Az - Hakan Günday

"Anne" diye sayıkladı Derdâ. “Seni bir daha göremeyeceğim”"Olur mu öyle şey? Geleceğim ben yanına. Önce sen bir git, ben sonra geleceğim"Doğru söylüyordu. En azından doğru söylediğini düşünüyordu. Çünkü dünyanın en çabuk geçen, geçer geçmez de en hızla yakalanılan hastalığına sahipti: Umut.
Hakan Günday ismini sık duymaya başladığımdan, yazarın ilk kitabı Kinyas ve Kayra'yı en kısa zamanda okumayı istiyordum ki, son kitabı Az elime geçince dayanamadım ve Günday kitaplarına böylece başlamış oldum.

Az, tokat gibi başlayan bir kitap. Her şey yolunda giderken ana kahramanın birden kendini vurduğu sahneler olur hani kimi kara filmlerde, öyle bir etkiyle başlıyor, sayfalar boyunca da bu etkisinden kurtulamıyorsunuz. On bir yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derdâ ile aynı yaşta, mezarlıkta su taşıyarak para kazanmaya çalışan Derda'nın hayatlarının, aslında birbirlerinin hiç farkında olmadan ne kadar birbirine bağlı olduğuna ve nasıl kesiştiğine şahit oluyorsunuz.

Hakan Günday şiddetin dilini çok iyi aktarmış. İşi ajitasyona dökmeden ancak tüm gerçekliğiyle yüzümüze çarpmayı öyle iyi başarmış ki, okudukça gazetelerin yürek burkan 3. sayfa haberlerini mumla arar oluyorsunuz. Derdâ'nın başına gelenler bir nevi çekilebilecek çilenin şahikasını oluşturuyor; artık daha fazlası olamaz dedikçe daha fazlası oluyor ve bir tek acındırmaya yönelik satıra rastlamamanıza rağmen kendinizi Derdâ için hatta gerçek hayattaki Derdâlar için üzülürken buluyorsunuz.

Derda'nın hayatını okumaya başladığımızda ise, Hakan Günday'ın Oğuz Atay'a gösterdiği saygı duruşuna tanık oluyoruz. Oğuz Atay'ın -yaşarken- değerinin bilinmemesini kafasına takan Derda'nın başından geçenler, yavaş yavaş kahramanlarımızın hikâyelerinin de çakışmasının temelini atıyor.

Genel hikâyenin neredeyse omurgasını oluşturan Oğuz Atay ve yapıtlarının sıkça adının geçmesi dışında, Çalıkuşu benzetmesi, Requiem For A Dream göndermesi gibi, çağdaş kültürel ögelerden bahsedilmesi de hikayenin gerçekliğine olumlu yönde katkı sağlıyor. Bu söylediğime bakıp, Oğuz Atay'ı okumadan bir şey anlamayacağınız izlenimine kapılmayın; kendisini ne kadar tanıdığınızın, eserleri, yaşamı hakkındaki bilginizin hiç önemi yok.

Kitabın diline gelirsek, böylesi karanlık bir romandan, karmaşık bir olay örgüsünden beklenmeyecek bir sadeliğe sahip. Okurken, yazarın "içinden geldiği gibi" yazdığı yönünde bir intiba bırakıyor: Cümle yapısını tekrar tekrar kontrol etme ihtiyacı duymadan, "edebiyat parçalamaya" uğraşmadan, sade ve net. Başta belirttiğim, şiddeti aktarmadaki başarısında bu tavrın rolü büyük. Kitabın sertliğinin getirisi olarak bolca küfür içeriyor olduğunu da belirteyim.

Netice olarak, Türk romancılığı adına emin adımlarla ilerlediğini gözlemlediğim, Hakan Günday'dan beklentilerim büyüdü bu kitapla birlikte. Sırası geldikçe diğer kitaplarını da okuyacağım ve beğenip yeni kitaplarını beklemeye başlayacağımdan neredeyse şimdiden emin gibiyim.

Az - Hakan GündayDoğan Kitap/Roman Dizisi - 360 s.

