Uzun Bir Ara

Merhabalar! 

Bugün fark ettim ki Ebediyen Edebiyat'ta ilk yazı yayımlanalı yaklaşık üç buçuk sene olmuş, insan inanmakta güçlük çekiyor.

Klişe ama gerçek; veda etmeleri hiç beceremem. O yüzden doğrudan konuya giriyorum: Önümüzdeki altı ay boyunca eğitimim gereği gemide staj yapacağım. Bu esnada iletişim olanaklarım oldukça kısıtlı olacak, dolayısıyla -bir sürpriz olmazsa- blog altı ay yazısız kalacak. Bu sürede Ebediyen Edebiyat'ı boşladığımı düşünmeyin ve kendinize iyi bakın diye haber vereyim dedim.

Gemide de kitap okumaya devam edeceğim, döndüğüm vakit yeniden bir arada olmak temennisiyle, hoşçakalın!

Kraliçe Kitap Okursa - Alan Bennett

“Okuyorum, düşünüyorum,” dedi Norman’a, “çünkü insanın, başkalarının nasıl olduğunu öğrenmek gibi bir görevi vardır”; oldukça basmakalıp bir sözdü bu ve Norman’ın pek dikkatini çekmedi; o kendini böyle bir yükümlülük altında hissetmiyor, aydınlanmak için değil, sırf zevk için okuyordu; gerçi bu zevkin bir bölümü de aydınlanmaydı, görebiliyordu bunu. Fakat bunun içinde görev yoktu.
1934 doğumlu İngiliz oyun yazarı, senarist, aktör ve yazar Alan Bennett'ın 2007'de yayımlanan eğlencelik bir novellaKraliçe Kitap Okursa. Keyifli, akıcı ve dedim ya; eğlenceli! 

İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'in başından geçen kurgu bir serüveni; kendisinin gedikli bir okura dönüşmesinin serüveninin anlatıyor Bennett. Günlerden bir gün sarayın köpekleri, bahçeye park etmiş olan garip kamyonete öyle çok havlıyorlar ki, majesteleri gürültüden dolayı özür dilemek için gittiğinde varlığından bile haberdar olmadığı, her hafta saraya gelen Westminster gezici kütüphanesiyle tanışıyor. O yaşına kadar pek okumayan -doğruyu söylemek gerekirse hiç okumayan- Kraliçe, konumu gereğince bir kitap almak zorunda hissediyor kendisini. O kadar şanslı başlamıyor bu serüven; seçtiği kitap kötü çıkıyor. Tam bir görev kadını olan kadıncağız zorla bitirdiği kitabı iade ederken yine ayıp olmasın diye ikinci bir kitap daha alıyor ancak bu sefer şansı yaver gidiyor; bu kitapla beraber gerçek bir okuma tutkusuna kapılıyor majesteleri... Öyle ki saraydaki görevlerini aksatmaya, konumunu ve kişiliğini sorgulamaya, hayata bambaşka bir gözle bakmaya başlıyor.

Bennett; okuma tutkusu, okurun kendine has telaşı ve yavaş yavaş kendini geliştirmesi konularını merkez almış, enfes bir üslup ve eğlenceli bir kurguyla birleştirerek şahane bir iş çıkartmış ortaya. Böylesi basit, sevimli ve hafif bir kitabın okuma ve edebiyat tutkusu üzerine böylesi saptamalar yapmasını beklemiyordum açıkçası. Elbette öyle aman aman tespitler, hiç duyulmamış söylemler ihtiva etmiyor Kraliçe Kitap Okursa; daha çok edebiyat tutkusu üzerine sevimli bir novella diyebiliriz belki. Yine de geniş bir hayal gücüyle tam da olmasını hayal ettiğimiz gibi bir Kraliçe portresi çizen, üzerine muzip diliyle de okuru sık sık gülümseten Bennet, leziz bir işe imza atmış. Kitabın sonuysa, tam anlamıyla evlere şenlik! 

Kitabın en büyük sıkıntısı, Sel Yayıncılık'tan hiç beklemediğim bir şekilde, felakete yakın çevirisi maalesef. Gözlemlediğim kadarıyla çeviride yorumdan kaçınmış Süha Sertabiboğlu; cümleleri doğrudan çevirmiş, bu yüzden dilde sıkıntılar baş gösteriyor sık sık. En basitinden kitabın adı bile "doğru" çevrilmemiş; orijinal ismi The Uncommon Reader olan kitabın sahip olduğu yüksek seviye muzipliğe ters, yavan ve esprisiz bir isim Kraliçe Kitap Okursa. Hele o korkunç kapak tasarımına ne demeli, nerelere gitmeli, hiç bilemedim. Kitaba ait internetten bulduğum bir kaç farklı kapak tasarımı şöyle örneğin:



Her neyse, özetlemek gerekirse; kitap okumayı neden sevdiğinizi yeniden keyifle hatırlatacak; kitaplarla arası iyi olmayan eşe dosta ise edebiyat tutkusunu anlatabilecek, eğlenceli bir kitap Kraliçe Kitap Okursa.

Kraliçe Kitap Okursa, Alan Bennett - Sel Yayıncılık, 104 s.

Kadının Cenette Yeri Yok - Neval El Saddavi

Küçük çocuklar kadınların kulaklarından doğar... Hepsi korku ve telaşla kulaklarına dokunurlar. Hayır, kulaklarından değil, burunlarından... Titreyen parmaklarını burun deliklerine sokarlar. Hayır, burundan olamaz, delik çok küçük, çocuklar oradan çıkamazlar. Öncesinde korkunç bir şeyler olur, annelerin gizledikleri bir şeyler, sürekli tekrarlanan bir facia... Her yıl!.. Aptallaşma, her ay!.. Ne felaket!
Sıfır Noktasındaki Kadın ile tanıştığım Neval El Saddavi veya Nawal El Saadawi'nin 1987'de İngiltere'de yayımlanan öykü kitabı Kadının Cennette Yeri Yok. İsminin getirdiği beklentinin aksine bu sefer sadece kadınları anlatmıyor Saddavi; savaşları, cinsellik politikalarını, bürokrasiyi, çocuk olmayı, erkek olmayı yani kısacası insanlığı ve özellikle insanlığın karanlık taraflarını anlatıyor.

Neval El Saddavi, yazarlığının ve psikiyatristliğinin yanı sıra ciddi bir feminist aktivist ve muhalif. 1972'de kaleme aldığı Arap kadınlarının sorunlarını anlattığı Woman and Sex kitabı ile beraber başı çokça devletle derde giren, hapis yatan, eşinden boşanma ve Mısır'dan atılma cezalarına çarptırılan yazar, aynı zamanda Arap Kadınları Dayanışma Derneği'nin kurucusu. Kendisiyle 2004 tarihinde yapılan Peçeyi Kaldırmak başlıklı şu söyleşide hakkında açılan son davaların durumunu, Mısır'ın o zamanki hali hakkındaki görüşlerini ve özellikle bayıldığım feminizm hakkındaki düşüncelerini okuyabilirsiniz. 

Kadının Cennette Yeri Yok, iç sıkan kitaplardan; gerek ele aldığı konular, gerekse kullanılan dil manen ve madden yorucu bir okuma deneyimi sunuyor. Öykülerin kiminde oldukça karmaşık bir alegorik anlatım, çoğunda ise bilinç akışı kullanılmış -ki bazı öykülerden hiçbir şey anlamadığımı itiraf etmem gerek. Her bir hikaye okuru düşüncelere sevk etse de çoğu Sıfır Noktasındaki Kadın'ın vuruculuğundan uzak. Kitaba dair bir diğer sıkıntı ise çok fazla ve kısa öykünün kitapta yer alıyor oluşu; hikayeler arasında sık sık geçiş yapmak, zaten anlaşılması güç öyküleri daha da anlaşılmaz kılıyor zaman zaman. Geriye kalan bir kaç gerçekten şahane öyküyse, kitabı ve okuru kurtarmak için yetersiz kalıyor maalesef. Yani okumak isterseniz; bir kaç güzel öykü için, yirmiye yakın zor anlaşılır öyküyle karşılaşmayı göze almalısınız.

