ünlü'nün varlığı sebebiyle- özellikle kapağı  ve ahenkli ismiyle merakımı çekmişti ancak bir türlü okuma fırsatı bulamamıştım... 

Aynı süreç içerisinde Menteş hakkındaki gözlemlerim, kendisinin "muhafazakar-entelektüel" imajı yaratma çabaları sebebiyle ciddi bir önyargıya kapılmama sebep oldu. Yanlış anlaşılma olmasın; ne muhafazakar ne de entelektüel kısmıyla bir problemim var. Problem olan; böyle bir "imaj yaratma çabası", kör göze parmak sokarcasına mütemadiyen bu yaklaşımın altının çizilmesi benim açımdan.  Yoksa elbette yazarlar, belli ideolojilere sahip olabilir, eserleriyle bu görüşlerini belirgin kılabilirler; sanatlarını ikinci planda bırakmadıkları müddetçe...


Bu girizgahın sebebi; Dublörün Dilemması'nı neden beğenmediğimi ve Murat Menteş'in nasıl da abartılan, nasıl da popüler kültürle köpürtülen bir yazar olduğunu düşündüğümü izah edebilmek istemem, ama öncesinde bilmeyenler için kısaca kitaptan bahsedeyim: Kitap "farklı" karakterlerin ağzından anlatılan dört bölümden oluşuyor: Cin fikirli serbest girişimlerle hayatını idame ettirmeye çalışan, zeka kumkuması, iki lafından birisi aforizma adayı olan ve albino anti kahramanımız Nuh Tufan'ın, en yakın arkadaşı İbrahim Kurban tarafından icat edilen, gerçeğine çok benzeyen yapay dokudan maskeler sayesinde iş adamı Ferruh Ferman'ın yerine geçmesi ve gizli ajan Habib Hobo'nun da bir şekilde olaylara karışması sonucu ilerleyen asıl kurgu ekseninde maceralı, sürükleyici ve yer yer eğlenceli bir hikaye anlatıyor Menteş. 

Öncelikle Sezar'ın hakkı Sezar'a: Murat Menteş'in kelimelerle arası gerçekten çok iyi. Anlatmak istediğini zorlanmadan, sürüncemede bırakmadan aktarmayı öyle iyi başarmış ki; okurken adeta yazar sizinle konuşuyormuş hissine kapılıyorsunuz. Üslubu, betimlemeleri ve kurgu içerisindeki sıçramaları ile oldukça akıcı bir eser çıkartmış ortaya. Ancak maalesef elimizde olan yegane iyi yönü bu kitabın...

Dublörün Dilemması'nı okuma imkanı bulduğumda, tüm iyi niyetimle, önyargılarımdan sıyrılarak okumaya çalıştım ancak bu çabalarım mütemadiyen boşa çıktı; Menteş'in çizgi romandan sinemaya, edebiyattan felsefeye "engin bilgi birikimini" metne yedir(e)memesi ve hikayeyle bağlantısı olmayan, dolayısıyla sırıtan cami, dua anekdotları ısrarla gözüme batmaya devam etti. Üstelik yan yana dizilmiş aforizmaların edebiyat addedildiği şu dönemde -ki bir noktada bunun baş mümessili Afili Filintalar oluşumu ve Menteş'tir kanaatindeyim- sık sık böyle çabalara girilmesini de tam anlamıyla "yorucu" buldum. Göndermelerden hoşlanan bir insan olmama rağmen Menteş sınırları öyle zorlamış ki, zaman zaman kendimi bir "genel kültür ansiklopedisi" okuyormuş gibi hissettim.

Yine de iyimser bir yaklaşımla bu yorumlarımı, önyargılarımın bir getirisi olarak, algıda seçicilik yaşamamla açıklayabiliriz belki ancak bu kadarla bitmiyor: Murat Menteş en büyük hatayı hikayesini dört farklı karakterin ağzından anlatmakla yapmış. Başlıklarla belirtilmemiş olsa; ne üslup olarak ne de çizdikleri psikolojik çerçeve açısından karakterler arasında herhangi bir fark görmek mümkün. Hep aynı "kaderin çemberinden geçmiş, çok görmüş, çok okumuş, yazsa hayatı roman olacak" karakterlerin; hep aynı "ben her şeyin farkındayım ve her şeyi biliyorum, ettiğim her laftan aforizma çıkar" üslubu... Bunun üstüne gerçeküstücülükten bilerek uzak duran ama bir o kadar da gerçekçilikten uzak hikaye ve kurguyla, nereye varacağı bariz soru işaretleriyle yaratılmaya çalışılan merak unsuru, en basit tabirle sakil bir intiba yaratıyor. 

