Korkuyu Beklerken - Oğuz Atay

Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır, dedim kendime. İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz. 
Oğuz Atay'ın 1973 tarihinde öykülerini derlediği kitabı Korkuyu Beklerken, kitaba ismini veren, novella olarak da tanımlayabileceğimiz (yaklaşık altmış sayfa) öyküsünün de içinde bulunduğu sekiz öyküden oluşuyor.

Öyküler genel kapsamda, "küçük tutunamayanlar" olarak da nitelendirilebilir; döneminin Türk aydının acılarını, mutsuzluklarını ve umutsuzluklarını psikolojik eksende ele alan yazar, toplum ve birey çelişkisini, bireyin ağzından ancak toplumun bakış açısıyla, ustaca gizlenmiş bir ironiyi kullanarak anlatıyor. Hemen her karakterde zaman zaman Tutunamayanlar'ın baş karakterleri Turgut ve Selim'i görür gibi oluyoruz: Toplumla uyuşamamış, dolayısıyla kendi elleriyle kendilerini dışlamış karakterlerin, alegorik anlatım ve bilinç akışı yöntemleriyle, varoluş üzerine kaygılarını dile getirmeyi çok iyi başarıyor Atay

Kitaptaki her bir öykü, hakkında uzun uzun yazılacak, incelenecek, simgesel anlatımı çözülecek, yazarın hayatından taşıdığı izler açısından ele alınacak derinliğe sahip. Hatta bu yüzden 2010 yılında Hilmi Tezgör tarafından bir sempozyum düzenlemiş ve burada sunulan bildiriler  bir sonraki yıl Korkuyu Beklerken Gelenler isimli kitapta bir araya getirilmiş -ki bugünlerde okumakta olduğum bir kitap. Dolayısıyla çok daha detaylı ve kapsamlı bir irdelemeyi hak eden bu kitap için -en azından şimdilik- söyleyecek çok da sözüm yok açıkçası...

Başka bir konuya geçmeden evvel meraklısı için belirteyim: Korkuyu Beklerken'in 2010 yılında Jocelyne Burkmann ve Ali Terzioğlu tarafından Fransızca (En guettant la peur) ve 2012 yılında Recai Hallaç tarafından Almanca (Warten auf die Angst) çevirisi yapılmış. (Hallaç'ın şu günlerde uğraştığı Tutunamayanlar'ı çevirme serüvenine dair söyleşiye ise buradan ulaşabilirsiniz.) Bu çevirilerin yanı sıra kitaptaki ilk öykü olan Beyaz Mantolu Adam da tek başına pek çok Avrupa diline tercüme edilmiş.


Yaşadığı dönemde okuyucuya ulaşamamaktan muzdarip olduğu bilinen Oğuz Atay, devrin edebiyatı bireyi görmezden gelen, ideolojik bir fonla toplumsal gerçekçiliğe saplanmış durumdayken, farklı ve yeni ürünler sunma cesaretini göstererek yalnız kalıyor. Beklenen/istenen türde "ürünler" vermek yerine, inandığı yolda ilerliyor. Bir yandan da sistemi ve sistemin dişlileri olan aydın kesimi, "edebi çeteyi" -yine dönem için bir yenilik olan- ironi vasıtasıyla eleştiriyor. Okuduğum 1987 basımının önsözünde Oğuz Demiralp "1970'lerde Oğuz Atay'ın bugünkü denli benimsenerek okunması güçtü. Okur kitlesi belli nedenlerle daha çok toplumsal kuramın etkisi altındaydı ... Durum değişti gibi. Oyunlarla Yaşayanlar adlı 'acıklı güldürü' sahneleniyor. Oğuz Atay'ın kitapları ikinci kez basılıyor." demiş. 2012'nin Aralık ayında Tutunamayanlar 59'uncu, Eylül ayında ise Korkuyu Beklerken 35'inci baskısını yapmış durumda. Lafın özü; durum değişti: "Demiryolu Hikayecileri - Bir Rüya" öyküsünde "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" diye soran Oğuz Atay, yaşasaydı -hoşnut olur muydu bilmem ama- sorusunun cevabını almış olurdu.

Atay'ın göstermiş olduğu cesarete, tavrına saygım sonsuz. Kendisini sihirli bir değnekle edebiyat tarihimizden silsek; başta kendi yazını olmak üzere, kendisinden etkilenen isimler de hesaba katıldığında ne büyük gediklerin açılabileceği de malum. Okurken keyif almadığımı da söyleyemem ancak bir okur olarak, beni  kişisel anlamda yakalayan bir yanı olmadı Atay'ın. Belki de ben fazla vurdumduymaz bir insanım, bilemiyorum. İşbu sebeple, tarihi arkaplanını gözardı edersek, benim için olmazsa olmaz bir yazar değil kendisi. 

Bunları izah etmemin sebebi, Notos'un kapak konusunu Oğuz Atay'a ayırdığı 2011'de yayımlanan 28. sayısı üzerine yaşananlara değinmek istemem: Mevzu bahis sayıda sorulan "Atay adı aklınıza ilkin neler getiriyor?" sorusuna Şavkar Altınel'in verdiği kendisini sevmediği minvalinden cevap üzerine bir tartışma başlamış, çok kısa sürede de Altınel'in internet ortamında adeta linç edilmesine varan olaylar yaşanmıştı. Egoist Okur'un bu konu üzerine  hazırladığı dosyaya Korkuyu Beklerken'i okuduktan sonra internette gezinirken rastladım ve mevzunun yaşandığı dönemde pek takip etmediğim için haiz olmadığım bilgilere ulaştım. Atay ya da başka bir isim, ne kadar mühim ve büyük işler ortaya koyarsa koysun sevilmeme ve hatta yeri geldiğinde eleştirilme hakkına sahiptir kanaatindeyim. (Evet; sevilmemek ve eleştirilmek yeri geldiğinde birer haktır.) Lafı daha fazla uzatmadan, Egoist Okur'un kalemi Gülenay Börekçi'ye katıldığımı belirterek, sizlere bahsettiğim dosyayı (buradan ulaşabilirsiniz) okumanızı tavsiye ederim.