Saddavi okumaya devam edeceğim; feminist edebiyata, hele hele oryantalist feminist edebiyata ekstra bir ilgi duymasam da  gün geçtikçe kanıksar hale getirildiğimiz ve dünyanın bir köşesinde, gerçekten yaşanmakta olan bu trajik hayatlara Saddavi'nin kaleminden şahit olmak için.

Kadının Cennette Yeri Yok, Neval El Seddavi - Everest Yayınları, 121 s.

Baumhoff Patlayıcısı - William Hope Hodgson

"Tanrım" dedi, karanlığın içinde, "İsa ne kadar acı çekmiş olmalı!"
Fantastik literatür denince akla gelen çağdaş isimlerin hemen hepsi fantastik kurgunun babası J.R.R. Tolkien'den etkilenmiş, kendi evrenlerini yaratırken ondan esinlenmiştir; Terry Brooks, George R.R. Martin hatta J.K. Rowling... Peki Tolkien'ın kendisi kimden etkilenmiştir diye hiç merak ettiniz mi?

"Tolkien'den Önce Masallar: Modern Fantezinin Kökleri" isimli derlemede pek çok isimden söz ediyor Tolkien uzmanı Douglas A. Anderson: Sihirli yüzüklerin, efsunlu bir kılıcın, vahşi bir ejderhanın lanetlediği ve iki kadının arasında kalan bir kahramanın yer aldığı The Story of Sigurd'un yazarı Andrew Lang'den; Tolkien evrenin yapı taşlarından Elf kavramının ilk kez yazılı hale geçtiği metin olan Elfler'in yazarı Ludwig Tieck'e... 

Mevzu bahis kitabımız Baumhoff Patlayıcısı'nın yazarı William Hope Hodgson da bu isimlerden bir diğeri. Kitabın arka kapağına göre; Yüzüklerin Efendisi'nde Tolkien, karanlığın güçlerini Hodgson'ı hatırlatır biçimde uyandırmaktaymış. 1877 İngiltere doğumlu Hodgson, bilim-kurgu, korku ve fantastik yazında eserler vermiş. Yazarlığının yanı sıra denizcilik ve askerlik de yapan Hodgson, özellikle korku türündeki eserlerinde yaşadığı macera ve gözlemlerinden sık sık faydalanmış, kült eserler bırakmış. İlk olarak 1919 tarihinde yayımlanan Baumhoff Patlayıcısı (bir diğer adıyla Eloi, Eloi, Lama Sabachthani) esasen bir kısa öykü. Dinine oldukça bağlı, aynı zamanda bir deha olan kimya uzmanı Baumhoff, dini bir mucize olan "çarmıhın kararması"nı kanıtlamak üzere arkadaşı Stafford'un tanıklığını kullanıyor. Hikayenin ana hattında bu deneyi dinliyoruz Stafford'un ağzından.

Bu küçücük hikaye gerçek bir ustalık eseri; kitabın ilk sayfasında yer alan "çok az yazar karanlığa hayat vermede Hodgson kadar başarılıdır" söylemine hak vermemek elde değil. Basit bir anlatım, basit bir dil ve basit bir kurguyla böylesi karanlık ve manen ağır bir kitabın ortaya çıkabileceğini düşünmezdim. 

Yayımladıkları kitaplara hayran olsam da pek çoğunda sık sık basım ve imla hatası bulunan ve enteresan bir şekilde egosantrik bulduğum için bir türlü sevemediğim 6.45 Yayınları bu sefer hatasız bir iş koymuş ortaya. Eserin kapak tasarımı Erol Egemen'e (kim lan bu Erol Egemen?) ait, kitabın içerisinde yer alan çizimlerse Mehmet Kösemen imzası taşıyor -ki şahaneler. Karanlık bir kitap okumak isterseniz aradığınızı Baumhoff Patlayıcısı'nda bulabilir, eseri Kaan Çaydamlı'nın sesinden dinlemek isterseniz buradan ulaşabilirsiniz.

Baumhoff Patlayıcısı, William Hope Hodgson - Altıkırkbeş Yayınları, 48 s.

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı - Ferit Edgü

Tanrı herkesi kör,topal,kambur yapmadığı gibi,şair ve yazar da yapmıyordu.
Her şeyden evvel, bir kitaba verilebilecek en güzel isimlerden birisine sahip Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı. Adeta bir şiir dizesi, hatta başlı başına bir şiir! Anlamlı, melodik ve eserin ruhunu tam anlamıyla özetleyen bir isim. Elbette kitabı muazzam kılan tek başına ismi değil; muhtevası da bir o kadar enfes. 

Ferit Edgü yalnızca meramını dile getirmek derdinde olan bir yazar değil; şimdiye kadar okuduklarımdan anladığım kadarıyla nasıl anlatacağına da oldukça kafa yoran bir isim. Edebiyatta deneyselliğe, farklı anlatım metotlarına, okur ile anlatıcı arasındaki ilişkiye, yazarın imgelemine ve okur üzerinde bırakacağı etkiye en az anlatacağı hikaye kadar değer veriyor. Dolayısıyla ortaya hem sıradan okuru tatmin edecek anlamlı bir öykü, hem de edebiyatın tekniğini merak eden okura hitap edecek bir metot çıkartarak, birden fazla misyonu aynı anda yerine getirmiş oluyor.

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı üç kısımdan oluşuyor; birinci bölüm Çakır'ın Öyküsü, ikinci bölümse Su Testileri. Bu iki kısmın arasında yer alan Ara başlıklı bölüm ise hem iki metni birbirine bağlıyor, hem de hikayenin üst kurmaca boyutuyla tanıştırıyor okuru. İlk bölümde anlatıcı, çocukluğundan tanıdığı evin hizmetlisi/yardımcısı Çakır'ın hiç fotoğrafının olmadığını fark etmesi üzerine onun hikayesini fotobiyografik bir şekilde anlatma kararı alıyor. Fotoğrafsız fotobiyografide Çakır'ın yaşam öyküsünü var olmayan fotoğrafların betimlemeleriyle okuyoruz. Kah çalıştığı işlerin başında, kah çok sevdiği atlarla hayal edilen fotoğraflar Çakır'ın Fotobiyografik Öyküsü'nü oluşturuyor. İkinci bölümde ise Kıni ve Esat isimli iki yakın arkadaşın, adına çalıştıkları Fethi Baba isimli mafya babası ve Esat'ın aşık olduğu Kıni'nin kız kardeşi Zehra ekseninde ilerleyen öyküsü anlatılıyor. Bu bölümde hikayenin akıcılığı bir yana, farklı karakterlerin ağzından ve yer yer tamamlanmamış cümleler aracılığıyla okurun hayal gücüne bırakılan anlatım ayrı bir keyif katıyor okuma deneyimine. 

Uzatmaya mahal yok; yüz on sayfalık bu kısacık kitaba dünyaları sığdırmış Ferit Edgü. Eseri okumuş olanlar için özellikle tavsiye edeceğim Hülya Soyşekerci imzalı şu inceleme yazısı eser hakkında daha fazla fikir sahibi olmanızı, Mutlu Deveci imzalı şu Edgü söyleşisi de yazarı daha iyi tanımanızı sağlayacaktır. Son olarak; kapak tasarımında kullandıkları Fikret Mualla ile kitabı bir kat daha güzelleştiren Sel Yayıncılık'a da teşekkürlerimi sunmak isterim.

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı, Ferit Edgü - Sel Yayıncılık, 110 s.

