Müzibiyat #11

Çağdaş Türk şiirinin önemli isimlerinden Nazım Hikmet Ran. Şairliği, yazarlığı, siyasi kimliği ve yaşadıkları üzerine söyleyecek pek de söz yok halihazırda, kalbimdeki yeri her daim başka olacak isimlerden...

Zamansız eserlere imza atmış olmanın bir getirisi olarak, şiirleri pek çok şarkıya söz olmuş şairlerden aynı zamanda Nazım. Ezginin Günlüğü, Ahmet Kaya, Cem Karaca, Grup Yorum, Zülfü Livaneli, Edip Akbayram ve daha nice değerli isim tarafından çeşitli şiirleri yorumlanan şairin oldukça bilinen bir şiirinin, pek de bilinmeyen bir yorumunu paylaşmak istiyorum bu Müzibiyat gönderisinde. 

Özellikle "Yani sen elmayı seviyorsun diye/Elmanın da seni sevmesi şart mı?" dizeleriyle  bilinen Tahir'le Zühre Meselesi isimli şiir Tarık Öcal tarafından bestelenmiş ve ilk olarak Esin Afşar tarafından, kendisinin 1986 tarihli Dün ve Bugünün Türk Şiir ve Ezgileri albümünde seslendirilmiş -ki yorumuna buradan ulaşabilirsiniz. 

Benim paylaşacağım yorumsa Sema & Taksim grubunun Gülnihal isimli albümünden, solist Sema Mortiz tarafından seslendirilen hali. Kendisini tanımayanlara şiddetle tavsiye eder, iyi dinlemeler dilerim! 

Şiirin tamamına yazının devamından ulaşabilirsiniz. 

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde - Mahir Ünsal Eriş

Yaşı kaç olursa olsun bütün kadınların ağlamasında insanın kendi annesinin ağlayışını hatırlatan bir şey var, canından can yolar adamın. 
Hep Klinsmann’ın Yüzünden
Özellikle okumam için hediye edilen bir kitap Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde... Gerek alışıldığın dışındaki ismi, gerekse gitgide popülerleşen genç öykücülüğün -ki ümit vadeden bir durum bence- örneklerinden olması sebebiyle hızla duyulan ve beğenilerek okunan kitaplardan. Elbette bu hızlı yükselişin sebeplerini böylesi teorik varsayımlara dayandırmak hem esere, hem de yazarına haksızlık olacaktır; baştan sona keyifli bir okuma sunması ve fısıltı gazetesinde kulaktan kulağa tavsiye edilmesi de bu başarıdaki en büyük etmenlerden olsa gerek.

Ziyadesiyle genç; 1980 doğumlu Mahir Ünsal Eriş'in ilk kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, on dört hikayelik bir öykü kitabı. Klişeye düşmekten imtina etsem de şu kalıpları kullanmamak elde değil; içten, samimi ve bizden. 

Fonunu seksenli yılların Türkiye'sinin oluşturduğu, sokak arası koşuşturmalarından,  siyasi kavgalara; aşk acısından, ani ölümlere, -yani bize ait, insana ait- pek çok konuyu anlatıyor Eriş. Pek çok okurun okuma motivasyonunun okuduğu kitapta kendisini bulmasından kaynaklandığını göz önüne alırsak, yazar için hedefi on ikiden vurmuş da diyebiliriz. Arka kapak yazısından da anlaşılacağı üzere öykülerin pek çoğunda -belki de hepsinde- biyografik izlere rastlamak mümkün -ki bahsettiğim samimiyet duygusunun kaynağı da bu sanıyorum ki; kendisine ait bir öyküyü anlatmanın rahatlığı göze çarpıyor zira Eriş'in kaleminde. Çocukluk yıllarının tecessüsünü, ilk gençliğin hovardalığını ve  gençliğin aşk yorgunluklarını okurken ya kendisinin ya da çevresinin hikayelerini anlattığı izlenime kapılmamak elde değil. 

Öykülerin hepsine tek tek değinecek değilim elbette ancak bir kadının ağzından kaleme alınan "Her Kanser Erken Ölümdür" isimli öyküdeki hissiyat ve üslup, kahramanını karşı cinsten seçen yazarları gözlemlemek hoşuma gittiğinden, özellikle ilgimi çekti. Sık sık alışılagelmiş kalıplara sığınmış olması ve karşı cinsle empati kurarken mecburen varsayımsal kalması göze batıyor olsa da genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Yine de, fikrine güvendiğim kadınların mealen söylediklerini es geçemeyeceğim; "bir kadının neler düşündüğünü anlamaktan oldukça uzak."