"Arkadaşım anladık: Murat Menteş'i sevmiyorsun, Dublörün Dilemması'nı da başarılı bulmadın. Eee?" diyecek olursanız, an itibariyle o noktaya geliyorum: Menteş'in son kitabı Ruhi Mücerret ile koyu hayranları bir yana, sadece üslubunu seven okurları da hayal kırıklığına uğrattığı konuşuluyor sık sık. Bu noktada Menteş'e "kızma hakkımız" yok: Dublörün Dilemması'nı okuduktan sonra, kitap hakkında yapılan pek çok yorumun nasıl da abartıldığını gözlerimle görmüş oldum. "Yerli edebiyata bir lütuf!" veya "Genç bir kalemden beklenmeyecek bir ustalık, bir başyapıt!" gibi yorumlarla kendisini hak etmediği bir mertebeye yükselten okur, bugün "Ruhi Mücerret ile Murat Menteş bir pop ikonuna dönüşmüştür" yorumunu yapıyor. Affedersiniz ama, Menteş ilk kitabıyla da daha fazlası değilmiş ki? Dublörün Dilemması, en iyimser yaklaşımla, yerli edebiyatta alışılanın dışında ve akıcı, eğlencelik bir kitap. 

Bu noktalara varan fanatiklik, "marjinali sahiplenme" güdüsü edebiyat bir yana, her alanda tutarsızlığı da beraberinde getiren bir yaklaşıma yol açıyor. "Farklı olan mutlaka kalitelidir, iyidir" gibi bir düstur mevzu bahis. Evet; yapılmayanı yapmak, kendi üslubunu geliştirmek elbette desteklenmesi gereken ve olumlu getirileri gözardı edilemeyecek bir eylem ancak makul olmak şartıyla... Zülfü Livaneli'nin Edebiyat Mutluluktur'da söylediği gibi özgünlük, "doğru dürüst köpek resmi çizmeyi beceremeyen kişinin, üzerine boyalar sürdüğü bir tuvali 'modern resim' diye yutturmaya çalışması" halini almamalı.

Dublörün Dilemması - Murat Menteş, İletişim Yayınları - 263 s.

Müzibiyat #15

Ezgiye dökülen şiirler, çoğu zaman şiiri sevenler tarafından "yeterli" bulunmaz; şiirin taşıdığı anlam, okur için ifade ettikleri şarkılara yansımakta güçlük çeker... Bu durum özellikle Nazım Hikmet'in şiirlerinde daha sık yaşanır; belki daha çok şiirinin şarkılaştırılması, belki de şairin gönüllerdeki yerinin bambaşka oluşu sebebiyle. 

Bu konuda sanırım en az olumsuz oyu alacak eser ise Ezginin Günlüğü'nün yorumladığı Seni Düşünmek Güzel Şey isimli şarkıdır. 

Nadir Göktürk'ün bestesiyle, grubun önce Seni Düşünmek albümlerinde Emin İgüs ve Şebnem Başar tarafından; sonra ise Hürriyete Doğru albümlerinde Feyza Erenmemiş tarafından olmak üzere iki kere yorumladığı bu şarkı ve şiir; sevdaya dair söylenmiş en güzel sözlerden birisi değil midir? Keyifli dinlemeler! 

Seni Düşünmek albümünden:

Hürriyete Doğru albümünden:

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu - Italio Calvino

Mesleki olarak kitaplarla uğraşanların dünyası her zaman daha kalabalıktır ve okurların dünyası ile özdeşleşir. Elbette okur sayısı da gittikçe artıyor, ama kitapları, başka kitap üretmek için kullananlar, kitapları yalnızca okumayı sevenlerden daha hızla çoğalıyorlar.
Blog macerasına beraber başladığımız ancak zaman ayıramamaktan muzdarip olarak yolunu ayırmayı tercih eden sevgili dostum, yazar ve editör Burcu Ünsal'ın buradan okuyabileceğiniz yazısından farklı birkaç noktaya değinmek amacıyla mevzu bahis kitabın Ebediyen Edebiyat'ta yeniden yer alması gerektiğini düşündüm ve iki kelam etmek istedim. 

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, 10 farklı roman girişi üzerinden kurgulanmış bir kitap; mütemadiyen okura "okuduğunun 'bir yazar' tarafından yazılan 'bir kitap' olduğunu hatırlatması" ve anlatılanın bir kurmaca olduğunu unutturmaması açısından önem teşkil eden bir özellik olarak başkahramanın okurun ta kendisi olduğu ve anlatı içerisinde anlatı kurgulayarak hem metinlerarasılık hem de üstkurmaca ögelerinin altını çizen bir postmodernizm başyapıtı. Üstelik sadece bu özelliğiyle değil; aynı zamanda oulipo akımının da önemli bir ürünü olmasıyla değerlenen bir kitap -ki ilerleyen zamanda, başka bir yazıda bu akıma dair daha detaylı bilgi sunmak istediğimi de belirtmiş olayım bu vesileyle

Bütün bu edebi arka planını gözardı edecek olursak, sıradan bir okur olarak benim hoşuma giden bir kitap olmadı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu. Bunun öncelikli sebebi, gerektirdiği zeka kıvraklığı ve dil cambazlığı bir yana, edebiyatın bu derece matematikleştirilmesi, formülize edilmesi -duygusal bir yaklaşımla- yazın dünyasının o naif ruhuna bir şekilde ters düşüyor kanaatinde olmam. Duygusal gerekçelere dayandırdığım için bu düşüncemin altında yatan mantığı tam olarak izah edemesem de, bir şekilde okuma eyleminin basit ve yüzde yüz kişisel etkilerinin yaralandığına inanıyorum bu tarz yaklaşımlarla. Veya bu konuda gerçekten çelişki yaşıyor ve postmodernizm hakkındaki düşüncelerimi çözemiyorum da diyebiliriz... 