Bir Dinozorun Gezileri - Mina Urgan

Bunca felaket, bunca zulüm, bunca haksızlıkla dolu bir dünyada köpekler gibi mutsuz olmanın kolaylığını bildiğim için, mutsuzluklarıyla övünenlere fena halde bozulurum. Mutsuz olmak bir marifet değildir. Çektiğin acıları gözler önüne sermek, büyük kişisel mutlulukların peşinden koşmak ayıbından vazgeçip, küçük mutluluklara sığınmak, onlarla yetinmektir asıl marifet.
Hayatımda, kendimi bildiğim yaşlarımın hayatta oldukları zamana denk gelmediği için üzüldüğüm iki insan vardı; birisi Adile Naşit, diğeri ise Aziz Nesin. Zaman zaman "Ne vardı biraz daha erken doğsaydım? Ya da daha iyisi; ne vardı biraz daha geç ayrılsalardı aramızdan?" diye düşünürüm. Bu iki ismi canlı görmek, sohbet imkanı bulmak, hatta sadece yaşadıklarını bilmek bile mutluluk verici olurdu benim için; günümüz hakkında düşüncelerini, fikirlerini, yaşamlarını ve camialarındaki duruşlarını gözlemlemek isterdim. 

Bu listeye yeni bir isim daha eklendi: İlk olarak Bir Dinozorun Anıları ile tanıştığım, ardından Thomas More'un Utopia çevirisi ve incelemesiyle daha da vurulduğum, Bir Dinozorun Gezileri'nden sonra ise, tıpkı kendisinin Shakespeare'e seslendiği gibi, bundan böyle sevgilim olarak anacağım Mina Urgan

Henüz bu şerefe nail olmamış olanlar için tanıştırayım; sevgilim Mina Urgan aslen İngiliz edebiyatı profesörü. Aynı zamanda yazar, çevirmen ve filolog. William Golding, Balzac, Aldous Huxley gibi isimlerin eserlerini dilimize kazandırmasının yanı sıra beş ciltlik İngiliz Edebiyatı Tarihi'nin de yazarı. Ayrıca Virginia Woolf ve D.H. Lawrence başlıklarıyla yayımlanan iki önemli inceleme kitabı mevcut. Ancak büyük çoğunluk kendisini, benim gibi, yukarıda bahsi geçen anı ve gezi kitaplarıyla tanıdı. 

Bir Dinozorun Gezileri'ne Urgan, bir önceki kitabı Bir Dinozorun Anıları'nın çok satanlar listesine girmesine, toplumun damarına basacağını düşündüğü söylemlere rağmen kitabın ne kadar çok sevildiğine şaşırdığını söyleyerek başlıyor -ki eser Mart 2013'de 78. baskısını yaptı. Ardından başlıyor anlatmaya; küçük mutluluklardan çıkıyor yola, deniz tutkusuna geliyor. Oradan tutuyor okurun elini Bodrum'a, Anadolu'ya, Avrupa'ya, Rusya'ya, Amerika'ya götürüyor. Elbette kaleme aldıkları sade birer gezi yazısı değil; duruşuyla, dünya görüşüyle ve değerlendirmeleri ile dolu dolu bir hayat öyküsü anlatıyor.  

Kitabın okuru can evinden yakalayan özelliği, sevgilim Urgan'ın samimiyeti. Sözünü hiç sakınmayan ancak kırıcılıktan imtina eden tatlı sert üslubu ve sık sık kendisine getirdiği eleştirileriyle okuru adeta bir muhabbet ortamında hissettiriyor. Anlattıkları "hangi ülkede nereye gidilir, ne yenilir"den ziyade, gezilerinden yola çıkan hayata dair deneyimler ve görüşler.  Dolayısıyla tıpkı Bir Dinozorun Anıları gibi, bu kitap da yaşamak üzerine bir güzelleme niteliğine sahip. 

Sevgilim Mina Urgan'la tanışmadıysanız, bu sevimli "dinozorun" önce anılarını, ardından gezilerini mutlaka okumalısınız; siz de en az benim kadar seveceksiniz kendisini. 

Bir Dinozorun Gezileri - Mina Urgan, Yapı Kredi Yayınları, 282 s.

Alemdağ'da Var Bir Yılan - Sait Faik Abasıyanık

Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.

Alemdağ'da Var Bir Yılan
Alemdağ'da Var Bir Yılan, Sait Faik Abasıyanık'ın uzun süredir mücadele ettiği siroz hastalığına yenik düşerek 1954'te hayatını kaybetmesinden evvel yayımlanan son kitabı. 

Okuduğum bir önceki Sait Faik kitabı olan Mahalle Kahvesi için "yazarın sahip olduğu yaşama sevinci, hemen her öykünün her satırından okunuyor adeta" demiştim. Alemdağ'da Var Bir Yılan ise aksine; karamsarlığın ve yalnızlığın ön planda olduğu bir kitap. Ayrıca pek çok eleştirmene göre eserdeki hikayeler, biçem itibariyle de önceki öykülerinden farklı; o zamana kadar çoğunluğu biyografik izler taşıyan ancak başkakarına ait hikayeleri gerçekçi bir üslupla anlatırken, Alemdağ'da Var Bir Yılan'da kendi kişiliğini, kendi sorgulamalarını sürrealist bir anlatımla aktarıyor Abasıyanık. Bir nevi kendi münakaşasını gerçekleştiriyor, kendi benliğini sorguluyor. Öyle ki; Haziran 1954 tarihli Varlık dergisinde yayımlanan "Sait Faik'in Realitesi" başlıklı yazısında Fikret Ürgüp, "Mühim olan, Sait Faik'in bu hikayeleri yazarak içini dolduran sanat yükünden kurtulmuş, kendini anlama yolunda en büyük adımı atmış olmasıydı. Onu tanıdıklarını sananlar bu son hikayeleri büyük bir dikkatle okurlarsa nasıl da tanımadıklarını görecek ve yeniden keşfedeceklerdir. O da kendini tanımaya uğraşıyordu zaten ve bu karışıklık içinden her gün yeni bir tarafı aydınlığa çıkıyordu." diyor.

Sahiden de Alemdağ'da Var Bir Yılan'da yer alan on yedi öykü, diğer Sait Faik öykülerine nazaran daha derin, taşıdığı anlamlar açısından daha karmaşık... Öykülerinde gündelik, sıradan olayları basit bir üslupla anlatmasına alışageldiğimiz yazar bu eserde sık sık alegorik anlatıma başvurmuş; yalnızlıktan, dostsuzluktan ve ulaşılamaz bir aşktan yakınmış... Panco diye bir karakterle karşılaşıyoruz örneğin; hayali bir arkadaş mı, eski bir dost mu yoksa gizli bir aşık mı bilmediğimiz Panco bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak dahil oluyor kimi öykülere. Abasıyanık'ın ulaşılamayan, bilinmeyen veya söylenemeyeni anlatmak için kullandığı bir imge. 

Kitaba dair ilginç bir anekdot ise şöyle: Eserde yer alan öykülerden birisi olan İki Kişiye Bir Hikaye'yi okurken ilginç bir şekilde aşina gelmişti. Daha evvel internet üzerinden veya başka bir şekilde okumuş olabileceğimi düşünürken Selim İleri'nin şu yazısındaki bahsi ile meselenin aslını anlamış oldum: 
Çünkü Sait Faik, önce “İki Kişiye Bir Hikâye”yi yazmış; sonra da hikâyesini kaybetmiş, oturmuş bir kez daha yazmış, “Ermeni Balıkçı ile Topal Martı” adını takmış. Bu ikincisini Mahalle Kahvesi’nde yayımlamış. İlkini bulmuş, onu da Alemdağ'da Var Bir Yılan’a almış. Hangisi daha etkileyici, kestiremiyorsunuz.
Öyle ki Mahalle Kahvesi'ni okuduğum vakitlerde Yalnızlar Mektebi'nden sevgili Devran Bostancıoğlu ile Sait Faik'ten konuşmuş, adını hatırlamadığımız ama çok sevdiğimiz bu öyküyü o Alemdağ'da Var Bir Yılan'da okuduğunu, bense Mahalle Kahvesi'nde okuduğumu öne sürmüş ve mutabakata varamamıştık. Meğer öykü nüanslara rağmen iki kitapta da yer alıyormuş. Böylece aynı öykünün iki farklı zamanda kaleme alınması üzerine hoş bir gözlem imkanı bulmuş oldum, ki iki kitaba da sahipseniz size de tavsiye ederim. 