Uzun vadede Oğuz Atay külliyatını okumak niyetindeyim. Popüler kültürün veya entelektüel mafyanın (!) baskısı altına girmeden; safi okur kimliğimle ve birey olarak duruşumla... Size de aynısını tavsiye ederim! 

Korkuyu Beklerken - Oğuz Atay, İletişim Yayınevi - 187 s.

Müzibiyat #14

Bahar geliyor ey sevgili okur! Kıştan hazzetmeyen bir insan değilim ama baharı sevmemek de elde değil. "Ne alaka şimdi?" demeyin; baharda bulaşıcı olan grip değildir sadece; neşe de bulaşır, sevgi de bulaşır, aşk da bulaşır. 

"Ben her bahar aşık olurum" der Sezen Aksu, "Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum, yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar?" diye sorar Candan Erçetin. "Mevsim bahar olunca yaşamak ne güzel!" demez mi Orhan Gencebay? Lafın özü; baharlar güzeldir...

Bu mini bahar şarkıları listesini geçip asıl meseleye gelelim: Hüsnü Arkan, Ezginin Günlüğü'yle yollarını ayırmasının ardından ikinci albümü, Yalnız Değiliz'i yayımladı. Bahara yaraşır bir albüm; öyle ki, son cemreyi insanın damarına düşürüyor adeta.

İşte bu enfes müzik adamının başka bir albümünden, daha grupla yolları kesişmemişken 1991 yılında çıkardığı Bir Yalnızlık Ezgisi'nden bir şarkı paylaşmak istiyorum; Can Yücel imzalı Sakız Ağacı şarkısı. Arkan iyi ki var, iyi ki müzik yapıyor dedirtiyor insana. İyi dinlemeler!


Hamiş: Ayda bir yayımladığım Müzibiyat gönderileri keyiflik gönderiler, sevdiğim şarkı ve şiirleri paylaştığım bir mecra.
Bu esnada, sahibinin iletişime geçmesiyle Şiirlerle Şarkılarla isimli blog ile tanıştım; arşivlik, enfes bir iş çıkartıyor sevgili Bediz Yılmaz. Konuya dair ilginiz varsa mutlaka göz atın derim. 

Yerde Ağır Gökte Hafif - Zoran Drvenkar

Paula'nın kitapları var, bir de gökyüzü. Kitaplara ve gökyüzüne sahip biri, bütün gününü yalnızca okumak ve seyretmekle geçirebilir, üstelik hiç canı sıkılmaz. 
Paniğe mahal yok! Haddimi aşıp bundan sonra çocuk kitapları hakkında da yazmaya karar vermiş değilim; zaten Bir Dolap Kitap gibi şahane bir çocuk kitabı bloğunun bulunduğu ortamda bana pek de laf düşmez diye düşünüyorum. 

Zoran Drvenkar imzalı Yerde Ağır Gökte Hafif'i okuma sebebim, daha önceden yazarın Onlardan Biri isimli kitabını okumuş olmam; aynı kalemin çocuklar ve gençler için yazdığı iki farklı eseri okuma merakım.

Yerde Ağır Gökte Hafif, Paula'nın kısacık hikayesini anlatıyor; tombul bir çocuk olan Paula, ailesindeki tek şişman fert olmasına takıyor kafayı. Kimse onu eleştirmese dahi havuzda batmasını; sandalyeler, bisikletler için ağır gelmesini dert ediniyor. Öyle ki artık büyükler de onu eskisi gibi havalara fırlatamıyor, herkes "bel ağrısından" muzdarip. Derken Avustralya'dan Hiram Amca geliyor, o Paula'nın kilo aldığının bile farkında değil, hop diye fırlatıveriyor havaya. Fırlatış o fırlatış, Paula havada asılı kalıyor, kuşlar gibi süzülüyor. Bir yusufçuk, bir mendil kadar hafif hissediyor kendisini. Ailesi aşağı inmeye ikna edemiyor kahramanımızı, insanlar gelip seyrediyor, bir keresinde televizyondan dahi geliyorlar! Sonra mı? Sonrası kitapta...

Peter Schössow'un çizimleriyle güçlenen ve iyice sevimli bir hal alan, şiirsel bir anlatım kullanmış Drvenkar eserde. Mesaj verme kaygısı gütmediğini hissettiriyor, verdiği mesajı da kör göze parmak sokar gibi dikte etmiyor. Kendinizle barışık olma, insanları umursamama meselesini mizahi ve keyifli bir dille aktarıyor. 

"Yetişkinler de çocuk kitabı okumalıdır" diyor sevgili Banu ve Yıldıray burada, çok da doğru söylüyorlar. Okuyunuz efenim, okuyunuz! 

Yerde Ağır Gökte Hafif - Zoran Drvenkar, Günışığı Kitaplığı - 90 s. 

Edebiyat Mutluluktur- Zülfü Livaneli

Her şeyden çok isminden hoşlandığım Edebiyat Mutluluktur, Zülfü Livaneli'nin Vatan gazetesinde yayımlanan köşe yazılarının derlendiği bir kitap. Edebiyat, dil, sanat üzerine fikirlerini, yorumlarını ve anekdotlarını paylaşmış köşesinde bu çok yönlü sanat adamı. 

Neden bilmiyorum, büyük saygı duymama rağmen beğendiğim bir sanatçı değil Livaneli. Müzikteki kimi eserlerine hayranım ama yorumcu olarak vasattır benim için mesela, filmlerini sevmem, kitaplarını okumak gibi de bir planım yok uzun vadede. Bu pek de mantıklı olmayan beklentisizlik ile elime aldım Edebiyat Mutluluktur'u ve beklediğimden çok daha iyi bir iş olduğunu gördüm. 