Ayriyeten kitabın, başlangıcında vadettiklerini sunamadığı kanaatindeyim: Calvino ilk üç bölümde öyle bir zeka ürünü, öyle bir kurmaca ustalığı beklentisi oluşturuyor ki; okudukça etkilenmemiz gerekirken, giderek uzaklaşıyoruz kitaptan. Bunun sebebi olarak ne karmaşıklığı ne de çeviri faktörünü gösterebiliriz: Bir kere on farklı roman girişinden hiçbiri arasında bariz bir üslup veya kurgu farklılığı göremiyoruz. Aynı yazarın, aynı üslupla yazdığı on farklı -üstelik bir de sıkıcı- başlangıçtan fazlası yok elimizde. Bunun üzerine üstkurmacanın yavanlığı ve ister istemez kendimizle özdeşleştirdiğimiz karakterin ikinci plana itilmesi, sonlara doğru tamamen zorlama intibası yaratıyor. 

Elbette bunların "müşkülpesent bir romantik"in eleştirileri olduğunu hatırlatmak isterim; Calvino'nun giriştiği iş, gerek deneyselliği, gerekse maksadı doğrultusunda oldukça başarılı bir şekilde ilerlemesi açısından "Benim!" diyen nice yazarın altından kalkamayacağı zorlukta. Yazmak üzerine kafa yoran, bir yazarın kurgu dünyasını oluşturma sürecine dair gözlemlerde bulunmak isteyen okurlar için ideal bile diyebilirim. Ayrıca yazarın okuma eylemi, ilişkiler ve insan psikolojisine dair tespitleri de hem pek haklı, hem de etkileyici türden. 

Başta da belirttiğim gibi, kişisel olarak beni yakalayamayan ama edebiyatın "teknik" yönüne merak duyanlar için faydalı olabilecek bir eser Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu. Hiçbir şey değilse bile; sadece alışılmışın dışında kurgu ve anlatımıyla okunmaya değer... Şu günlerde okumakta olduğum Gökdemir İhsan'ın Kurmaca Alıştırmaları'ndan konuya dair bir alıntıyla sonlandırıyorum yazımı: 
"Bunlar da çok oluyor ama! Deneysellikti, Oulipo'ydu, şuydu, buydu amenna... Ama 'okur'u öldürmeye başladılar artık, 'yazarın ölümü'nün intikamını alırcasına" diyerek hikayeyi bitiriyorsun da, sıkıntıdan ölmek üzere olan okur rahat bir nefes alıyor.
Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu - Italo Calvino, Yapı Kredi Yayınları - 252 s.

Mahalle Kahvesi - Sait Faik Abasıyanık

Radyoyu sevmem de. Ayıp ama, yalan gibi gelir bana Paris’teki adamın odamda konuşması. Hani odamda konmuş değil a, -konuşturur muyum gevezeyi!- sözün gelişi! Hem sonra, radyo istasyonları kendi canı çektiklerini bana dinletiyorlar. İstemiyorum belki başkasının bana şunu bunu dinletmesini! Ben okuyacağım kitabı nasıl kendim seçersem, dinleyeceğim güzel sesli kadını da ben seçmeliyim. 
Türk edebiyatında öykü dendiğinde akla ilk gelen isimlerin başında şüphesiz Sait Faik Abasıyanık yer alıyor. Kendinden önceki isimlerin veya batı edebiyatının yeniliklerinin etkisinde kalmadan ama yine de yeni ve özgün bir üslup yaratmayı başaran Sait Faik, döneminin aksine toplumu değil, bireyin toplum içerisindeki meselelerini şiirsel bir dille anlatmasıyla tanınıyor. 

Mahalle Kahvesi yazarın 1950'de yayımlanan, en uzunu dokuz sayfa süren 22 öyküsünün yer aldığı beşinci öykü kitabı. Hiçbir edebi akımın etkisinde kalmayan ve hiçbir tarzın takipçisi olmayan yazar, bu kitabında bütün olarak farklı üslupları, farklı arayışları ve farklı meseleleri bir araya getirmiş denebilir. Taşıdıkları otobiyografik izler, şairane ancak nesri kati'yen anlamsızlaştırmayan bir dil ve muziplik kokan kurgu ve anlatımlarıyla hikayeler, hayattaki küçük ve değerli anların kıymetini gösterir, bireyi düşüncelere sevk eder cinsten.