"Biten Bir Aşkın Ardından" isimli öyküyse, aceleye gelmiş hissi yaratan sonuna rağmen, en sevdiğim öykü oldu. Özellikle buluşma anına kadar yapılan tasvirler ve betimlemeler hoşuma gitse de, şu Afili Filintalar ekibinin pek çoğunun başvurduğu "abartılı aforizma zorlamaları"  ndan rahatsız olmadım değil. Yine de zaman zaman açıp, tekrar okunası öykülerden... 

Temasal olarak birbirlerini andırdıkları için ister istemez Sinan Sülün'ün Karahindiba'sıyla kıyasladım Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'yi; neticede ikisinde de mağlup insanların o aşina duygu akışları mevcut ve ikisi de yeni-genç kalemlerin elinden çıkma. Ancak esasında aralarındaki belki de yegane benzerlikler bunlar; dilleri, mizahı kullanmaları ve kurguları bambaşka iki genç kalem mevzu bahis olan -sadece birini okumuş olanlar için bir fikir vermesi gayesiyle belirtmek istediğim bir detay. 

Netice olarak; gelecek hamleleri dikkatle takip edilecek genç bir yazardan, şu soğuk kış günlerinde battaniye altında sakince okunacak, keyiflik kitaplardan Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde. 


Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde - Mahir Ünsal Eriş, İletişim Yayınevi - 152s

Amat - İhsan Oktay Anar (Sözlük)

Buradaki yazıda da belirttiğim gibi Amat, her İhsan Oktay Anar kitabı gibi pek çok eski kelime içeriyor ancak bu sefer muhteviyata denizcilik terimleri de eklendiği için kimi zaman kelimelerin anlamlarını bilmeden cümleleri anlamak gerçekten imkansız bir hal alıyor. 

Yazarın kendi üslubu, kendi seçimi -ki eserlerine masalsı bir atmosfer ve şiirsellik katması açısından da oldukça keyifli- olabilir ancak bu noktada yayın evinin okura kolaylık sunması gerektiği konusundaki görüşümü tekrar vurgulamak isterim. Bilinmeyen kelimeler özellikle Amat'ta, okuduğum diğer Anar kitaplarına kıyasla çok daha zorlu bir süreç yaratıyor, terim çokluğu cümlenin gelişinden anlam çıkartmayı olanaksız hale getiriyor

Dolayısıyla sözlük çalışmalarım arasında en işlevsel olanı -şimdilik- bu olacak sanıyorum ki. Kelimelerin anlamlarını çoğunlukla TDK, ekşisözlük ve amat.blogcu adreslerinden buldum. Uzun uğraş ve çabalarıma rağmen bulamadığım kelimeler de oldu maalesef. 

Faydalı olması temennisiyle, "Amat Sözlüğü"ne ulaşmak isteyenleri yazının devamına alalım:


Amat - İhsan Oktay Anar

“Şarap içen biri asla yalan söyleyemez,” dedi Kul Rıza. “Sadece unutur, o kadar! Dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini, hepsini unutur.”
Geçtiğimiz günlerde son kitabı Yedinci Gün ile yeniden gündeme gelen İhsan Oktay Anar'ın  2005'te yayımlanan dördüncü kitabı Amat, yazarın benim okuduğum üçüncü kitabı oldu. Daha önce Puslu Kıtalar Atlası ve Suskunlar'ı okumuştum. 

Bu kitapla beraber Anar'ın tarzını formülize ettiği ve bu formülü benzer bir iskelet üzerine felsefeden müziğe, eski kültürlerden mitolojiye pek çok alanda çeşitlilik ekleyerek ve paralel ancak farklı temel konuları ele alarak oluşturduğu yönündeki kanaatimi netleştirmiş oldum. Bunun olumsuz bir yargı olarak algılanmasını istemem yalnız; her eserde özgün olmak ya da belirli bir tarza bağlanıp kalmamak ne yazar açısından kolay ne de -ben dahil- pek çok okur için illa beklenen bir etmen. Dolayısıyla alışıldık ancak keyifli bir kitap. 