Zaman zaman yazılar arasında tutarsızlıklar göze batsa da (bir yazıda yerden yere vurduğu post-modernizmi diğer yazıda göklere çıkarması, büyülü gerçekliği "gelip geçici bir moda" olarak nitelendirmesine rağmen, Murakami'yi severek okuduğunu söylemesi gibi) genel anlamda insanı düşünmeye teşvik etmesi ve "edebiyat yapmak" ile gerçek edebiyat arasındaki ince çizgiyi belirginleştirmesi açısından ziyadesiyle faydalı buldum. Edebiyatın hayattan süpürülmeye çalışılmasına, kitapların piyasa değeri ve edebi değeri olmak üzere iki farklı eksende ele alındığı kapitalist düzenin yanlışlığına, basit şairaneliğin kalitesizliğine ve daha pek çok konuya dair söylediklerinin, her okurun hakkında düşünmesi gereken konular olduğuna inanıyorum. Hepsinden çok da edebiyatın zevk alınacak bir mecra olduğunun, yazanın da okuyanın da en önce zevk alması gerektiğinin altını çizmesi, kitleler üzerinde etkili bir isim olduğunu düşündüğüm için, sevindirici. 

Kitapta yazıların sıralanışını ise teknik açıdan doğru ancak okuma deneyimi açısından zorlu buldum: Genel konulardan, spesifik konulara geçiş yapıyor yavaş yavaş Livaneli ve konunun kapsamı daraldıkça, söylediklerini bir nevi kanıtlama çabasına girdiği izlenimi bırakıyor. O kadar çok örneklendirme ve söylemini destekleyen referans cümleler kullanıyor ki, sadece onları okuyarak da konuya dair bilgimiz olabileceğini, dolayısıyla Livaneli'nin yazdıklarını okumamıza ne gerek olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Örneğin Nazım Hikmet başlıklı yazıda genel anlamda hiçbir şey söylemiyor; şairin hayatından kesitler, döneminden anekdotlar, kendi okuduğu hatıratlardan alıntılar oluşturuyor yazıyı. Bu kapsam değişimi, başlarda makale, deneme havası taşıyan yazıların giderek köşe yazısı olduğu gerçeğinin gözler önüne serilmesine sebep oluyor. Aslında kitabın vaadi de bu ancak okuru düşünmeye, başkalarının fikirlerini duymaya, yeni bakış açıları kazandırmaya teşvik eden yazıların birden bitivermesi ve pazar günü kahvaltıda okunması keyifli olabilecek köşe yazılarının başlaması, peş peşe okunmasının da etkisiyle, sıkıyor okuru. Aslında sıkılmam biraz da benim suçum: Üst üste farklı başlık ve konulardaki fikir yazılarını okumak başlı başına güç çünkü; Edebiyat Mutluluktur, benim yaptığımın aksine, uzun bir zaman diliminde, ara ara okunup tadı çıkarılacak bir kitap.

Kitabı okurken dikkat edilmesi gereken bir husus da yazarın fikirlerini değişmez kurallar, kesin yargılar olarak görmemek; okurun, siyasi düşüncesi Y.Ozdil'in köşe yazılarından ibaret insanlar misali, kitaptaki yargıları birebir benimsemek yerine, bahsi geçen konuya dair kafa yormaya, kendi duruşu üzerine düşünmeye teşvik olması gerekiyor. Bu da kitaptan çok, okurun niteliğine bağlı bir özellik elbette. 

Kitapta okuyabileceğiniz kısımları paylaşmaktan imtina etsem de, bizim "et" olarak söylediğimiz @ işaretinin, amforanın simgesi olduğunun ve amforanın Türkçesi'nin de sebû olduğunun anlatıldığı (buradan ulaşabileceğiniz) leziz yazıyı okumaya davet ederek sonlandırıyorum yazımı.

Edebiyat Mutluluktur - Zülfü Livaneli, Doğan Kitap - 224 s.

Yokuş Aşağı - Wolfgang Herrndorf

Birinden birini yeğlemek zorunda kalsam, açıkçası arkadaşsızlığı acayip sıkıcı olmaya tercih ederim.
Spontane yaşamak bir sanattır adeta; nereye gideceğini düşünmeden kendini sokaklara atmak, hiç aklında yokken yogaya başlayıvermek, plansız, programsız yola çıkmak... Herkesin harcı da değildir hani, sağlam bir psikoloji gerektirir. Kimileri için "Öldürsen yapamam"dır, kimileri de aksi türlü yaşayamaz. 

İşte böyle bir yol hikayesi Yokuş Aşağı; haritasız, pusulasız, nereye ve nasıl gideceklerini düşünmeden yola çıkan iki arkadaşın, Çik ve Maik'in macerası. Mahalleden ödünç (ç)aldıkları bir Lada ile yola çıkıveriyorlar, teoride amaçları Eflak'a gitmek -ki Eflak Romanya'nın bir bölgesi olmasının yanında, Almanca'da bizdeki Kaf Dağı gibi olmayan, hayali bir yer anlamı da taşıyormuş- ancak nasıl gideceklerine dair bir fikirleri yok. Heyecanlı, eğlenceli ve tam sürat, yokuş aşağı bir hikaye. Yazar Wolfgang Herrndorf pek çok ödül almış bir isim, Yokuş Aşağı ile de 2011 Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü'nü kazanmış ve eser 17 dile çevrilmiş. Genç edebiyatı konusunda bende bıraktığı ilk izlenim şahane oldu; didaktik olmadan mesaj vermeyi ve okuru eğlendirmeyi çok iyi başarmış yazar.