Son olarak; İş Bankası Kültür Yayınları'nın kapak tasarımları, YKY'nin klasikleşmiş ama özgünlük ve ruh yoksunu kapaklarının ardından ilaç gibi geliyor Sait Faik eserlerine. Her ne kadar onlar da pek özgünlük peşinde olmasalar da (yılan yılana benzer demeyin; buradaki bayraktan birebir alınmış çizim) en azından eserin ve Abasıyanık'ın ruhuna yaraşır bir tasarım diyebilirim.

Hamiş: Sait Faik demişken; Yalnızlar Mektebi'nin 4. sayısı raflardaki yerini çoktan aldı bile! Bu sayının kapağında Abasıyanık sesleniyor bize, "Hişt Hişt" diye.  Bu sayı hakkında detaylı bilgi için buradan, satış noktaları için buradan ve dergiye ulaşamayanlar için yapılan güzelliğe göz atmak isterseniz de buradan buyurun.

Alemdağ'da Var Bir Yılan Sait Faik Abasıyanık, İş Bankası Kültür Yayınları - 136 s.

Çoluk Çocuk - Patti Smith

Tanıştığım delikanlı utangaç ve kendini ifade edemeyen bir çocuktu. Yönlendirilmeyi, elinden tutulup tamamen başka bir dünyaya çekilmeyi severdi. Hem erkeksi ve koruyucu, hem de kadınsı ve edilgen yönleri vardı. Giyim ve davranışlarında titiz olmasına rağmen çalışmalarında korkutucu biçimde düzensiz olmayı başarabilen biriydi. Özgürlük, mutluluk ve bağımsızlık arayışında olsa da, iç dünyasında yalnızlık ve tehlike hüküm sürerdi.
İyi bir biyografi/otobiyografi kitabı nice romandan, öykü kitabından daha keyifli, daha heyecanlı bir okuma serüveni sunar. Aynı şekilde kötü bir biyografi/otobiyografi kitabıysa en sıkıcı romandan bile sıkıcı, en bitmek bilmeyen kitaptan bile uzun gelir insana. İşbu sebepten bu tür kitapları okumadan evvel, hakkındaki yorumlara daha fazla bakıyor, daha çok dikkate alıyorum. 

İtiraf etmem gerekirse Patti Smith, bir müzisyen olarak sadece adını duyduğum; ne dinlediğim ne de simasını bildiğim bir isimdi. 2010 yılında yayımlanan Çoluk Çocuk kitabı dünyada ve ülkemizde adeta fırtınalar estirdiğinde dikkatimi çekmiş, üst üste rastladığım olumlu yorumlar neticesinde de okunacaklar listeme eklenmişti. Nihayet okuma fırsatına erişip, yaklaşık ilk elli sayfanın sonuna geldiğimde gördüm ki; meğer Smith, sadece punk-rock'ın kraliçesi değil; aynı zamanda çok da iyi bir edebiyatçıymış.


Çoluk Çocuk, Patti Smith ile Robert Mapplethorpe'un tanışmaları ve sanat dünyasında yükselmeleri ekseninde ilerleyen bir anı kitabı; Smith'in çocukluğundan başlayıp, 20 yaşındayken New York'a gelmesi ve tesadüfler eseri Mapplethorpe'la tanışmasını, ardından ikilinin birbirlerinin "her şeyi" haline gelmesini anlatıyor; sevgili, dost, kardeş, anne-baba, arkadaş, meslektaş, sırdaş, ilham kaynağı... Böylece "Hep birinin Frida'sı olmak istedim" diyen Smith'in dileğinin nasıl yerine geldiğini; sıfırdan bile değil, eksiden başlayıp nasıl zirveye ulaştığını; bu uğurda çektiği acıları, yoksunlukları ve sıkıntıları; her şeye rağmen yılmayışını, azmini ve tutkusunu okurken aynı zamanda dönemin sanat anlayışının ve günümüze uzanan sanat mirasının oluşumuna şahit oluyoruz.

Kitap çok katmanlı bir derinliğe sahip; Patti ve Robert'ın ilişkileri yargılardan uzak, içselleştirilmiş ve tam anlamıyla gerçek bir aşk hikayesi örneğin. İkilinin içlerindeki sanat tutkusuyla hiç sevmedikleri işlerde, en berbat koşullar altında çalışmaları, buna rağmen hala bir termos kahvede (ve birbirlerinde) mutluluğu bulabilmeleri sanata olan bağlılıklarının ve hayata tutunma azimlerinin, sabırlarının hikayesi. Öte yandan kitabın, fonunda 60'lar ve 70'lerin Amerika'sının, bohem yaşantısının ve insanlarının yer alması sebebiyle bir geçmiş zaman izleği. Bu izlekte karşımıza çıkan isimlerle; Bob Dylan, Janis Joplin, Jimi Hendrix, Jack Kerouac, Allen Ginsberg, William Burroughs, Andy Warhol ve daha nicesiyle hem dönemin sanat dünyasına bir yolculuk, hem de yeni isimlerle tanışma imkanı sunan bir kaynak... 

Bütün bu derinliğin arasında kitabın beni en çok etkileyen kısmı, ikilinin peşinde koştukları özgürlük oldu. Hayattan yegane beklentileri sadece kendileri olabilmek ve sanatla ilgilenmek olan bu ikilinin özgürlük tutkusu sahiden ilham verici; insana sevmediği işinden, sosyal sorumluluklardan, çevresinden kurtulup uzaklara gitme, yeni bir hayata başlama hevesi getiren cinsten. 

Çoluk Çocuk, sadece anlattıklarıyla değil; anlatımıyla da leziz bir kitap. Smith'in üslubu öyle akıcı ve öyle samimi ki; sanki kendisini bir barda (Chelsea Otel'in barında örneğin) karşılıklı oturmuş da dinliyormuşsunuz gibi... Tüm dramaya rağmen mübalağadan uzak duran, zaman zaman şiirselleşen ve okuru içine çeken bir anlatım. Bu arada atlamamak gerek; çevirmen Yiğit Değer Bengi ortaya koyduğu işle ve Domingo Yayınevi dizgisinden, baskısına kitabın kalitesiyle takdir ve teşekkürü hak ediyorlar. 

Patti Smith, başarılı bir yaşam öyküsü yazmanın ne macera dolu, yıldızlarla bezeli, önemli işlere imza atılmış bir hayat sürdürmeye, ne de yazma becerisine bağlı olduğunu gösteriyor. Çoluk Çocuk, bütün bu özelliklere sahip olmasına rağmen özünde yaşamaya değer bir yaşam sürdürmenin kifayetini ve önemini gösteriyor.

Çoluk Çocuk- Patti Smith, Domingo Yayınevi - 308 s.