Amat, en basite indirgendiğinde bir yolculuk öyküsü olarak nitelendirilebilir; 17. yy'da İstanbul'dan hareket eden Amat isimli gemide geçen olayları anlatıyor. Elbette söylediğim gibi bu tanım ziyadesiyle basitleştirmek olacaktır eserin konusunu; kahramanımız Süleyman Reis'in ölümsüzlük arayışından, Kaptan Diyavol Paşa'nın gizemli dünyasına, geminin mürettebatını oluşturan çok sayıda yan karakterin hikaye ve maceralarına şahit oluyoruz.

Amat'ın felsefi altyapısını oluşturan zamanın döngüselliği hem konunun karmaşık ve bulanık yapısından hem de hikayede çok da fazla izah edilmemesi sebebiyle bana oldukça zayıf geldi. Aynı şekilde ele alınan ölüm ve ölümsüzlük üzerine de tatminkar bir üslup bulamadım maalesef. Hikayenin sonunda sunulan farklı izahatlar çözümün oldukça aceleye getirildiği hissi yaratıyor ve bilinçli ya da bilinçsiz açık bırakılmış son bu izlenimi kuvvetlendiriyor. Okuduğum yorumların çoğunda da pek çok okurun kafasının karıştığını gördüm. Bu durumda olanlar için Ertan Örgen imzalı "Amat'ta Yapı ve Simgeler" başlıklı çalışmayı öneririm.  

Tabi ki bir Anar kitabından söz ederken diline değinmemek neredeyse imkansız; yine eski kelimeler, yine masalsı üslup... Ancak bu sefer kelimelere fazla takılmamak gerektiğini, karine ile anlaşılabileceğini söyleyemiyorum: Tüm öykü boyunca o kadar çok eski denizcilik terimi kullanılıyor ki, denizcilik okumama rağmen ben bile kimi yerlerde hiçbir şey anlamadım. Vuku bulan kimi olayları gözümde canlandırmam imkansız hale geldiğinde eserden kopmam işten bile değildi elbette. (Okuyacak olanların da bu dertten muzdarip olmaması için Amat'a da bir sözlük hazırladım; böyle buyrun.) Diğer iki kitapta bu eski kelime meselesi bende rahatsızlık bir yana, keyif bile uyandırmış, hoşuma gitmişti ancak Amat'taki yoğun terminoloji ister istemez yazarın Osmanlıca denizcilik terimi çalıştığını gözümüze soktuğu hissi yarattı. Bu noktada İletişim Yayınları'nın da hangi sebeple dipnot kullanarak veya sözlük sunarak okura kolaylık sağlamadığını anlamak güç gerçekten. Özellikle Amat için böylesi bir çalışmanın ziyadesiyle gerekli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 

Bu kadar yergiye rağmen beğenmediğimi söyleyemiyorum işin garibi; İhsan Oktay Anar yarattığı dünyalarla öyle bir tılsım oluşturuyor ki kendinizi Amat'ta bir mürettebat ya da savaşta bir yeniçeri gibi hissediyorsunuz. Okuru hikayenin içine çekme konusunda gösterilen başarı tüm olumsuz yargıları da yok saydıracak boyutlara ulaşmış. 

Uzun lafın kısası Amat, Anar külliyatını sevenlerin okumasını, yeni başlayacak olanlarınsa ilk kitap olarak seçmemesini tavsiye edeceğim bir kitap. 

Amat - İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları - 235s

Eski Basımlar - Deniz Feneri, Virginia Woolf, 1945

Bu dünyayı nasıl olur da bir tanrı yaratmış olabilirdi? diye kendi kendine sordu. Akliyle her zaman şu hakikate varıyordu: Dünyada ne hikmet, ne nizam, ne de adalet vardır; ıstıraptan, ölümden, sefaletten başka bir şey yoktur. Dünyanın yapamıyacağı hiçbir hainlik yoktu; bunu biliyordu. Hiçbir saadet devam etmezdi; bunu biliyordu.
Son zamanlarda yazacağım en zor yazılardan bir tanesi bu sanıyorum ki; zira Virginia Woolf gibi bir ismi okuyup da neredeyse hiçbir şey anlamadığım için bir nebze çekiniyorum yazmaktan.