Kitabın en hoşuma giden kısmı başlardaki kurgusu oldu: İlk yüz sayfa boyunca bahsettiğim yol macerasına dair neredeyse hiçbir şey anlatmasa da karakterleri okura detaylıca sunma işini öyle güzel başarmış ki Herrndorf; Maik'in, birer ikişer anekdotla, kendisini, sevdiği kızı, Çik'i, okulunu, öğretmenlerini ve ailesini anlattığı kısımlar keyifle okunuyor ve bu esnada kurgu, çapraşık yapısına rağmen okuru yormuyor. Daha çok bir konuşma havasında anlatıyor Maik hayatını, laf lafı açıyor ve biz pek çok detayı zerre sıkılmadan öğrenmiş oluyoruz. Derken Çik çalıntı Lada'yla çıkageliyor ve asıl hikaye o zaman başlıyor... 

Yokuş Aşağı tiyatroya da uyarlanmış bir kitap. Konstanz Gençlik Tiyatrosu tarafından 2012'de sahnelenen oyunun bilgilerine (Almanca) ve fotoğraflarına buradan, oyun için hazırladıkları tanıtım filmine de buradan ulaşabilirsiniz. Şahsen, böylesi bir metin nasıl sahneye konur, reji nasıl kotarılır, dramaturji nasıl çıkar ortaya diye merak ettim oldukça, gönül ya orijinalini ya da Türkçe uyarlamasını izlemek ister. 

Yol maceralarını seviyorsanız fazlasıyla seveceğiniz bir kitap Yokuş Aşağı. Wolfgang Herrndorf da, ödülleri falan bir yana, kurgu ve dildeki başarısıyla merakımı celbeden bir yazar oldu. Hazır bahar da hissettirmeye başlamışken kendini, hazırlayın sırt çantanızı; işi, okulu, dertleri ardınızda bırakıp, çıkın yollara... 

Yokuş Aşağı - Wolfgang Herrndorf ON8 Kitap - 288 s.

Kısaca #3 - Şiir Kitapları

Görece uzun zaman evvel okuduğum, dolayısıyla hakkında uzun uzun yazamayacağım ancak yine de paylaşmak istediğim kitaplar... 

Sevda Sözleri - Cemal Süreya

Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
İkinci Yeni sevgim nerede, ne zaman başladı hatırlamıyorum ancak uzun vadede planım Turgut Uyar, Edip Cansever, Ülkü Tamer, Ece Ayhan ve İlhan Berk şiirlerinin hepsini okumak yavaş yavaş. Cemal Süreya'nın tüm şiirlerinden oluşan Sevda Sözleri de bu yolculuğumun başlangıcı oldu.

Süreya, şiirlerinde hüznün, yalnızlığın, zarafetin ve taşlamanın garip bir karışımını oluşturuyor. Soyutlama ve imgeleme tekniklerini benimseyen, zaman zaman monolog veya diyalog şeklini de alan vezin ölçüsüz, uyaksız şiirler bunlar; kimisi insanın tam ruhuna işleyen. İlk bakışta anlaması zor gelse de, her şiir herkese hitap etmese de öyle kelamlar var ki Süreya'nın şiirinde, siz siz olun şans vermemezlik etmeyin İkinci Yeni'ye. 

Dörtlükler (Rubailer) - Ömer Hayyam

Dünya , yıldıramazsın beni ne yapsan; 
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan. 
Ölmemek elimizde değil ki bizim: 
İyi yaşamamak beni tek korkutan.
Hakkında çok da fazla tarihsel bilgiye haiz olmadığımız bir isim Ömer Hayyam. İran'lı bir düşünür, şair ve bilim adamı olan Hayyam, Rubai türünün de yaratıcısı olarak biliniyor. Rubailerinde inanca, aşka, şaraba ve yaşama sevincine dair enfes sözler ediyor. Öyle ki -kanaatimce- dünyada herkes Hayyam'ı okuyup, anlayıp, özümserse huzur ve barış içinde yaşayabiliriz bile belki...

Rubailerin bulunduğu kaynaklara dair çevirmen ve kitabı derleyen S.Eyüboğlu'nun önsözde söyledikleri de okumak isteyenler için aydınlatıcı. Kısaca; Hayyam'ın tüm rubailerinin bir kitapta toplanmasının imkansız olduğunu ama kıyıda köşede kalmış başka dörtlüklerin de bu kitaba fazla bir şey katacağını düşünmediğini belirtmiş. Bu teminat, Hayyam külliyatı okuduğuna ikna edecek kadar iddialı okuru. 

Pulbiber Mahallesi - Didem Madak

Bilirsin işte Füsun gidişinden bu yana
Hüzün sektöründe bilfiil yirmi üç sene görev yaptım!
Didem Madak, geç tanıştığım ama iyi ki tanışmışım dediğim bir şair oldu; maalesef 2011 yılında, henüz 40 yaşındayken aramızdan ayrılan bu isme, ilk olarak sevgili Gölgeliyol'un bloğunda rastlamıştım, sonra da pek kıymetli birinden hediye alarak okuma şansına eriştim.

Tek kelimeyle huzursuz bir kalem Madak. Pulbiber Mahallesi'nde mahalle yaşamının naifliğini taşıyan, hüzünle süslenmiş şiirleri mevcut. Kah kedisi ile kah hayali arkadaşlarıyla diyaloglar kuran, soran, sorgulayan en çok da pişman olan bir karakter var şiirlerde. Karakter diyorum çünkü hem şiirler ayrı ayrı, hem de tüm kitap adeta bir öykü niteliğinde; şiir yazar gibi değil de, anlatır gibi yazılmış. Kelimelerim yetmez Madak'ın kalemini anlatmak için; genç şiire ve/ya şiire ilginiz varsa, bu duru ismi ıskalamayın derim.

Şeytanın Çocuğu - Jerry Coyne

Benim hikayem, bir tek kişiyi bile adalet aramaya yüreklendirirse, bu kitap amacına ulaşmış demektir. 
Çocuk istismarı, ne yazık ki fazlasıyla aşina olduğumuz bir konu: Kreşlerde, bakımevlerinde, yetimhanelerde hatta kimi zaman sıradan evlerde şiddete maruz kalan çocuklar hakkında haberler görmüşlüğümüz çoktur. Savunmasız yapıları ve istismara açık duruşlarıyla hayata en zor başlangıçlardan birisini yapan kahramanlardır onlar. 

