Beyoğlu Rapsodisi - Ahmet Ümit

Gerçek şuydu; Aladağlar’daki o gece bende aşk bitmişti. Bitsindi, kimin umrunda, Sermet’i seviyordum. Onunla sonsuza kadar birlikte yaşayabilirdim. Ne derlerse desinler, aşk, yaşamdaki en önemli duygu değildir. Aşk kaypak, sahte, kalıcılığı olmayan, tutarsız bir güdüdür. Sermet’in ölümü bunu öğretti bana. Keşke aşkın kibrine aldanıp, onu aşağılamasaydım, keşke ona her insanın korkabileceğini, her insanın panikleyebileceğini anlatsaydım. Fakat yapmadım. Sustum, onu susarak suçladım.
Son kitabı Sultanı Öldürmek ile yine her yerde karşımıza çıkan Ahmet Ümit'in 2003'de yayımlanan ve oldukça ses getiren bir romanı Beyoğlu Rapsodisi.

Daha önce Bab-ı Esrar'ını okuduğum Ahmet Ümit, kabul etmek gerekiyor ki Türk polisiyesi denince akla gelen ilk isimlerden birisi ancak bir polisiye sever olarak Ahmet Ümit'i -üslup ve akıcılık gibi teknik özellikleri bir kenara bırakırsak- polisiye alanında pek başarılı bulduğum söylenemez. Belki iki kitap net bir yargıya varmak için biraz erkendir, bilemiyorum. Yine de daha fazla Ahmet Ümit okuyacağımı sanmıyorum.

Beyoğlu Rapsodisi, adından da anlaşılacağı üzere Beyoğlu'nu fon alan bir hikayeyi anlatıyor bize. Selim, Kenan ve Nihat'ın Galatasaray Lisesi'nde başlayıp, yetişkinliklerinde devam eden dostluklarını ve bir gün bir fotoğraf sergisiyle hayatlarının değişmesini okuyoruz. Esasen, bu esnada Beyoğlu bir fon olmaktan çıkıp, neredeyse kitabın baş karakteri oluyor; sokakları, hanları, pasajları, restoranları ve en çok da insanlarıyla hikayede baş köşeyi kapıyor...

İstanbul sevgisi artık hemen herkesçe malum olan Ahmet Ümit'in Beyoğlu sevgisine şahit oluyoruz bu sefer de. Bu sevgiyle beraber gelen merak, Ümit'i oldukça iyi bir araştırmaya itmiş olmalı ki mekan hakkında pek çok enteresan bilgiye rastlamak mümkün. Beyoğlu'na ve bahsi geçen mekanlara aşina olanlar içinse, satırları okudukça kendilerini kitabın içinde bulmaları işten bile değil. Mekana olan bu aşinalığa bir de kitabın samimi -ve hatta belki biraz fazla basit- üslubu eklenince oldukça kolay okunabilir bir kitap olarak karşımıza çıkıyor Beyoğlu Rapsodisi.

Bahsettiğim tüm bu olumlu özelliklerin gerisindeyse, polisiye ve edebiyat namına vasatın da altında bir iş bizi bekliyor. İlk iki yüz sayfa boyunca kayda değer tek bir olay bile olmayışı, tanıtım broşüründen fırlamışcasına basitleştirilmiş ve hikayeye yedirilememiş tasvirler, basit diyaloglar ve zorlama tesadüfler bu yönde beklentileri karşılamaktan oldukça uzak kalıyor. Sürprizi bozmamak adına fazla bilgi veremeyeceğim ancak Agatha Christie okurlarını büyük düş kırıklığına uğratacak final ise tüm bunlara adeta mum dikiyor ve yukarıda bahsettiğim gibi Ahmet Ümit'i polisiye edebiyatının başarılı bir neferi olarak görmemi engelliyor.