Sait Faik okurda oturup sohbet etme isteği yaratan bir anlatıcı. Hani özellikle kendilerini rakı masalarında, misafirliğe gittiği evlerde muhabbet esnasında belli eden insanlar vardır; bu meclislerde laf lafı açar, bahsi geçen kişi de her konuya dair anlatacak bir anı, bir anekdot bulur, anlatır. O anlatsın, siz dinleyin, hiç susmasın istersiniz. Veya daha enteresan bir teşbih ile: Bilen bilir; Matrix filminde başkarakter nihayete erdiğinde, yaşadıkları dünyayı rakamlardan ibaret görmeye başlar. İşte Abasıyanık da dünyayı öykülerle algılıyor; baktığı her yerden, her kişiden bir öykü çıkarıyor. 
En ufacık bir meseleden hacmi küçük, anlamı büyük öyküler üretiyor. Öylesi bir gözlem, öylesi bir anlatı yeteneği... 

Okuduğum basımın (YKY - 2004) arka kapağında Sabri Esat Siyavuşgil imzalı alıntıda "Sait Faik'siz edebiyat bana kasvetli geliyor." denmiş ki katılmamak elde değil; gerçekten de yazarın sahip olduğu yaşama sevinci, hemen her öykünün her satırından okunuyor adeta. Ancak tüm öyküler neşeli değil elbette; 1948 yılında siroz teşhisi konulan Abasıyanık'ın hastalığının ilerlediği bir dönemine tekabül eden Mahalle Kahvesi yer yer yazarın kapıldığı buhranları da yansıtıyor. Öykülerin dergilerdeki yayımlanma tarihlerinden çıkardığım kadarıyla 1949 yılının Ocak'ında zorlu zamanlar geçirmiş yazar ve bu buhranlar da, özellikle bilinç akışı metoduyla, yer bulmuş kimi öykülerinde.


Öykülerin sonları için açık bırakılmış diyemeyiz ancak çoğu öykü, kahramanı için bir dönüm noktası veya meselenin aslının ortaya çıktığı ve devamında neler olduğunu merak ettirecek şekilde sonlanıyor ancak hikayenin anlatıcısı, kahramanların akıbetlerinin ne olduğuna haiz olabilecek bir konumda olmuyor. Dolayısıyla hikaye devam etse de, biz okurlar, neler olduğunu öğrenemiyoruz ama havada kalmış meselelerin burukluğunu veya rahatsızlığını da hissetmiyoruz.

Fazla söze ne hacet! Sıcak bir temmuz akşamının hafif esintisinde burna gelen akşamsefası kokusu gibi bir kitap Mahalle Kahvesi, tam da öyle bir akşamda okunası...

Mahalle Kahvesi - Sait Faik Abasıyanık, Yapı Kredi Yayınları - 105 s.

Mutsuzluk Kılavuzu - Paul Watzlawick

Yaşamın bir sıfır olmayan toplamlar oyunu olduğunu görmek bize niçin böylesine zor geliyor? Yenilmemek için oyun arkadaşımızı ille de yenmemiz gerektiği saplantısından kurtulduğumuz anda birlikte kazanabileceğimizi niçin görmüyoruz? Ve sıfır toplamlar oyununu alışkanlık haline getirmiş oyuncu için, o büyük rakip ile yani yaşam ile uyum ve barışıklık içinde yaşanabileceğini kavramak bu kadar güç mü?
Mutsuzluk Kılavuzu ismiyle müsemma, nasıl mutsuz olunacağını anlatan bir kitap. Aile terapisti, psikolog, iletişim teorisyeni ve filozof Paul Watzlawick tarafından 1983'de kaleme alınan ve 1993 yılında Türkçe'ye çevrilen Mutsuzluk Kılavuzu, kişinin gündelik hayatını nasıl da kendi elleriyle kabusa çevirdiğini/çevirebileceğini felsefi bir altyapıya dayandırarak mizahi bir üslupla anlatıyor.

Watzlawick, birbirinin kopyası binlerce kişisel gelişim kitabının klişeden öteye gitmeyen mutluluk tariflerini "saçma sapan binlerce reçete" olarak niteleyip, aynı hedefe farklı bir yoldan gitmeyi amaçlamış. Mutsuz olmanın yollarını anlattığı ironik bir güzergah vasıtasıyla mutluluğun genel çerçevesini çizmiş. Elbette burada dünyanın karanlık sürecinin; sistemin düzensiz ve adaletsiz yapısının; insanoğlunun doğaya, diğer canlılara ve en çok da kendi kendisine çektirdiği zulümlerin neticeleri olarak doğan bir mutsuzluk söz konusu değil. Aynı zamanda insanoğlunun mutlak yalnızlığı, varoluşun anlamsızlığı veya ölümün kaçınılmazlığı karşısında muhatap olunan mutsuzluk gibi derin kaynaklar da mevzu bahis değil; aklı başında pek çok insanın farkında olduğu -heyhat uzak durmaktan da bir o kadar aciz kaldığı- mutsuzluk sebepleri ele alınıyor: Aşk acıları, hastalık kuruntuları, geçmişle bitmeyen hesaplaşmalar, başarıyı başkalarının başarısızlıkları üzerine kurmalar, gelecek endişeleri ve benzeri gibi daha gündelik, daha sık karşılaştığımız, daha olağan (?) meseleler üzerine kurulu bir anlatı. 