Hakkında sık sık övgüler duyduğum, dünya edebiyatının sağlam kalelerinden biri olan Woolf'u okumak istememdeki asıl sebep ilgi çekici hayat öyküsü, daha da ziyade hazin sonuydu. Özellikle son mektubu oldukça ilgimi çekmiş, merakımı arttırmıştı...  

Öncelikle şunu belirtmeliyim; okuduğum kitap 1945 basımı olmasına rağmen tam olarak eski basımlar yazı dizisine dahil olabilecek niteliğe sahip değil esasında çünkü İletişim Yayınevi'nin 2011'de çıkarttığı baskının çevirisi de Naciye Akseki'ye ait. İki basım arasında herhangi bir karşılaştırma yapabilmiş değilim ancak çevirinin niteliği bakımından temelde pek de fazla fark olacağını düşünmüyorum. Dolayısıyla eski basım olmasının, romantik perspektifi gözardı edersek, pek de bir getirisi olmadı ancak bu durum ister istemez zamansız olma özelliğinin sadece kitaplar için değil, çeviriler için de geçerli bir kavram olduğunu düşündürdü bana.

Kitaba dönecek olursak; anlamadığımı söyledim ancak bunun sebebi beklediğim gibi Woolf'un dili olmadı. Okumadan evvel aldığım duyumlar ve Akseki'nin önsözde sık sık dilin karmaşıklığına değinmesi, bu konuda zorlanacağımı düşündürtmüş olsa da korktuğum kadar karmaşık/yorucu bir dille karşılaşmadım -ki aynı önsözde Akseki şöyle demiş:
"V. Woolf'a göre en mühim mesele önce kimin için yazdığını bilmektedir. Çünkü bu, nasıl yazacağını bilmek demektir. V. Woolf'un tasavvur ettiği okuyucu, okumayı itiyadedinmiş, başka devirlerin ve başka milletlerin edebiyatından da haberdar olan bir okuyucudur. V. Woolf haftalık yazmak, günlük yazmak, kısa yazmak, uzun yazmak, treni kaçırmamak için koşan iş güç sahibi insana yazmak, akşam evine yorgun argın dönen insana yazmak, okuyucusuna kolay kazanılan bir zevk vermek istemiyor. Trende okunmak, kırda vakit geçirmek için okunmak, uykulu zamanlarınızda okunmak istemiyor; onu okumak için muhakkak odanıza çekilip, bir masa başında sert bir sandalye üzerine oturup bütün ciddiyetinizle kitap okumaya hazırlanmanız lazım. O zaman V. Woolf da size beklediğiniz zevki vermeye hazırdır."
Bu söylem uyarıcı niteliğinin yanı sıra ürkütücü bir yapıya da sahip. İnsan ister istemez kendisini bekleyen okuma macerasından çekinmeye başlıyor. Akseki'nin önerisine tamı tamına olmasa da oldukça uymaya çalıştım ve Deniz Feneri okumalarımı mümkün mertebe konsantre olabildiğim ortamlarda gerçekleştirdim. Dolayısıyla, belirttiğim gibi, dile dair bir sıkıntıyla karşılaşmadım. 


Eserin beni zorlayan kısmı tüm temellerinin bilinç akışı tekniğine dayandırılmış olması oldu. Klasik hikaye anlatımının alışılmış rahatlığını -serim, düğüm, çözülme- bulamamak, bırakın olay örgüsünü, neredeyse herhangi bir olay akışının bile olmaması sıkılmama ve sık sık metinden kopmama neden oldu. Bunun sebebini ya Tutunamayanlar'ı yeni bitirmiş ve bu tarz okumalardan yorulmuş olmama ya da her okuma deneyiminin iskeletini oluşturan okunan zaman ve koşullar açısından uygun bir döneme denk getirememe bağlıyorum. 

(Yine de belirtmeden geçemeyeceğim ki pek sevgili Judy, Sittirella, Euphoric ve Maledisant da aynı dertten muzdarip olmuşlar. İnsan ister istemez düşünmeden edemiyor: Sorun belki bizde değil Woolf'tadır?)

Velhasıl kelam; Virginia Woolf artık okumadım demeyeceğim ancak şimdilik uzun vadede tekrar okumayı planlamadığım bir yazar oldu. Blogu okuyanlar arasında bildiğim kadarıyla kendisinin hayranları var; Woolf yazınının hangi kısımlarını beğendiğinizi ve nedenlerini paylaşma nezaketi gösterirseniz müteşekkir olurum.