Benim De Söyleyeceklerim Var - Umut Sarıkaya

Aslında takip edilmek değil, birisinin benden bir beklentisi olması, onu düşünmemi beklemesi beni rahatsız ediyordu. Zaten hep böyle olmuyor muydu ki; ben ne kadar kurtulmaya çalışsam da, ne kadar aradığım huzuru yalnızlıkta bulduğumu anlatsam da birileri mutlaka benden bir şeyler bekliyor, bir şeyler istiyor ya da istemeye yelteniyordu.
Fıkralar öldüğünden beri -ki takriben 90'ların sonu, 2000'lerin başına tekabül ediyor- bir "karikatür anlatma kültürü" oluştu toplumda: Önce, görsel öğrelerin tasviriyle başlayan (Abi şimdi iki adam bir duvarın önünde yola bakıyorlar, yoldan da bir kadın geçiyor...) ardından konuşma balonları aktarılan (Biri diyor ki... öteki de...) en sonunda ise anlatılan kişinin meseleyi komik bulmaması ama ayıp olmasın diye sırıtma ile "sıssıs" şeklinde gülmek arasında bir tepki vermesi üzerine, anlatanın kendini haklı çıkarmak için suçu hemen teknik yetersizliğe attığı (Ama görmen lazım çizimi, adamların ifadeleri falan...) bir kültür. Şunu kabul edelim ki karikatür anlatmak, fıkra anlatmaktan bile daha zordur. Hiç değilse onda "Bizim bi' Fuat Abi var, ondan dinlemen lazım bu fıkrayı, öyle bir anlatıyor ki gülmekten çenemiz kitlendi resmen!" diyerek sohbeti "fıkra anlatmak ayrı bir yetenek istiyor tabii" veya "o da bir sanat neticede" kıvamında sürdürebilme imkanı mevcut. Karikatür anlatımlarının ardından gelen sessizlikse çok fena... (Bu konuya dair Gülse Birsel'in buradan ulaşabileceğiniz 2005 tarihli "Fıkralar Öldü Mü?" başlıklı  köşe yazısını okumanızı tavsiye edip, mevzuyu kapatıyorum.)

"Nereden çıktı bu karikatür anlatma meselesi?" derseniz, malumunuz, yazarımız Umut Sarıkaya aslen karikatürist. Kariyerine Leman'da başlayan ve son olarak önce Penguen'de ardından Uykusuz'da okumaya devam ettiğimiz genç çizerin İşimdeyim Gücümdeyim başlıklı kitabına bayılmış, pek çoğuna dergilerde veya internette rastladığım karikatürlere tekrar tekrar gülmüştüm. İşte yine aynı iki dergide yayımlanan, kitaba ismini de veren köşe yazılarının derlendiği bir kitap Benim De Söyleyeceklerim Var

Sarıkaya'nın karikatürlerini ne kadar sevdiysem, düz yazılarını o kadar sevmedim. Halbuki yazıları ile karikatürleri arasında pek de fark yok; yine aynı zeka dolu tespitler, yine aynı klişelerle dalga geçme üslubu, yine aynı en beklenmedik anda geliveren absürt tepkiler... Belki ben artık "tespit mizahı"ndan sıkıldım belki de Sarıkaya bana ancak çizgilerinin de gücüyle hitap edebiliyor, bilemiyorum. 

Mizahını vasat, yer yer kendini tekrar edişlerini sıkıcı bulduğum bir kitap oldu Benim De Söyleyeceklerim Var. Sarıkaya'nın karikatürlerinde bayıldığım tespitlerinin yerini ise klişeleşmekten öteye geçemeyen gözlemler almıştı benim gözümde... Tabi bu durumda kitabın ilk basımını 2005'te gerçekleştirmiş olmasının etkisi olabileceğini göz önünde bulundurmakta fayda var.

Lafın kısası; gülmedim. Mizahı bir amaç değil, araç olarak kullanan nice eserde kahkahalar atarken, yegane hedefi insanları güldürmek olan bir kitapta bir iki kere tebessüm etmekten öteye gidememek hayal kırıklığı yarattı şahsımda. Gerçi komiklik göreceli bir kavram; kiminin katıla katıla güldüğüne bir başkası tebessüm bile etmeyebiliyor. Dolayısıyla belki ben fazla müşkülpesentlik ediyorumdur; belki de sevgili B.A'nın şu yazısında belirttiği gibi kendimden bir şeyler bulamadığım için kanım ısınmamıştır, bilemiyorum...

Benim De Söyleyeceklerim VarUmut Sarıkaya, Mürekkep Basın Yayın - 246 s.

Müzibiyat #19

Eylül; yazdan kalma sıcakların sonbahar yağmurlarıyla sarmaş dolaş olduğu, kuru yaprak çıtırtısında huzurun, çıplak ağaç dallarında hüznün saklandığı ay... Diğer bir deyişle sarı yaz. 

Nice şarkıya konu olmuştur; eylülde dinlenesi şarkıların başında Bülent Ortaçgil'den Eylül Akşamı, Alpay'dan Eylülde Gel, Erkin Koray'ın  Bir Eylül Akşamı veya Green Day'den Wake Me Up When September Ends, Daughtry'den September gelir mesela.
Şairlerin, yazarların da vazgeçemediği aylardandır eylül; 

"ve ben bütün yapraklarımı döküyorken şimdi eylül diyorsun, tam da orada başlıyor ayrılık...
              der Ahmet Telli,

Eylül bir ay değil, bir aylık ayrı
bir mevsim. 
                      der Haşmet Babaoğlu veya

Temmuzlar kedi yavruları gibi sokulurken ağustosa 
ve ağustoslar eylüle 
Bir yol alış duygusudur ki, 
biliriz insanlar zamanlardan önce boğulur.
                                                                    der Edip Cansever.

Velhasıl kelam melankoli doludur eylül, tıpkı Sabahattin Ali'nin şiiri gibi. Ne güzel şiirdir Melankoli! Hele bu şiiri, Ali Kocatepe bestelemiş, Nükhet Duru yorumlamışsa dinlemeye doyum olmaz... Huzurlu bir eylül dilerim sevgili okur, keyifli dinlemeler! 


Yazmak Eylemi - Ferit Edgü

Bir kez düşün, ne bekliyordun bu gençlikten? Ne verdik onlara? İnanç mı? Bir baltaya sap olmanın erdemlerini mi? Sen ne diyorsun yahu, çocukların önlerindeki örnekleri gördüler, diplomalı işsizler ordusu. Sen onu benim külahıma anlat. Ne ideali? Hangi umudu verdik. Umutsuzluk insanı her yere götürür.
Ferit Edgü'nün Yazmak Eylemi'nden bahsetmiştim Gökdemir İhsan'ın Kurmaca Alıştırmaları hakkında yazarken, doğrudan alıntılıyorum: 
Oulipo akımının öncülerinden Raymond Queneau, 1947 yılında Biçem Alıştırmaları (Exercices de Style) isimli kitabında, tek bir olayı tam 99 farklı üslupta anlatarak hem eserin deneysel niteliği, hem de oulipo'culuğun temellerini atması sebebiyle dünyada büyük yankı uyandırıyor. Bu kitabı Türkçe'ye kazandırmak isteyen Ferit Edgü, bir müddet çalıştıktan sonra dilin imkanları içerisinde eserdeki kelime oyunlarının özgünlüğünü koruyamayacağına kanaat getirip, aynı oyunu başka bir olay üzerinden, bu sefer 101 farklı üslup kullanarak oynuyor ve 1980'de Yazmak Eylemi'ni kaleme alıyor.
İleride söyleyeceklerime bir altyapı oluşturması için Edgü'nün 101 farklı üslupla kaleme aldığı olaya değinmek gerekirse diye arka kapaktan alıntılıyorum hemen: "Kendilerini 'devrimci' olarak tanımlayan örgüt üyelerinin bir eylemi sonucu 14 Şubat 1980 günü, İstanbul'un bir çok semtinde dükkanlar kepenk açmadı." Yukarıda bahsettiğim Queneau ile ilgili macerasını da anlattığı ön sözde Edgü; bu olayı seçmesine neden olarak, hayal ürünü olmayan, yaşanılan, tanığı olunan, sonuçları herkesi ilgilendiren bir olay aracılığıyla üslup farklılıklarının değerlendirilmesinin daha kolay olacağını düşünmesini gösteriyor. Olaya hiçbir şekilde taraf tutmadan, sadece yazar olarak; ne tanık, ne yargıç; yalnızca yazan bir kişi olarak yaklaştığını da dile getiriyor ayrıca.