Jerry Coyne da bu kahramanlardan birisi; henüz üç aylıkken dört kardeşiyle beraber Katolik rahibeler tarafından işletilen Nazareth House isimli bakımevine bırakılan, ergenlik dönemini ise davranış bozukluğu olan çocukların gittiği bir yatılı okulda geçiren Coyne, tüm bu süre içerisinde sürekli cinsel ve fiziksel şiddete maruz kalmış. Bu deneyimlerin yetişkin hayatını da davranış bozuklukları ve kabuslarla işkenceye çevirmiş olması, bir gün başarısızlıkla sonuçlanan kendini öldürme girişiminin sonunda hukuki olarak hakkını aramaya yöneltmiş Coyne'u. Kitabın ismi ise bakımevinde gördüğü şiddet esnasında rahibeler tarafından kendisine takılan isimden geliyor: Şeytanın Çocuğu


İşin en acıklı tarafı ise tüm bunların kurgu olmaması; anlatılanlar bizzat Coyne'un gerçek yaşam öyküsü. Kitabı okurken rahatsız olmamak mümkün değil; Coyne, durumu dramatize etmeden, abartmadan, sadece gerçekleri yazma yoluna gittiğinden -edebi açıdan fazlasıyla basit olmasına rağmen- oldukça etkili bir okuma deneyimi sunmuş okura. En etkileyici kısmı ise tüm bu yaşananlar neticesinde kendisinin bir gün hakkını aramaya karar vermesi. Biraz fazla kısa bulmuş olsam da, bu kararı alma ve hukuki savaş süreçlerinin işlenmiş olması da tatminkar bir son olarak yer almış eserde.

Edebi açıdan elbette beklentileri yükseltmek yersiz olurdu, bu konuda şaşırtmadı. Dil ve çeviri için de değinmeye değecek bir nokta yok. Okurken keyiflenmek pek mümkün olmasa da "keyiflik" olarak nitelendirebileceğimiz hafif bir kitap, okuma deneyimi açısından keyifli en azından; duygusal ve akıcı... Bu özellikler kulağınıza hoş geldiyse okuyunuz derim. 

Şeytanın Çocuğu - Jerry Coyne, Trend Yayınevi - 264 s.

Sinebiyat #1

Kitabının Gölgesinde Bir Film: Gölgesizler 
Sinebiyat köşesinin ilk konuk yazarı olduğum için pek gururluyum. Umarım bu görevin hakkını verebilirim. Öncelikle -Tankut'un bloğunda onu çekiştirmek ne kadar doğru olacak bilmiyorum ama- iki çift kelam etmeden duramayacağım. Arkadaşımız demiş ki: "Ne var ki, kendimde bu tarz film yazıları yazacak yetkinliği görmüyorum maalesef." Bunu sebep olarak öne sürerek de sinebiyat bölümünü kendisi yapmıyor da başkalarından yazı yazmasını rica ediyor. Gören de beni, bizi sinema üstadı, film eleştirmeni filan sanacak. Hele ben sinemanın henüz "si"sindeyken... Neyse bu söze sadece gülüyorum ve Tankut'un da sinebiyat yazılarını bekliyorum. Yani bekliyoruz. Değil mi?

Neyse konumuz bu değil. Kendi bloğum sanıp konuyu uzatıyorum hâlâ. Konumuz Gölgesizler. Hasan Ali Toptaş'ın kitabını yaklaşık iki yıl evvel okmuştum. Hatta blogta da hakkında bi şeyler yazmıştım. O yazıyı boşverin şimdi ben bile okumaya utanıyorum. :) Filmi ise bu akşam, hatta yaklaşık yarım saat önce izledim. O yüzden yazım film eleştirisi tadında gidebilir. Bunun için üzgünüm öncelikle. Kitaptan hatırımda fazla bi şey kalmamış çünkü...
Gölgesizler filminin galiba en dikkat çeken yönü oyuncuları. Zaten DVD'ye bakar bakmaz çarpıyor gözünüze isimler. Selçuk Yöntem'inden AhmetMümtaz Taylan'ına kadar çok iyi bir kadro. Bunlardan ayrı tutarak bahsetmek istediğim kişi ise -son zamanlarda favorim olur kendisi- Taner Birsel. İzlediğim neredeyse her filmde karşıma çıkması ve her filmde harika işler çıkarması onu ayrıca takip etmeme sebep oluyor. Ha oynadığı roller çok mu zor? Değil doğrusu. Ama kendisine uygun rollerde oynayıp, harika işler çıkarıyor. Hepsinden öte bu filmde favori oyuncum Cennet'in oğlu rolüyle Ertan Saban. Doğrusu kendisini pek tanımıyordum ama artık yakın takipçisiyim. Filmdeki rolü zaten çok önemli bir roldü. Bu rolün altından fazlasıyla kalkmış. Oyuncular zaten genelde çok iyiydi ama bende tek sırıtan Selçuk Yöntem oldu. Kendisini çok beğenirim ama filmdeki köy muhtarı karakteri için fazla "şehirli" buldum onu. Bu da bence yönetmenden kaynaklanıyor.

Aa bu arada filmde bir sahnede Hasan Ali Toptaş'ı da görüyoruz. Bu çok hoş bir ayrıntı ve filmle de çok uyumlu olmuş. Ayrıca ne yalan söyleyeyim şaşırdım Toptaş'ın böyle bir teklifi kabul etmesine. Bende hep "asosyal yazar" havası çiziyor nedense.