Okuduğum iki kitabından yola çıkarak şöyle bir kanıya vardım -ki yanılıyor olmam da muhtemel elbette: Ümit, anlatacağı hikayeyi etkileyici kılmak adına bir araç olarak kullanıyor polisiyeyi. Bab-ı Esrar'da, Mevlana ve Şems arasında yaşananları kendi üslubuyla yeniden kaleme alma; Beyoğlu Rapsodisi'nde ise Beyoğlu'nun geçmişini ve bugününü anlatma isteğini okurlar için ilgi çekici kılmak ve hatta kim bilir, belki de satışlarını arttırmak adına polisiyeyle süslüyor hikayeleri... Bu durum, benim gibi gerçek bir polisiye beklentisiyle okumaya başlayanlar için hayal kırıklığı yaratıyor. Halbuki ne zaman başlayıp ne zaman bitirdiğimi hatırlayamayacak kadar akıcı bulduğum Beyoğlu Rapsodisi'ni, sıradan bir öykü beklentisiyle ele almış olsaydım örneğin, daha fazla severdim diye düşünüyorum.

Netice olarak, edebiyat alanında fazla PR'ı yapılan yazar ve kitaplarının, gerçekte o kadar da başarılı olmadığı yönündeki düşüncem bir kez daha doğrulanmış oldu esasen. Birden fazla Ahmet Ümit varmışcasına Türkiye'nin her yerinde imza günleri düzenlenen; metro istasyonlarından, bill-board'lara her yere devasa afişleri asılan bir yazardan beklentilerimi düşük tutmam gerektiği gerçeği ispatlanmış oldu bu vesileyle.

Yine de sıcakların başladığı şu günlerde, elinizden bırakmakta zorlanacağınız, hafif ve akıcı bir şeyler okumak istiyorsanız Beyoğlu Rapsodisi sizin için iyi bir alternatif olacaktır. Beklentilerinizi düşük tutmanız gerektiğini yeniden anımsayarak elbette... 

Beyoğlu Rapsodisi - Ahmet Ümit, Doğan Kitap - 386 s.

Afrikalı Leo - Amin Maalouf

Ben, Hasan tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu, ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben… Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve benim dualarım, fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim.
Amin Maalouf'un 1986'da yayımlanan ilk romanı Afrikalı Leo, Semerkant'tan sonra çok merak ettiğim bir kitaptı. Buradaki yazıda da belirttiğim gibi; tarih romanlarıyla pek aram olmamasına rağmen Maalouf'un başarısı beni, diğer kitaplarını da okumaya teşvik etmişti ancak bu kitapla beraber artık eskisi kadar hevesli olmadığımı söyleyebilirim maalesef...

Afrikalı Leo, yazarın ilk romanı olmasının etkisiyle olsa gerek, edebi açıdan amatör bulduğum bir eser oldu. Karakterlerin tutarsızlığı, zaman zaman hızına yetişemediğim olaylar ve aceleye getirilmiş bir son, okuma zevkini baltalayan etmenler olarak karşımıza çıkıyor. Bu olumsuzlukları bir kenara bırakır, sadece tarih romanı gözüyle bakarsak da vasat bir iş olarak değerlendirmek çok da yanlış olmaz sanıyorum.

Kitap, gerçek bir karakterin, Afrikalı Leo olarak da bilinen Hassan el-Wazzan'ın gezi notlarından derlenmiş. Gezgin hakkında çok fazla kaynak olmadığı için Maalouf da hayal gücünü kullanarak hikayesini dönemin önemli isimleriyle renklendirmiş; papalar, Osmanlı padişahları, krallar, imparatorlar, sanatçılar derken gerçekle-hayali yine başarılı bir şekilde harmanlamış. Kitap, Leo'nun hayatında önemli role sahip dört şehrin isimleriyle dört bölümden oluşuyor; Granada, Fas, Kahire ve Roma.

İlk başlarda oldukça akıcı bir şekilde ilerleyen kitap -sanırım vermek istediği mesajı vermenin rehavetiyle- giderek yüzeyselleşiyor ve daha çok Leo'nun yaşadıklarına odaklanıyor. Kitap boyunca zaten neredeyse hiç bir tutarlılık göstermeyen karakterimiz, sonlara doğru her sayfada bir yıl atlayarak adeta hikayeyi bitirmek için acele ediyor. Bahsettiğim tutarsızlık, Leo'nun kişiliğiyle alakalı bir durum değil tabi; yazarın, karaktere söylettiklerini unuttuğu hissine sürükleyen olaylardan söz ediyorum: Hayatımın aşkı dediği kadınları geride bırakmak zorunda kaldığında tekrar hatırlamak için ya ölmesini ya da göçmesini bekliyor kahramanımız örneğin... Ya da ağırbaşlı, efendi bir karakter otuz sayfa sonra karşımıza haklı sebepleri olan bir haydut olarak çıkabiliyor... Öte yandan Maalouf'un tasvir ve diyaloglardaki başarısını da göz ardı etmemek gerek elbette; yazarın doğu kültürünü ve atmosferini aktarmadaki ustalığı bu kitapta da dikkat çekiyor. Kendinizi ister istemez 15. yy Mısır'ında bulabiliyorsunuz.