İşin aslı; ben bu "oyunlu" kitaplardan (daha doğrusu oulipo'culardan mı demeliyim?) beklediğimi bulamadığıma ve bulamayacağıma kanaat getirdim: Tıpkı Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'sunda olduğu gibi, Yazmak Eylemi'nde de vaat edilen zeka pırıltısını, aynı olayın farklı üsluplarla anlatılmasından doğacak "farkındalığı" bulamadım. Bu şartlar altında ister istemez akla gelen soru "belki sorun onlarda değil, sendedir?" olacaktır. Mümkündür elbette ancak izah etmeme izin verin. 

Farklı üsluplar kullanılarak kaleme alındığı söylenen metinlerden ilk beklentim, takdir edersiniz ki, başka hiçbir bilgiye sahip olmadan, sadece okuduğum metin sayesinde bahsi geçen dükkan kapatma olayına hakim olmaktı. Ancak Yazmak Eylemi'nde kullanılan kimi üsluplarda, bırakın yaşanan hadiseyi öğrenmeyi, tam olarak neden bahsedildiğini anlamak bile mümkün değil. Bu şartlar altında da "aynı olayı anlatan 101 farklı üslup" söylemi doğru gelmiyor bana. Bu iddiamı örneklendirmek gerekirse, İTALİK başlıklı yazı şöyle: 
Nereye gittiğimizi bilmiyoruz, ama gene de doludizgin bir yerlere gidiyoruz.Quo Vadis? Yanıtı bilen varsa beri gelsin. Aslında her gün, herkes (gazetelerin köşe yazarları, politikacılar, dernekler, dernek sözcüleri, işadamları) bir yanıt veriyor. Ama hangisine inanayım? Hiçbirinin inandırıcı bir yanı yok.Bence yaşam, her geçtiğimiz gün anlamını değiştiriyor. Bu anlamı bulup çıkarmak, ona göre bir durum almak zorundayız gibime geliyor. Yani geleceğimiz için. Yani yurdumuzun geleceği için. Yani hepimiz için.Bilmiyorum, yanılıyor muyum, ben böyle düşünüyorum. Düşüncemi söylüyorum.
Şimdi bu anlatım, "14 Şubat'ta bir eylem sonucu kepenk açmayan İstanbul dükkanlarını" neresinde barındırıyor? Durmuyorum, kendimi sorgulamaya devam ediyorum; belki de fazla yüzeysel yaklaşıyorumdur bu üslup meselesine: Farklı üsluplardan aynı olayı okurken, zaman zaman kendim de anlamlar çıkartmalı, simgesel, şifreli, üstü kapalı vb. anlatımlar olabileceğini düşünmeliyim? Doğrudan olmasa da, dolaylı olarak çıkarabilmeliyim anlamı? Tam burada, sizleri birazcık sıkmak pahasına, ÜNLEM başlıklı yazıyı paylaşıyorum:
Ah! Vah! Oh! Uff! Bakındı! Sakın! Yok canım! Vay canına! Ayy! Eh! Nasıl! Yok canım! Olamaz! Hayır! Kimnedersedesin! Kim demiş! Bukadarıdafazla! ...tir! ...verenler! Görürler! Ne! Çüş!
Peki bu anlatım, belirli bir olayın farklı bir üslupla anlatılabileceğini gösteren bir örnek sayılabilir mi? Benim gözümde sayılamaz. Kitabın ön sözünde "101 metin yazdım. 1001 metin de yazabilirdim. Ama okuyucuya, bir olayın, birden çok yazım olanağının olduğunu göstermeye bu kadarı yeter." diyen Edgü'nün vaadini yerine getiremediği yargısı, işte bu sebepten dolayı oluşuyor: Kullanılan anlatımların pek çoğu, yaşanan olayı anlatma becerisinden yoksun. Evet, yine aynı ön sözde yer alan "Bu alıştırma ya da deneme, gerçekliğin sayısız anlatım yolları olduğunu belgelemeyi amaçlıyor" söylemine oldukça yaklaşmış bir eser ancak örneklerdeki gibi -özellikle tırnak içinde- "başarısız" girişimler, bu sefer de aynı söylemi yalanlamış olarak çıkıyor karşımıza. Aynı olayı anlatmanın, lafın gelişi de olsa, 101 farklı yolu olduğunu göstermeye çalışırken bunu "layıkıyla gerçekleştirememek" (tam olarak 101'e ulaşamamak), anlatım yollarının bir sınırı olduğuna işaret ediyor ister istemez. Halbuki sayı önemsenmeksizin, sadece gerçekten farklı anlatım yolları kullanılsaydı, dilin sınırsızlığını gösterme arzusu tam anlamıyla gerçekleşebilir, eser amacına hizmet edebilirdi belki de... Bu haliyle yalnızca, aynı olayı anlatmanın, farklı yollarının olduğunu gösterebiliyor.

Bu kadar -tabiri caizse- dırdırın ardından kocaman bir "ama" ile yine de okunmaya değer bir kitap olduğunu belirtmek boynumun borcu. Evet, 101 tane olmasa da, aynı olay farklı üsluplar, bakış açıları ve hatta tekniklerle anlatılmış. Hem yazarlık üzerine hem de başka pencerelerden aynı dünyayı izlemek üzerine kafa yoranlar için aydınlatıcı bir niteliğe sahip eser. Bu farklılıklar gerçekten sınırsız mıdır, yoksa "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır" diyen Wittgenstein doğru mu söylemiştir, o da okurun kararı olsun. 

Yazmak Eylemi- Ferit Edgü, Sel Yayıncılık - 137 s.

Karayel Hüznü - Buket Uzuner

Merter bekliyordu. Bir an önce bu sıkıntıdan kurtulmaya ve yeniden kaçıp, uzaklara, çok uzaklara gitmeye ayarlamıştı iç saatlerini. Çekip gidecekti. Kaçacaktı. Hemen, babası iyileşir iyileşmez, kaçacaktı. Kendi coğrafyasında, kendi yaşamını yaşayabilmek, biraz Anita, biraz turizm, ama en çok uzakta olmak için gidecekti. Kaçacaktı buradan, mobilya işinden, angaryalardan, başkasının yaşamını prova etmeklerden, “iyi insan” olmak zorunda kalışlardan… tümünden, tümden kaçacaktı. En çabuk, en ilk zamanda.
Buket Uzuner'in Kumral Ada~Mavi Tuna'sını okuyup beğendikten sonra, yazarın diğer kitaplarında aynı hazzı bulup bulamayacağım endişesine kapılmış, "Sizce hangi Uzuner kitabı beni hayal kırıklığına uğratmaz?" diye sormuştum. Önerilerden birisi olan Karayel Hüznü, tam da aradığım gibi bir kitap çıktı; hayal kırıklığına uğramak bir yana, Uzuner hayranlığım bir kat daha arttı.

İçerisinde üç tane öykünün yer aldığı kitap, esere de ismini veren Karayel Hüznü adlı şiirle karşılıyor okuru. Sivas katliamında kaybettiğimiz Metin Altıok'a ithaf edilen ve sevdiği bir şairi kaybetmenin korkusu ile yaşama tutunmasını sağlama ümidini aynı anda hissettiren enfes şiirde Uzuner, yedi gün boyunca komada kalan şaire sesleniyor:

Haydi şair kalk, 
Birazdan güne varır gece, 
Aydınlık şiirlerde hece hece. 
Bayramlıklar giymiş bekliyor, 
Seni yeni şiirler, 
Zaten hiç yakışmıyor 
Şairlere ölümler.