Ödül törenlerinde filmlerin müziklerine de ödül veriliyor ya hani... Bu hep ilgimi çekerdi benim. Müzik ne kadar etkileyebilir filmi diye düşünürdüm. Şu zamana kadar da kötü müzikli bir film izlememiştim hiç. En fazla "çok iyi müzikli film" izlemişimdir. Filmdeki müzikler kulağımı tırmalamaz. Yoksa tırmalamazdı mı demeliyim? Her şey bu filme kadardı. Gerçekten müzilkleri çok yersiz ve anlamsız buldum. Kendi başlarına harika müzikler olabilir ama filmde gerçekten kulağımı çok tırmaladı. Bi yerde artık sesi kapatsam mı filan diye düşünmeye başladım. Hiç müzik olmasaydı daha iyiydi sanki. Gerçi ben böyle diyorum ama herkes müziklere hayran olmuş. İşin daha da ilginci filmin müziklerini Candan Erçetin yapmış. Tabii ben bunu öğrendiğim an -bi candanerçetinsever olarak- yıkıldım. Erçetin'in film için besteleyip söylediği bi şarkı var. Eminim biliyorsunuzdur da bu film için hazırlanmış olduğunu bilmiyorsunuzdur: "Ben Kimim?" şarkının ismi. Hatta yanılmııyorsam, filmin vizyona girdiği yıl olan 2007'de de çok popüler olmuştu bu şarkı. Bu şarkıyı ben de çok seviyorum. Zaten sadece filmin sonunda mevcut.Bunun dışındaki müzikleri ise sevmedim, sevemedim.Bu arada Candan Erçetin'i de filmin son sahnesinde azıcık görebiliyoruz.Bu da güzel bi ayrıntı olmuş.
Film hakkında yeterince yorum yaptım. Sırada film-kitap kıyaslaması var. Öncelikle şunu söyleyebilirim; hayatımda hiçbir zaman bir filmi kitabından daha çok sevmedim, sevemedim. Zaten ne kadar çabalanırsa çabalansın olmuyor. Sadece bir film için kitabıyla "eşit" diyebilmiştim. Buna sebep olarak da sinemanın olanaklarının, kimi yönlerden kitaba göre daha kısıtlı olmasını görüyorum. Benim sinemayla en büyük derdim fazla hızlı olması. Gerçek hayat böyle değil ve sinemada o hissi tadamıyorum. Kitapların en azından sınırı yok. İstersen 3000 sayfa yaz hiç sorun olmaz. Ama sinema filmleri süre konusunda daha tasarruflu olmalı. Gölgesizler filminde de en büyük sorunum kitaptaki duyguyu alamamadı. Her şey öyle hızlı olup bitti ki... O kadar çok ayrıntı atlanmıştı ki... O kadar çok duygu verilememişti ki... Ümit Ünal kitabın meselesini anlamış, orası belli. Ama ama ama demek ki iyi oyuncular, iyi yönetmen, iyi hikâye yetmiyor...

İyi kitap, vasat film. Yoksa acaba kitaptan uyarlama filmler vasat olmaya mahkum mu? Yine de hakkını yemek istemiyorum. Sadece filmi izlemiş olsaydım eminim çok beğenirdim. Kitabı okuduktan sonra filmi seyretmek çıtayı biraz yükseltiyor. Her şeye rağmen ben beni düşündüren romanları ve filmleri severim. Bu da onlardandı işte. Kitabı bitirdiğinizde ya da filmi izlediğinizde aklınızda bi tek soru kalıyorsa bence amaca ulaşılmış demektir: Karr neden yağar kaar???

Millenium Serisi - Stieg Larsson

"Popüler kültüre karşı mıyım?" Bu, benim için ziyadesiyle çetrefilli bir soru. Kalitesiz, ucuz ve basit işlerin, ticari bir zekayla popülerleştirilmesi, ederlerinden katbekat fazla değer görmesi; hem bir nevi tüketim çılgınlığı yarattığından, hem de kaliteli alternatifleri karşısında  haksız kazanç elde ettiğinden dolayı sinirime dokunuyor. Justin Bieber, Gangnam Style, How I Met Your Mother, Şahan Gökbakar, Elif Şafak, Grinin Elli Tonu vb. bu kategoride benim için. Öte yandan gerçekten kaliteli oldukları için popülerleşen ve hakkettiğini düşündüğüm değerleri gören işlerden de uzak kalmak istemiyorum; Sezen Aksu, Game of Thrones, İhsan Oktay Anar, Tim Burton, Harry Potter vb. de bu kategoride. 

Bu iki farklı durum arasından -benim için- doğru olanı seçme konusunda başvurabileceğim herhangi bir kaynak olmadığı için, devreye "içgüdü" diyebileceğimiz kavram giriyor. Yani popüler olduğu için bir işten uzak durmak yerine, o iş hakkında okumayı, görüşüne değer verdiğim insanları dinlemeyi, başarısının arkasında kalite mi, PR mı yatıyor diye düşünmeyi bir kenara bırakırsak, içgüdüsel olarak tercih edip etmemem gerektiğine karar veriyorum. Alacakaranlık serisini okumuş olmam gerçeğini gözardı edersek, genellikle başarıya ulaşan bir metot olduğunu da söyleyebilirim. 

Tüm bu haddinden uzun girizgahın sebebi -başlıktan da anlaşılacağı üzere- Millenium serisi hakkında yazacak olmam: 2004 yılında aramızdan ayrılan İsveçli gazeteci, aktivist ve yazar Stieg Larsson'ın polisiye/gerilim türündeki roman üçlemesi, 2010 yılı verileriyle 40'dan fazla ülkede 27 milyon satış yapmış popülerlikte. 
Üçlemenin iki ana karakteri; sosyal ilişkiler konusunda sorunlu, fotografik bir hafızaya sahip  yirmili yaşlardaki genç kız Lisbeth Salander ile Millenium isimli derginin editörü, araştırmacı gazeteci (hem mesleği hem de özgeçmişi sebebiyle ziyadesiyle Larsson'dan izler taşıyan) Mikail BlomkvistBu iki karakter ekseninde gerçekleşen ziyadesiyle sürükleyici bir olay akışı mevcut tüm seride. Kitaplara ayrı ayrı değineceğim ancak serinin tamamında tüm bu polisiye kurgunun yanı sıra ciddi bir sistem eleştirisi de yapılmış; İsveç'in sosyal ve devlet yapısı hakkında oldukça ilgi çekici bilgiler sunarken, kimi kurum ve kuruluşlara dokundurmadan geçmemiş Larsson -ki araştırmacı gazeteci kimliğinin rolü büyük olsa gerek bu konuda. 