Lafı fazla uzatmaya gerek duymadan; tarihe veya doğu kültürüne özel bir ilginiz yoksa, Afrikalı Leo'nun bir roman olarak tatmin edici bir iş olduğunu söyleyemem. Yine de tarihle arası iyi olanların, masal ve gerçeği bir arada okumak isteyenlerin ve zihnini bahsi geçen ülkelerde dolaştırmak isteyenlerin okumaktan zevk alacakları bir kitap. 

Hamiş: Afrikalı Leo hakkında hazırlanan BBC belgeselini (İngilizce) izlemek isterseniz buradan ulaşabilirsiniz. 

Afrikalı Leo - Amin Maalouf, Yapıkredi Yayınları - 337 s.

Müzibiyat #4

Atilla İlhanşiirleri bestelenmeye pek de elverişli bir şair değildir ancak -beğenin ya da beğenmeyin- Ahmet Kaya her zaman çok güzel başarmıştır bu işi. 

Okurken bir şiirden çok bir öyküymüşcesine insanı yakalayan, ardında yatan hikayeyi merak ettiren bir şiir Cinayet SaatiNe şiir, ne beste fazla söze gerek bıraktırıyor hali hazırda, iki usta sanatçıyı da saygıyla yad etmiş olalım bu vesileyle. 


Şiirin tamamı için yazının devamına buyurun. 

Karahindiba - Sinan Sülün

Dünyanın yalnızca erkeklerden ve kadınlardan oluştuğunu sanıyorlar. Sadece bu ikisinin birbirlerine aşık olabileceklerini, birbirlerini sevebileceklerini düşünüyorlar. Onlar buna inanmak istiyorlar, inanıyorlar. Kendilerine benzemeyenlere aşık olmaktan korkuyorlar. Oysa aşk kendine benzemeyeni sevmek değil midir?

Kitapları nasıl edindiğime dair detayları yazmaktan mümkün mertebe imtina ediyorum zira yazıları okuyanlar için o kadar da ilgi çekici olmadığını düşünüyorum çoğu zaman ancak kitabın genel atmosferini aktarabilmek için bu seferlik bir istisna yapmam gerekiyor...

İnternetten tanıştığım -ki pragmatist bir bakış açısıyla yaklaşırsam, sahiden bu konuda kendimi çok şanslı hissediyorum çoğu zaman- değerli bir arkadaşım, okuduğum kitapların genellikle "güneşli" olduğunu, biraz da "karanlık" kitaplar okumam gerektiğini söyleyerek, üşenmeyip Ankara'dan yolladı bu kitabı bana. Okuduktan sonra kanaat getirdim ki; çok da iyi yapmış...

Şimdiden başarılı bir gelecek vaadeden Sinan Sülün'ün ilk kitabı Karahindiba. Sel Yayıncılık'ın başarılı PR'ı ve sosyal medyanın avantajları bir kenara bırakılacak olursa, gerçekten başarılı olmasının bir getirisi olarak fısıltı gazetesi kaynaklı oldukça çabuk tanınan bir kitap olmuş  ve üç haftada ikinci baskıya girmiş.

Üç hikayeden oluşuyor kitap; Aralık, Mavi Pelikan ve kitaba da adını veren Karahindiba. Birgün  Gazetesi'ndeki röportajdan alıntılayacak olursam; "Kaybedenlerin değil, mağlup olanların hikayesi" anlatılıyor üç öyküde de. 