Kitabın ilk öyküsü Otuz Yedi Yaş. O yaşına kadar Alp Dağları'na gidemediğinin, hayalini gerçekleştiremediğinin ayrıdına varan bir kadının hikayesi... O zamana değin düşünmemiş, düşünmediği için geldiği konumu fark edememiş kahramanımızın hayatını, tercihlerini ve yaptığı seçimleri sorgulamasına ortak oluyoruz. Öykünün fonunda ise Thelma & Louise filmiyle kültleşen Marianne Faithfull şarkısı yer alıyor; The Ballad of Lucy Jordan
 At the age of thirty seven/She realized she never rode through Paris/in a sport car/with the warm wind in her hair

Kitabın ikinci öyküsü İkizlerden Biri, küçük bir kız çocuğunun dilinden yazılmış. Sorunlu bir ailenin gölgesi altında ölüm ve sonsuzluk gibi, bir çocuk için tam bir muamma olan kavramları sorgulayan ve ikiz kardeşine nazaran daha silik, daha sessiz bir kız çocuğunun yaşamını sorgulama hikayesi. Yan karakterleri, aile yaşantısına yaklaşımı ve çocuklara özgü  o katıksız masumiyeti işleyişiyle leziz bir öykü. 
Those were the days of our lives, yeah/The bad things in life were so few/Those days are all gone now but one thing's still true/When I look and I find, I still love you

Kitabın son öyküsü Bütün K Harflerinden Uzak, Queen'in These Are The Days of Our Lives adlı şarkısının dinlenerek okunmasını öneren, okurlardan üç tanesi için özel bir notla başlıyor. Küçük bir barda buluşan üç arkadaşı izleyen anlatıcıyı dinliyoruz bu öyküde. İki erkek ve bir kadından oluşan arkadaş grubunun hayattan beklentileri ile yaşamları arasındaki farkları, sorumluluklarını, tercihlerini ve kaçışlarını gözlemliyoruz.

Karayel Hüznü, ismiyle müsemma, insanın içini ürperten bir öykü kitabı. Okur da, karakterlerle beraber, kendi hayatına dair gözlemler yapmaya, tercihlerini ve yaşanmışlıklarını sorgulamaya yönleniyor. Ayrıca öykülerin, bireyin toplumdaki konumuna ve yaşamını yönlendirme çabasına getirdiği eleştirel yaklaşımlar ile zekice tasarlanmış, akıcı kurgularının yanı sıra bir ortak noktaları da, her birinin vurucu bir sürprizle okuru sersemleten sonlara sahip olması. Böylece Uzuner, başarılı karakterler, geniş bir gözlem gücü, dinamik kurgular ve samimi dile ilaveten, okurda uyandırdığı merak duygusu ve çarpıcı finallerle dört başı mamur bir okuma serüveni sunuyor.

Eylül gelmiş, havalar serinlemeye yüz tutmuşken; ruhunuzu cereyanda bırakacak öyküler okumak ve biraz olsun silkinip, kendinize gelmek isterseniz tam size göre bir kitap!

Karayel HüznüBuket Uzuner, Everest Yayınları - 77 s.

Bir Beyoğlu Düşü - Demir Özlü

Şimdi düşününce, yaşamım, birbirinden ayrı parçalar halinde yaşanmış çok uzun bir süreç gibi geliyor bana. Hayatın kısa olduğunu söyleyenlerle aynı düşüncede değilim. Tersine çok uzundu, çok uzundu iç sürem. Uzun yılar yaşadım, istemek, bazan da tutkulara kapılmak, aradığının bulamamak, ardından da umulmadık rastlantıların verdiği mutluluklar… işte buydu bütün ‘hayat’ dedikleri. İsteklerinin olmaması ile onların yerini doldurmaya çalışan başka şeyler…
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde Milan Kundera Sabina karakterine "Yerlere, insanlara ve eşyalara çok bağlanmamaya çalışıyorum." dedirtir. Bir süre sonra ülkesi savaş ihtimali ile yüz yüze geldiğinde Sabina, her şeyi bırakıp, çeker gider. İlk gençlik zamanlarımda bu alıntıdan oldukça etkilenmiş, bir nevi hayat düsturu edinmeye karar vermiştim. Oldukça da muvaffak olduğum söylenebilir; insanlara bağlanmamak konusunda henüz pek yol katedememiş olsam da, eşyalara ve yerlere -evlere, şehirlere, mekanlara- bağlanmama konusunda fena değilim. 

Bu sebeple artık iyice klişe bir hal almış olan "şehir romantizmi" bana çok uzak... Ankara'nın puslu havasında içilen çaydan vazgeçememek veya bahar vakti İstanbul'un güzelliğine yeniden vurulmak gibi bağlılıklarım yoktur. Yüzyüzeyken Konuşuruz'un şu şarkısında söylendiği gibi "Beni bu kentte tutan boğazı değil, geçmişimdir" neticede. Dolayısıyla adından da anlaşılacağı üzere tam bir Beyoğlu güzellemesi olan Bir Beyoğlu Düşü, bu yönüyle pek bana hitap eden bir kitap olmadı ancak hem Demir Özlü'nün enfes anlatımı, hem de taşıdığı nostaljik atmosfer nedeniyle ziyadesiyle keyifli bir okuma yaşattı...

Demir Özlü, yazar Tezer Özlü'nün ağabeyi. Türk edebiyatında 50 Kuşağı*** olarak adlandırılan kuşağın önemli bir temsilcisi. Pek çok çağdaşı gibi siyasal meselelerle başı derde girmiş, darbe sonrası hapis yatmış. 1979'da İsveç'e yerleşen yazar, 80 darbesinden sonra vatandaşlıktan çıkarılmış ve ancak 1989'da Türkiye'ye dönebilmiş. Yaşamını hala İstanbul ve Stokholm'de sürdürmekte... 

İlk baskısı 1985'te Ada Yayınları'ndan çıkan Bir Beyoğlu Düşü bir anlatı kitabı. Yazarın Beyoğlu, İstanbul -en çok da Tünel Alanı- ile olan ilişkisini irdelediği ve varoluşsal kaygılarını dile getirdiği eseri daha sonra Yapı Kredi Yayınları tarafından Berlin'de Sanrı (1987) ve Kanallar (1991) isimli anlatılarıyla birlikte 2000 yılında yeniden basılmış. Kitabın girişinde Özlü, "Bu anlatının konusu 1963 yılında yayımlanan, Soluma adlı hikaye kitabımda yer alan 'Derine' adlı hikayeden alındı. Anlatı yazılırken, Lautrémont'un Maldoror'un Şarkıları, Ece Ayhan'la, Sabahattin Kudret Aksal'ın, Kavafis'in bazı şiirleri -bellekte kaldığı oranda- zaman zaman yazarın anısında yaşadı." notuyla selamlıyor okuru. Ardından tutuyor elinden, Karaköy'den tünele bindirip, Metro Han'ın yukardaki kapısından çıkartıyor ve Tünel Alanı'nın oraya bırakıveriyor. Gençliğinde evini terk edip burada tek başına yaşamaya başlayan yazarla birlikte yaşanmışlıklarının, kaygılarının, sorgulamalarının izini sürüyor; zaman zaman da muhasebesini yapıyoruz.

Demiz Özlü'nün dili yalın ve akıcı. Ele aldığı konu bakımından sanrılı bir temaya ve metaforik bir anlatıma sahip olmasına rağmen Bir Beyoğlu Düşü oldukça kolay okunan ve insanı, düşüncelere sevk eden bir kitap. Özlü'nün kullandığı dilde dikkatimi çeken bir husus da "anımsamak" yerine "ansımak" kelimesini kullanması oldu; tıpkı kuşakdaşı ve dostu Ferit Edgü gibi... (Bu kelimenin başka yazarlarca da kullanıldığını ve çok da enteresan bir durum olmadığını biliyorum ancak Özlü ile Edgü arasındaki bu bir nevi "ortaklık" benim için kaydedilmeye değer bir nokta.)