Netice itibariyle mutluluk formülünü anlattığı için, yola çıktığı "mutsuzluk kılavuzu" olma durumunun yarattığı ironi ve bu ironinin getirdiği dil ziyadesiyle yorucu. Çeviriden kaynaklandığını düşünmediğim bir aksaklık hakim kitaba baştan sona. Cümle yapıları veya kelime seçimleri ele alındığında pek de karmaşık bir yapıyla karşılaşmamamıza rağmen, genel itibariyle metnin sık sık tıkandığı ve akıcılıktan oldukça uzak olduğunu gözlemliyoruz. Bahsettiğim ironik yapının sebep olduğunu düşündüğüm bu özgün -ama nahoş- anlatım tarzına, özellikle ilk başta okuru adeta bezdirse de, zaman içerisinde alışmanın mümkün olduğunu belirteyim. Bu yorucu kısımlarda sık sık Watzlawick'in aynı konu üzerine, aynı yaklaşımla ama ironinin karmaşıklığına bulaşmadan, doğrudan hedefe odaklı bir metnini okuma arzusu duydum. Yine de bu kompleks gidişat, eserin genelinin çözüm aşamasında, yani yazar anlatısını özetler ve tek bir temele dayandırırken, gerekli bilgi birikimine sahip olmamızı ve bahsi geçen meselelere dair daha fazla düşünmüş olmamızı sağlayarak, sonuçta adeta bir aydınlanma etkisi yaşamamıza vesile oluyor. Dolayısıyla bu durumun, kitabın okurda yaratacağı etkiyi büyütmek adına yazar tarafından bilinçli bir şekilde tercih edildiğini düşünmek de bir hayli mümkün...

Gençler, çocuklar için basite indirgenmiş felsefe kitapları yayımlanıyor, malumunuz. (Bu durum oldukça hoşuma gitse de belirtmeliyim ki bazı temel düzeydeki felsefe kitapları "çocuklar/gençler için" diye yaftalanmaz, böylece kimi önyargılı yetişkinlerin okumasının önüne bir nevi engel konmaz ise daha sağlıklı olur düşüncesindeyim. ) İşte Mutsuzluk Kılavuzu da, ele aldığı konulardan ziyade dili ve okurun üzerinde bıraktığı etki itibariyle "yetişkinler/genç yetişkinler için felsefe" niteliği taşıyan bir kitap olarak değerlendirilebilir. Okuyacak olursanız konu kapsamının genişliği itibariyle kendinizden bir şeyler bulmanız kaçınılmaz.


Mutsuzluk Kılavuzu Paul Watzlawick, Ayrıntı Yayınları - 110 s.

Sinebiyat #2

Uzun Hikâye
Yazının neresinden başlayacağım bilemiyorum. Kafamda o kadar çok düşünce var ki... Şöyle bir giriş yapayım. Tankut arkadaşımızın blog sayfasındaki fikirle bu yazıyı kaleme (Klavyeye olmasın?) alıyorum. Bu sefer bir kitap tanıtımı yok. Aslında var  ama yok.

MustafaKutlu'nun Uzun Hikâye adlı öykü kitabı  Osman Sınav yönetmenliğinde sinemaya uyarlandı. 21 Ekim 2012 tarihinde gösterime giren film izleyenler tarafından olumlu eleştiriler aldı. Bu olumlu eleştiriler üzerine kitabı bitirdikten sonra filmi izleme kararı aldım.

Öykü ve filme değinmeden önce  kitap ve sinema kavramları arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum: Günümüzde senaryo kıtlığı çeken film sektörü (Hollywood) çareyi çok okunan kitaplarda aradı. Geçmişten günümüze birçok kitap beyaz perdeye uyarlandı. Bunları burada saymaya çalışsam ne benim yazmaya ne de sizin okumaya vaktiniz yeter. İşte bazı kitapları sinemaya uyarlamaya çalışırken senaristler, işin cıvığını çıkartarak kitapla alakası olmayan bir film sunuyor seyirciye. Güncel kitaplardan örnek verirsek Açlık Oyunları (Hunger Games) bunlardan bir tanesi. Baş rolde Oscar ödülü almış Jennifer Lawrence olsa da film, kitapseverleri hayal kırıklığına uğrattı.  Tabi ki güzel örnekler de  yok değil; en son Oscar Ödülleri'nde 4 Oscar ödülü alan Pi'nin Yaşamı (Life of Pi) bunlardan biri. Uyarlama filmlerde okur filmden ne bekler? Filmin senaryosunun kitapla bir olmasını ister. Ufak tefek farklılıklar elbet olacaktır ama  senaryo genelinde kitaptan izler bulunmalı. Aslında olay yönetmenin kitabı iyi sentezleyip, kesesinde biriktirdiği duyguları ekrana coşkunlukla lanse etmesine bağlı. Osman Sınav Uzun Hikâye’de bu sentezi ekrana güzel yansıtmış.