Serinin başarısını gözden kaçırmayan sinema endüstrisi de işe el atmış durumda: 2009 yılında ilkinin yönetmenliği Niels Arden Oplev tarafından yapılan bir sinema filmi, ikinci ve üçüncüsünü ise televizyon için Daniel Alfredson'ın yönettiği bir üçleme çekilmiş İskandinav sinema ve televizyonları için. Ardından Hollywood da bu başarıya duyarsız kalamadığı için ilk kitap David Fincher yönetmenliğinde yeniden sinemaya uyarlandı 2011 yılında. Bu film serisinin devamının da yolda olduğunu hatırlatayım.

Ek bir bilgi olarak; söylentiye göre yazarın vefatının ardından yayımlanan seri, aslında on kitap olarak tasarlanmış ancak bu beklenmedik ölüm neticesinde, üç kitapla sınırlı kalmış. Yazarın ailesi ve hayat arkadaşı arasındaki çekişmelerin odak noktası olan dördüncü kitap söylentisi ise hala netleşmemiş bir mesele: Larsson'ın ailesi ve kimi arkadaşları dördüncü bir kitabın yolda olduğunu, yüzde yetmişlik bir kısmının zaten ölmeden önce yazar tarafından yazılmış olduğunu iddia ederken, evlenmedikleri için yasal olarak neredeyse hiçbir hak iddia edemeyen ancak zaten ilk üç kitabı da hemen hemen beraber yazdıklarını savunan hayat arkadaşı ise yazarın dördüncü kitaba hiçbir zaman başlamadığını söylemekte.

Dedikoduyu bırakıp tek tek kitaplara geçmeden evvel son olarak, netice itibariyle bir polisiye dizisinden söz ettiğimiz için, sürprizleri bozmamak adına ne serinin ne de kitapların konusu hakkında çok fazla detaya giremeyeceğimi ve ilk iki kitabı okumamın üstünden sahiden çok uzun zaman geçtiği ve haklarında tek satır not almadığım için, aklımda kalanı kadarıyla yazabileceğimi de belirtmiş olayım: 

Ejderha Dövmeli Kız

İlk kitaplar "hayati" önem taşır serilerde; bencileyin başladığı seriyi bitirmek zorunda hissedenler bir yana, genellikle insanlar devamını okuyup okumama kararını ilk kitapta alırlar doğal olarak. Ejderha Dövmeli Kız, bu açıdan neredeyse kusursuz bir iş: Akıcılığı, karakterleri, dili ve kurgusuyla okura büyük umutlar vadediyor. Serinin başarısını tek başına sırtlandığını söylemek bile mümkün. 

Karakterlerle tanıştığımız bu ilk kitapta, Mikail Blomkvist kariyeri açısından sansasyonel bir davada suçlu bulunuyor; İsveç'in önde gelen sanayi devlerinden birisi hakkında yaptığı yolsuzluk haberi hem kariyerini hem de özel yaşantısını altüst ediyor. Bu esnada başka bir sanayi patronu Henrik Vanger, çok sevdiği yeğeninin kayboluş vakasını araştırması için Blomkvist'le anlaşıyor. Öte tarafta ise Blomkvist'i araştırma işini üstlenen güvenlik şirketinin çalışanı Lisbeth Salander da hem kendi yaşamına hem de işine dair önemli gelişmeler yaşıyor. Tüm serinin en büyük handikaplarından birisi olan kimi büyük, kimi küçük tesadüfler sonucundaysa, karakterlerimizin yolu kesişiyor ve hikayenin ana kurgusu bu şekilde gelişiyor. Devamında neler olabileceğini merak ettirse de, tatminkar bir sona  sahip olduğunu da söylemeliyim.

İlk kitaba dair en dikkat çekici mesele ise tüm bu polisiye/gerilim kurgunun arkasında yatan, aslında eserin orijinal isminde de altı çizilen feminist mesaj. Türkçe adı İngilizce çevirisinden çevrilerek yayımlanan kitabın asıl adı Kadınlardan Nefret Eden Erkekler anlamına geliyor ve kitabın alt metni temel olarak bu konuya odaklanıyor. Dört ana bölüme ayrılan kitapta bölüm başlıkları, İsveç'te yaşayan kadınların maruz kaldıkları şiddete dikkat çekiyor: 
1. İsveç'te kadınların yüzde 18'i hayatında bir kez, bir erkek tarafından tehdit edilmiştir. 
2. İsveç'teki kadınların %46'sı bir erkek tarafından darp ediliyor. 
3. İsveç'te kadınların %13'ü ağır cinsel şiddete maruz kalmaktadır. 
4. Yapılan araştırmalara göre İsveç'te cinsel şiddete maruz kalan kadınların %92'si en son yaşadıkları cinsel şiddeti polise bildirmemişlerdir. 
Bu bağlamda -hele ki ülkemiz açısından- oldukça mühim ve hazin bir meseleye parmak basıyor oluşu, başta nitelikli okurlar olmak üzere pek çokları tarafından takdir edilip, beğenilmesinde rol oynuyor kitabın. İşbu noktada satış odaklı bir girişim olarak gördüğüm isim çevirisini de nahoş bulduğumu belirtmek isterim.

Ateşle Oynayan Kız

Serinin ikinci kitabı Ateşle Oynayan Kız, kelimenin tam anlamıyla bir geçiş kitabı; ilk kitabın finalinde akılda kalanları yanıtlarken, üçüncü kitap için de oldukça sağlam bir hikaye zemini oluşturuyor ancak bir sonraki kitabı okuyana kadar, hali hazırda beklentisi büyüyen okuru hayal kırıklığına uğratacak kadar vasat bir iş. 