Bir Beyoğlu DüşüAtıf Yılmaz imzalı Hayallerim, Aşkım ve Sen isimli efsanevi filmde, kitapla aynı ismi paylaşan bir sekansa da hayat vermiş. Filmi güzel kılan en önemli unsurlardan biri olan bu sahnede; filmin başkahramanı genç senarist Coşkun (Oğuz Tunç), yazdığı Bir Beyoğlu Düşü isimli çalışmasını hayranı olduğu ünlü sinema yıldızı Derya Altınay'a (Türkan Şoray) okuyor. Başlangıcına buradan ulaşabileceğiniz (devamını bulmak da oldukça kolay!) ve Esin Engin'in enfes  bestesiyle insanı derinden etkileyen bu sahneden bir parçayla sonlandırıyorum yazıyı... Keyifli izlemeler! 


Bir Beyoğlu Düşü - Demir Özlü, Ada Yayınları - 67 s.

Kaplan! Kaplan! - Alfred Bester

Dünyadaki her çocuk hayal dünyasının benzersiz ve yalnızca kendine ait olduğunu sanır. Psikiyatriyse bireysel hayallerin sevinç ve korkularının bütün insanlığın paylaştığı ortak bir miras olduğunu bilir. Korkularımız, suçluluklarımız, dehşetlerimiz, utançlarımız bir insandan diğerine uygulanabilir ve hiç kimse aradaki farkı anlamaz.
Kitap/edebiyat bloglarının bilim kurgu uzmanı sevgili Settie'nin buradaki yazısı vasıtasıyla duyduğum (bu vesileyle kendisine teşekkürlerimi sunmuş olayım) ve iyi ki de duymuşum dediğim bir kitap oldu Kaplan! Kaplan!.

İlk olarak 1956 Kasım'ında Galaxy Magazine isimli dergide dört bölüm olarak yayımlanan, ardından aynı yıl içerisinde İngiltere'de -kitabın ilk sayfasında da yer alan William Blake'in The Tyger (Kaplan) isimli şiirinden esinle- Tiger! Tiger!, bir sonraki yıl ABD'de The Stars My Destination (Yıldızlar Hedefim) olarak yayımlanan Alfred Bester imzalı bir bilim kurgu kültü Kaplan! Kaplan! 

Hikayemizin baş karakteri bir anti-kahraman; Gully Foyle: "Makinist Tayfası 3. sınıf, otuz yaşında, kalın kemikli ve yontulmamış... rüşvetçi, katil, üçkağıtçı; bela için fazlasıyla hazırdı, eğlence için yavaş, dostluk için fazla boş, aşk için fazla tembel..." İşte böyle bir karakter olan Foyle'un, bir uzay gemisi kazasında sağ kalan tek insan olarak yaşam mücadelesi verişini okuyoruz ilk başta. Tüm hırssız, hevessiz yapısına rağmen insani bir güdüyle hayatta kalmaya çalışıyor. Mücadelesinin sürdüğü günlerden birinde, mahzur kaldığı enkazın civarından başka bir uzay gemisi geçiyor, Foyle'u görüyor ancak onu kurtarmıyor, çekip gidiyor. Bunun üzerine o gemiyi bulmaya ve intikamını almaya karar veren Foyle, arka kapakta betimlendiği üzere tekmelenip uykusundan uyandırılmış bir insana dönüşüyor; hırs ve saplantılı bir ruh haliyle macerasına devam ediyor.


Bir bilim kurgu olmasına rağmen Kaplan! Kaplan!'ın ana teması karanlık bir gelecek, yıldız savaşları veya robotların yükselişi değil; insanoğlunun kötücül yönlerine vurgu yapan bir intikam hikayesi. En meşhurlarından Monte Cristo Kontu'ndan bu yana defalarca ele alınmış intikam dürtüsünün bir insanı nasıl da dönüştürebileceği meselesini bilim kurgu fonuyla sunuyor Bester: İnsanlık uzaya açılmış durumda, güneş sisteminin tüm gezegenlerinde yaşam var. İç gezegenler ve dış gezegenler olarak gruplaşan koloniler arasındaki soğuk savaş yerini sıcak savaşa bırakmak üzere ve insanoğlu zihnin sınırlarını genişleterek -buluşu yapan bilim adamının adını alarak jauntelemek olarak bahsedilen- ışınlanmayı keşfetmiş durumda. Tüm bu fon ve atmosferde Foyle'un hikayesini okuyoruz...

"Zaman ve Gully Foyle Üstüne..." başlıklı ön sözde Neil Gaiman, eserin yazıldığı döneme göre değerlendirilmesi gerektiğinin altını çiziyor. 1956 yılında yazılmış bir roman olduğu için dilinin örtülü, şiddet ve cinselliğin imalarda kaldığını vurgulayan Gaiman ayrıca cyberpunk akımının özellikle Kaplan! Kaplan!'a çok şey borçlu olduğunu söylüyor. Bilim kurgu tarihine hakim olmadığım için ikinci söylemine dair sözüm yok ancak ilk eleştirisinde kendisini pek de haklı bulmadım; bahsi geçen üstü örtülülük -bence- bir sansür mekanizmasından ziyade yaşanan olayın, mekanın ve atmosferin karanlığını vurgulama amacı güdüyor. Şiddet ve cinselliği alenen anlatmak, detaylı bir şekilde tasvir etmek yerine kapalı bir şekilde dile getirerek okuru olabilecek en kötü senaryoya, en karanlık hissiyata yönlendiriyor Bester.

Kaplan! Kaplan! dışında kült sayılan bir diğer eseri de The Demolished Man (Yıkım'a Giden Adam) olan Bester, bu eserleri kaleme almadan evvel -ucuz bilim kurgu dergilerinde yayımlanan öykülerini saymazsak- uzun yıllar çizgi roman dünyasına hizmet vermiş. DC Comics'te Superman, Batman ve Green Lantern gibi çizgi romanlarda çalışan yazar, Yeşil Fener Yemini'ni de kendisi yaratmış. Radyo oyunlarında senaryo çalışmaları ve gezi yazıları da bulunan Bester, bir konuşmasında çok iş değiştirmesi hakkında şunları söylemiş: "Çizgi roman günleri bitmişti ama görsellik, çarpıcılık, diyalog kurma konusunda ve ekonomik konuşmalar oluşturmakta harika bir eğitim almış oldum." Sahiden de Kaplan! Kaplan!'ın enfes kurgusu ve akıcı dili yazarın sözlerini doğrular nitelikte. Baştan sona sürükleyici ve akıcı bir kitap. 

Bilim kurguya uzak duran okurlar için de şöyle bir not düşmüş olayım: Örneğin Phillip K. Dick, eserlerinde okuru çılgınca bilinmeyenler bombardımanına tutar; anlattığı dünya onun gerçeğidir ve durup da kimseye o dünyanın nasıl işlediğini anlatma zahmetine katlanmaz. Kitaplarının yarısında ne nedir, kim kimdir, işler nasıl yürür tam olarak anlayamadan, yaşananlardan bir takım çıkarımlar yaparak ilerlemek zorunda kalırız. Alfred Bester ise aksine, yabancısı olduğunuz dünya ve kavramlar hakkında sık sık izahatlarda bulunuyor, karakterler arasındaki diyaloglar veya doğrudan üçüncü şahıs anlatıcının ağzından açıklayıcı bilgiler sunuyor -ki bu da okumayı kolaylaştıran bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.

Eserin film haklarının 2006 yılında Universal Pictures tarafından satın alındığını ve 2013 itibariyle IMDB'de filmin hala "gelişim aşamasında" gözüktüğünü belirterek bitirirken, bilim kurgu sevsin sevmesin her okurun Kaplan! Kaplan!'a bir şans vermesini temenni ederim.

Kaplan! Kaplan! Alfred Bester, Altıkırkbeş Yayınları - 288 s.