Aralık 
Hayatın bir yerinde bir hata var ama bir türlü bulamıyorum 
İlk öykümüz, Rıfat'ın öyküsü: Yalnız, işsiz ve mutsuz bir adam Rıfat. Aldatılmış, abisinin evine dönmüş, yenilmiş... Hiç bir şey için çaba sarf etmiyor, insanlarla konuşmaya çalışmıyor; sadece hasta ve devamlı uyuyan annesini görmek istiyor. Hayata temas etmeden, çevresinden akıp gitmesine müsaade ederek yaşamaya çalışıyor.

Evlilikler üzerine, işsizlik üzerine, yalnızlık üzerine yani kısaca hayatın klişe ve acı gerçekleri üzerine derli toplu bir öykü Aralık. Sülün'ün, tüm bunları anlatırken tam yerinde ve dozunda kullandığı mizahi tasvir ve anlatımlar, ayrı bir tat katıyor okumanıza. Bu mizahi yanın en büyük avantajı ise; üzerinize üzerinize gelen bu gerçekleri başınızdan savmak için adeta bir kurtarıcı görevi üstlenmesi. 

Mavi Pelikan 
Kesin olan bir şey daha vardır; aşıkken dünya daha hızlı döner.
Numan'ın hikayesini okuyoruz Mavi Pelikan'da; kendisine baba bellediği bir aile dostunun hediyelik eşya dükkanında çalışan Numan; hayatı sorgulamayan, bir amacı olmayan sadece yaşayan bir genç. Arkadaşları, dostları ya da sevgilisi yok. En kötüsü de yaşamak için merakı yok. Bir gün dükkan sahibi, Mavi isimli bir pelikanla çıkageliyor ve Numan'ın hayatı değişiyor. Mavi'yle birbirlerine aşık oluyorlar. Bir insanla bir pelikanın aşk öyküsünü dinliyoruz...

Konusundan da anlaşılacağı üzere fantastik ögelerden beslenen bir aşk hikayesi anlatıyor yazar; imkansız aşk öykülerinin giderek daha imkanlı bir hal aldığı günümüzde, hala keskinliğini koruyan hikayeler olduğunu anımsatarak pek çok okuru kalbinden yakalayan, etkileyici bir öykü. 

Karahindiba 
Aklıma o beklenen sonu, beni terk ettiğini getirmek istemiyordum. Ama bizim gibi insanların aklına getirmek istemediği her şeyin başına geldiğini çok sonra öğrenecektim.
Sol testisinde milyonda bir görülen bir hastalık olan, istediği işte tutunamamış, terk edilmiş Adnan Çubuk'un mağlubiyet hikayesi Karahindiba; her bir tohum tanesinin bütünden ayrılışıyla başka başka yerlere savruluşunun hikayesi... Alternatif hayatların, belirleyici seçimlerin bir özeti.

Hemen herkesin yaşamaktan korktuğu bir hayatı yaşayan kahramanımızın başına gelenleri okudukça, "Ya kendi hikayemde ben de böyle sürüklenirsem" diye düşünmekten alıkoyamıyor insan kendisini. Ancak ilk öyküde olduğu gibi mizah yine bir kurtarıcı olarak yetişiyor ve kısa ama rahatlatıcı soluklar aldırıyor okura.

*
Kitabı güzel kılan unsurlardan birisi de; aslında üç ayrı hikayeyi anlatmasına rağmen, hikayeler arasında gözle görülemeyen bir bağ hissetmeniz. Başınızdan, ağzınızda pas tadı bırakan bir mağlubiyet öyküsü geçtiyse eğer, üç hikayede de kendinize ait bir şeyler bulacaksınız. Kısacası; bir bütün olarak herkesin bir şekilde yaşadıklarını ya da yaşayacaklarını anlatıyor Sülün. 

Edebi açıdan dört dörtlük, kusursuz bir eser değil belki ama yazarın diğer eserlerini merakla beklememe vesile olan bir kitap Karahindiba. Arka kapak yazısında Metin Üstündağ'ın da dediği gibi: "Okuyun, pişman olmayacaksınız.

Hamiş: Yazarın üslubuna dair fikir sahibi olmak isteyenleri şuraya alalım. 

Karahindiba - Sinan Sülün, Sel Yayıncılık - 136s