Kitapta, İsveç'teki kadın ticaretini araştıran bir gazeteci ve konuyla ilgili tez hazırlayan sevgilisinin yolları Millenium'la kesişiyor. Blomkvist büyük sükse hazırlıkları yaparken üst üste birtakım talihsiz olaylar yaşanıyor ve Salander aranan bir zanlı konumuna düşüyor. Bu esnada ise kendisinin geçmişine dair önemli bilgiler gün ışığına çıkıyor ve hem karakteri hem de okuru şaşırtan bir yaşam öyküsü ortaya dökülüyor. Elbette bu esnada, ilk kitapta olduğu gibi, ziyadesiyle fazla yan karakterle ve onların hayatlarına dair detaylarla haşır neşir oluyoruz. Finale doğru işler iyice çığırından çıkarken, "Yok artık, bu kadarı da abartı" nidaları eşliğinde, üçüncü kitabı sabırsızlıkla bekletecek bir sonla nihayete eriyor kitap ancak bu beklentinin dışında pek de hoş olmayan bir tat bırakıyor.

Yine ilk kitapta olduğu gibi, konunun da katkısıyla, sosyal mesaj verme hali devam ediyor elbette. Aynı şekilde ülkenin siyasi ve sosyal yapısına dair zaman zaman eleştirel boyutlara varan söylemler de mevcut. Akıcı olmasına akıcı bir kitap ancak söylediğim gibi geçiş özelliği taşıması (ki bu durum serinin aslında on kitaptan oluşacağı söylentisi ile çelişiyor esasen) ister istemez okuru sıkıyor. Bu sebeple okumayı planlayanlar için ikinci kitabın bu haline şaşırmamalarını tavsiye ederim. 

Hollywood uyarlamasına dair ufak bir not: Henüz sadece filmin çekileceği duyurusu yapılan uyarlamada, Lisbeth Salender rolünü üstlenecek olan Rooney Mara ismi netleşmiş durumda. Blomkvist'e can veren Daniel Craig için olumlu söylentiler çıksa da, yönetmen Fincher'ın yapımda yer alıp almayacağı netleşmemiş. 

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız

Serinin son kitabı Arı Kovanına Çomak Sokan Kız, ikinci kitabın yarattığı hayal kırıklığını ortadan kaldıran, hatta neredeyse ilk kitap kadar güzel bir final kitabı olarak çıkıyor karşımıza. Aksiyonun görece azaldığı ancak entrikaların, planların, şantajların ve takiplerin hüküm sürdüğü, tarafların kaba kuvvetten önce zekalarını kullanmak zorunda olduğu bir atmosfere sahip hikaye.

Serinin finalinde, ikinci kitapta zemini hazırlanan, Salender'ın hukuk mücadelesini okuyoruz. Bir yandan İsveç polis ve istihbarat teşkilatının içerisindeki kimi gizli kimi aleni yapılanmalara şahit olurken, diğer yandan karakterimizin çocukluğunda ve gençliğinde yaşadıklarını daha yakından ve daha detaylı bir şekilde öğrenme imkanı buluyoruz. Elbette Blomkvist  de bağımsız durmuyor bu süreçten; konuya dair bir araştırmaya girişen araştırmacı gazetecimizin önceliği de Lisbeth'in haklarını korumak oluyor. Larsson'ın bu kitaptaki en büyük başarısı; okura "kim?" ya da "ne?" diye değil, "nasıl?" diye sorduruyor oluşu. Kurguyu ve karakterleri öyle dengeli, öyle leziz sunuyor ki, sonunu az buçuk tahmin ettiğimiz bir hikayenin nasıl gelişeceğini merak etmemek neredeyse imkansız bir hal alıyor. 

Aslında üç kitapta da mevcut olan ancak sonuncusunda iyice göze batan handikaplardan birisi; iyi karakterlerin çok iyi, çok zeki, çok hatasız olmasına karşın tüm kötü karakterlerin şaşkın ve amatör hareket etmesi. Yine aynı şekilde karakter fazlalığı da zaman zaman yorucu bir hal alıyor; özellikle ana hikayeyle hiç alakası olmayan, hatta yan karakter bile diyemeyeceğimiz kimi kişilerin uzun uzun tasvir edilip, hakkında bilgi verilmesi sürükleyiciliği kesintiye uğratıyor. Yani en basitinden kapıda duran koruma görevlisinin evvelki akşam hazır pizza yediği bilgisini lüzumsuz bulmamak işten değil. 

Eserin temposu gerçekten çok yüksek, hatta ilk kitaptan bile daha sürükleyici diyebilirim. Hikayenin çözüm aşamasında zirveye çıkan bu tempo, epilog yaklaştıkça sönükleşiyor ve son yüz sayfayı bitirmek çileli bir hal alıyor. Buna rağmen epilog'da bile aksiyon olması, aceleye gelmiş izlenimi verse de, takdire şayan.

-o-

Başarısını göremeden hayata gözlerini yuman insanlar her daim ayrı bir saygı uyandırır toplumda. İşbu sebepten Larsson'ın bu başarısı, dolaylı olarak böyle bir izahata da bağlanabilir elbette ancak kitapları okumadan böyle bir yorum yapmak tamamen kalıpsal bir uydurmadan öteye geçemez. Serinin başarısı -ısrarla belirttiğim üzere- kurgusu, dili, karakterleri ve alt metniyle sahiden oldukça keyifli bir okuma süreci sunuyor olması. Kitap okumaya dair ahkam kesilmesinden hazzetmiyorum ancak zaman zaman hatırlatmakta fayda var ki; kitap okumak, keyif aldığımız sürece değerli.

Dolayısıyla popüler kültüre karşı tavrınız ne olursa olsun, edebiyatta beklentileriniz ne boyutta olursa olsun Stieg Larsson'ın Millenium Serisi sonuna kadar saygıyı hak eden, leziz bir üçleme. İlginizi çektiyse durmayın, okuyun derim!