Filme geçmeden önce kitap hakkında az bilgi sunayım. Mustafa Kutlu günümüz öykü yazarları arasında sadeliği ve çarpıcı konuları işlemesi ile insanların beğenisini kazanmış usta bir yazar. En son okuduğum öykü kitabı HayatGüzeldir‘i çok beğenmiştim. Genelde Anadolu insanını konu eden Kutlu,  Uzun Hikâye’de Bulgar göçmeni olan  kişileri ele alıyor; ama Anadolu'nun kasabalarını yine yazılarına yansıtıyor. Uzun Hikâye novella diyebileceğimiz bir eser; uzun hikâye, kısa roman yani.  Uzun Hikâye’nin konusu komünist yönetiminin baskısından kurtulmak için Bulgaristan'dan Türkiye'ye kaçmak zorunda kalan dede ile torunun hikâyesiyle başlıyor. Konu hakkında pek bilgi vermek istemiyorum. Kitap tanıtımlarında genelde konularını açık açık anlatırlar. Bu durum bahsedilen kitap hakkında okuma isteğimi kırar.  Kitap ile  filmi hakkında karşılaştırmaya başlamadan önce tavsiyem ilk önce filmi izleyin, daha sonra kitabını okuyun. 

Osman Sınav deyince aklıma gelen ilk şey Deli Yürek dizisi olmuştur. 1998 yılında yayımlanan dizi  beğeni toplayarak uzunca bir süre izlendi. Daha sonra bu dizinin filmini  de çekti yönetmen. Aslında Sınav'ın meşhur olduğu filmi 1993 yılında çektiği Yalancı'dır. Bu film ile en iyi yönetmen dalında  Altın Portakalı kazanmış. Süper Baba, Hayat Bağları, Ekmek Teknesi, Kurtlar Vadisi  ve TRT'de devam eden Sakarya Fırat adlı dizilerin yönetmenliğini yapmıştır. Gelelim Uzun Hikâye’ye...

Kenan İmirzalıoğlu, Tuğçe Kazaz, Altan Erkekli, Güven Kıraç, Mustafa Alabora, CihatTamer, Zafer Alagöz, Mustafa Üstündağ gibi tanınmış oyuncular filmin kadrosunda yer alıyor. İmirzalıoğlu son dönemde beğendiğim oyunculardan. Ezel dizisindeki rolüyle beni adeta büyüledi. Şu an ekranda olan Karadayı adlı dizide yer alıyor. Tuğçe Kazaz'ın ise rolü sırtlayabileceğinden  şüphe duyuyordum. Malum kendisinin asıl mesleği mankenlik. Kenan gibi de projelerde hiç görmedim. Rolünün üstesinden gelmiş. Diğer tanınmış isimler filmde ufak rollerde. Çünkü filmin konusu nedeniyle ufak rol almak zorunda kaldılar. Mustafa karakterinin 15 yaşından sonra ki halini oynayan Ushan Çakır'ı  (Star Tv'de 20 dakika dizisinde oynuyor) oyunculuğunu pek beğenmedim. Filmin yaşandığı dönemde değil de sanki günümüzde yaşayan bir karakteri canlandırıyormuş gibi geldi. Mustafa'nın 15 yaşındaki halini oynayan  Batuhan Karacakaya geleceğin yıldızlarından biri olacağa benziyor. Genel itibariyle oyuncular oyunculuklarının hakkını vermiş. Eleştireceğim yön neden bir oyuncuya sabit rol biçilir. Yani kötü karakteri  belli başlı kişiler canlandırıyor. ErkanAvcı'yı  (Karadayı dizisinde kötü rolde) hep kötü karakterleri oynarken görüyorum. Bence kötü karakter için farklı oyunculara yer verilebilirdi.

Filmin senaryosunu Yiğit Güralp ele alıyor. Jean Claude Van Damme'ın rol aldığı Sınav  filmi ile Kavak Yelleri ve Dolu Dizgin Yıllar adlı dizilerin senaryosunu yazmış. Kitapta yan karakterler etkin iken Güralp, bu etkinliği filmde ana karakterlere yansıtmış. Filmde kitaptaki olayların ve karakterlerin yerini değiştirmiş. Üstüne kendi eklemeleriyle  olaylar kitaptan biraz farklı bir yol almış. Kitabı okuduğum için bu değişiklerden memnun kalmıyorum. Zaten filmden memnun kalanlara bakarsanız kitabı okumamış kişiler.

Prodüksiyon, ucuza kaçılmış gibi. Bazı efektlerin yapımı çok sabit olmuş. Komünist Ali rolündeki Kenan İmirzalıoğlu'nu yaşlandırmak için sadece saçlarının arasına ak atmaları ama yüzünün genç kalması  gözüme gözüme battı. Ufak şeyler ama dikkatli izleyiciler için rahatsız edici. Filmin müzikleri bazı yerde sizi alıp götürürken bazı yerde kulağınızı tırmalıyor. Osman Sınav, “Schindler'in listesi ile Steven Spielberg ustalık belgesini kazanıyor. Bu filmle de ustalık belgesini ben kazanıyorum." demiş. Bence bir kaç fırın ekmek yemesi lazım Sınav'ın, Spielberg gibi usta bir yönetmen olması için. 

Kitabı okumuş biri olarak, film vasat geldi. Okumadan izleseydim belki görüşlerim farklı olabilirdi. Dediğim gibi ilk önce filmi izleyin, daha sonra kitabı mutlaka okuyun. Sinebiyat'la kalın!

Yazan:  Taha Mutlu

Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley

İnsan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlandırılmamışsa, mutluluk, gerçekten çok daha zor bir uğraş.
Bu sıralar distopya okumalarına sarmış durumdayım; uzun vadede önceliği türün bilindik kültlerine verip, zaman içerisinde daha kıyıda köşede kalmış örnekleri de okumak arzusundayım. Azdır ama bilmeyenler için distopyayı kısaca tanımlamak gerekirse; en basite indirgenmiş haliyle ütopyanın anti-tezi diyebiliriz. Yani karanlık bir gelecek hayali/kurgusuyla çağının toplumsal ve siyasal yapısını ele alan ve/ya eleştiren eserlere distopya adı veriliyor. (Elbette sadece geleceğin tahayyülü ile gününü anlatmak gibi bir koşul yok; geçmişi anlatarak dönemini eleştirebilir veya tam tersini gerçekleştirebilir.)

Aldous Huxley'nin 1932'de yayımlanan eseri Cesur Yeni Dünya ise genel kapsamda distopya olarak anılsa da pek çok okur ve hatta akademisyen tarafından distopya mı yoksa ütopya mı diye tartışılan bir kitap. Bu konuyu, nedenleriyle beraber, biraz sonra değinmek üzere kenara koyup kısaca kitabın konusuna değinmek gerekirse; Cesur Yeni Dünya, Ford'dan sonra 632 yılını anlatıyor. Yani Amerikan araba kodamanı Henry Ford'un gelişini yeni miladı kabul eden, dolayısıyla onun endüstriyel felsefesini ilke edinmiş bir dünya düzeni söz konusu. İnsanların tüplerde "üretildiği", öjenik ve hipnopedi vasıtasıyla devlet gereksinimleri doğrultusunda kaderlerinin çizildiği bir dünya... Bu dünyada hastalıklar, savaşlar ve yoksulluk yok; herkes alabildiğine mutlu, teknoloji çok gelişmiş ve insanoğlunun eğlenmesine, mutlu olmasına amade bir durumda. Bu "ütopik" tabloyu gölgeleyen, hatta karanlıklaştıran ise bahsi geçen mutlak mutluluk pahasına ödenen bedeller; sanat ve bilimin ortadan kalkması; din ve felsefe kavramlarının yok olması; aile ve bağlılığın ayıp sayılması; dolayısıyla düşünmek ve sevmek gibi insani ihtiyaçların birer bilinmeze dönüşmesi. Kurnaz bir manevrayla hikayeye yedirilmiş ve sık sık bilim-kurguya kayan (eserin 80 yıl önce kaleme alındığına dikkat etmek gerek) bu dünya tasvirlerinden sonra ise asıl hikaye başlıyor; belli başlı kahramanlar ekseninde sistem ve sistemin getirdikleri içerisinde bireyin mutlak yalnızlığından, varoluş problemine kadar felsefi bir altyapıya sahip problemleri ele alınıyor.

Kitabı okurken, yaratılan evrendeki insanların aptal-mutluluklarına ve felsefi boşluklarına rağmen anlatılanların zaman zaman "neredeyse ideal bir dünya" olduğunu düşünmemek elde değil. Öyle ki, "Acaba okuduklarımı yanlış mı yorumluyorum? Bu okuduğum bir distopya olmayabilir mi?" diye düşündüm ben de... Bunun sebebini ise İthaki Yayınları'nın okuduğum baskısında (2012) kitabın sonunda yer alan David Bradshaw imzalı "Cesur Yeni Dünya Üzerine" başlıklı makalede buldum: Bradshaw'a göre eserin kaleme alındığı süreçte Huxley de tam olarak neyi amaçladığını bilmemekteydi; "bir hiciv mi, bir kehanet mi, yoksa bir proje mi yazdığından kendisi de emin değildi." Bu durumu, yazarın uzun bir süreçte değişen dünya görüşüne, İkinci Dünya savaşının yaşattığı yıkıma yakından şahit oluşuna ve bu süreçte kaleme aldığı kurmaca olmayan yazılara dayanarak pek çok farklı anlamlandırmanın yapılmasına dayandıran Bradshaw, Cesur Yeni Dünya'yı bir klasik haline getiren özelliğinin de "romanın derin çift yönlülüğünü doğuran kaygı ile belirsizlikler" olduğunu dile getiriyor.

Kitabın zamansızlığına dair en önemli özelliği ise -insanoğlunun tarihten asla ders almamasının bir getirisi olarak- yazılmasının üstünden geçen seksen seneye rağmen  hala günümüz siyasi ve toplumsal yapısına dair doğru tespit ve eleştiriler getirebiliyor oluşu. Örneğin: Kapısında "Cemaat, Özdeşlik, İstikrar" yazan, insan üretiminin gerçekleştiği kuluçka ve şartlandırma merkezinde yapılan uygulamalar, gerçeküstü veya mantığa aykırı gelse de çağımızın sosyopolitik düzeni, embriyo iken değilse bile doğumuyla beraber bireyin kaderine dair çok net planlar çizmiş, sosyal ve ekonomik adalet(sizlik) açısından bireyin yapabilecekleri ve yapamayacaklarını belirlemiş durumda. Toplum içerisinde -somut maddelere dayandırılmasa da- bariz bir sınıflandırma, herkesin kendi halinden memnun olması gerektiğini empoze eden bilgi bombardımanı ve ne olursa olsun insanoğlunun mutlak mutlulukta sabit kalması gerektiği düşüncesi, hiç de bilim-kurgusal icatlara gereksinmeden, ziyadesiyle hakim konumda. Kitabı yazmasından 14 yıl sonra kendi eseri hakkında kaleme aldığı eleştirel önsözde Huxley de bu karanlık gelecek öngörüsü için şunları söylüyor: "O zamanlar, bunu gelecekte altı yüzyıl sonraya atmıştım. Bugün tek bir yüzyıl içinde bütün bu dehşet üzerimize çökebilecek gibi görünmektedir. Tabi bu sırada kendimizi moleküllere ayırmaktan kaçınırsak." Ayrıca kurgulanan yeni bir dünya düzeni söz konusu olduğunda ister istemez yazarın ideolojik duruşu da eserin neden kaleme alındığına dair düşüncelerin çeşitlenmesine sebep oluyor. Cesur Yeni Dünya için yapılan "Kapitalizmi mi yoksa komünizmi mi eleştiriyor?" tartışmasında, iki taraf da kendi haklı nedenlerini ideolojik temellere ve Huxley'nin siyasi görüş ile geçmişine dayandırırken, aynı zamanda kitabın distopya olup olmadığını da tartışmaya açmış oluyor...

Bütün bu tartışmaların temelinde ise Cesur Yeni Dünya'nın okuru sık sık felsefi sorularla muhatap eden yapısı yer alıyor. Toplum tarafından dışlanmanın psikolojisinden, bireyin toplum içerisinde eriyik hale gelerek mutluluğu mutlak telakki etmesine kadar birey-toplum ilişkisini irdeleyen Huxley; varoluş, mutluluk, yalnızlık ve daha pek çok felsefi meseleye dair herhangi net bir görüş dikte etmese de okuru düşünmeye davet ediyor. Bu davetin kör göze parmak sokmadan yapılması, fazlasıyla metne yedirilmiş olması da edebi açıdan tatminkar bir duruş olarak beliriyor.

Huxley'nin, altında yatan maksadı bir yana, aile kavramının müstehcen kabul edildiği bir dünya kurgulayıp, bu kurguyu da bir eleştiri addetme yoluyla aileyi kutsallaştırması ve kişi için manevi yönden önemi yüksek bir değer olarak göstermesi ise hoşuma gitmeyen özelliklerin başında yer aldı. Sistemi ve mutlak mutluluğu sorgulayan bir metin içerisinde, aile kavramının getirdikleri ve birey üzerinde kurduğu baskı unsurunu gözden kaçırması (veya görmezden gelmesi) eleştirinin samimiyetine gölge düşürüyor kanaatindeyim.
Ayrıca Shakespeare'in bir dizesinden esinlenilen "Brave New World" isminin olduğu gibi "Cesur Yeni Dünya" olarak çevrilmesini de yanlış bulduğumu belirtmeliyim; bahsi geçen dizede cesaretten, yiğitlikten ziyade "dehşetli, yaman" anlamı bulunduğunu düşünüyorum. Kapak tasarımını başarısız, sayfa ebatlarının cep-kitabı boyutlarında olmasını ve bunun tek alternatif olmasını ise lüzumsuz bulduğumu da söylemeden geçmeyeyim.

Yazının hacmi daha fazla sınırları aşmadan neticelendirmek gerekirse; Cesur Yeni Dünya safi bilim-kurgu ve distopya özellikleriyle değil, düşünmek üzerine düşündüren alt metniyle de klasikler arasındaki yerini fazlasıyla hak eden bir eser.

Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley, İthaki Yayınları - 349 s.