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu - Italo Calvino

İtalo Calvino ‘nun yeni romanı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını okumaya başlamak üzeresin. Gevşe. Dikkatini topla. Bütün öteki düşünceleri sav kafandan. Çevrendeki dünya bırak silinsin.
Yazarın sesini duyabildiğiniz bir kitap düşünün. Ama karakterler ya da anlatıcı aracılığıyla değil; sanki yazar odanızın bir köşesinde oturuyormuş da sizinle muhabbet ediyormuş gibi... İşte Calvino, kitabın kapağını açar açmaz ayak ucunuza kuruluveriyor ve “şimdi ayaklarını uzat, rahatla” diye talimatlar veriyor.

Hal böyle olunca kitabın baş kahramanı da biz, yani “Okuyucu” oluyoruz. Genellikle kitaplarda okuyucu yokmuş gibi davranılır. Yani karakterler sahneye çıkar, aşık olurlar, savaşırlar, barışırlar ama izleyici ile aralarına camdan bir duvar örerler. Calvino sahneden iniyor ve o seyircilerden birini çekip sahneye çıkarıyor. Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabında bir “Okuyucu”nun gidip kitabı alışını, başka bir okuyucu ile tanışmasını ve başlarına gelenleri okuyoruz. 

Şahsen bu yazıyı okusaydım içimden “Anladık bir Okuyucu var da, konusu ne bu kitabın?” derdim. Hemen anlatayım; kitabın konusu da başkarakteri kadar yaratıcı. Kitap aslında matruşka gibi, okudukça içinden yeni bir roman çıkıyor. On bir farklı roman okuyorsunuz. Dedektif romanına girip kötü adamlardan kaçıyoruz, uzak doğuya gidip çarpık ilişkilere göz atıyoruz, oradan bir hapishaneye geçiyoruz. Nasıl mı? Okuyarak keşfedin, burada “ispiyon” vermeyeceğim.

Klasik romanlardan sıkıldıysanız, değişik türde bir kitap okumak istiyorsanız Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu çok güzel bir deneyim olacaktır sizin için. En azından Calvino’nun on bir roman türünü nasıl bu kadar iyi yazabildiğini görmek için okumaya değer! Türü olmayan, her yazarın yazmak isteyeceği bir kitap.

Dipnot: Sting bu kitaptan ilham alarak “If on a Winter’s Night” şarkısını bestelemiş. Şarkıyı buradan bulabilirsiniz.

Dipnot 2: Kitap kapağının çirkinliğine aldanmayın.


Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu - Italo Calvino, Yapı Kredi Yayınları - 252 s.

Brooklyn Çılgınlıkları - Paul Auster

Okumak benim için kaçış, huzur, avuntu ve bir seçim yapma coşkusuydu: salt okumanın verdiği hazzı, keyfi tatmak adına, bir yazarın sözcükleri kafanızın içinde yankılanırken sizi kuşatan o güzelim dinginliği duymak için okumak
Paul Auster dendiği zaman akan sular durur, malumunuz. Kendini böylesi ispatlamış, böylesi nam edinmiş bir yazarın kitabı hakkında şöyle olmuş, böyle olmamış demek haddini bilen her okuyucu için oldukça zor bir iştir.

Gel gör ki yazılacak kritik Brooklyn Çılgınlıkları hakkında olunca, yazarın ustalığına bir nevi "kaside" değeri taşıyacağı için o kadar da sancılı bir süreç olmaz ümidiyle kolları sıvadım ben de. 


Brooklyn Çılgınlıkları'nı okuduğum diğer Auster eserlerinden ayrı kılan en temel özelliği; alışılagelmişin aksine ümitli, optimist ve hatta neredeyse "masalsı" bir dünya sunması oldu. Öyle ki ("Ölmek için sakin bir yer arıyordum." cümlesiyle) okumaya başladıktan sonra ayaklarınızın yerden kesildiğini, gerçek dünyadan kopup, hikayeye kapılıp gittiğinizi anlayamıyorsunuz -ta ki kitabın sonuna kadar.

Hayatının son demlerini yaşadığını düşünen emekli sigortacı Nathan Glass'ın hikayesinde de -hemen her Auster kitabında olduğu gibi- küçük tesadüflerin ne büyük sonuçlar doğurduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Kitapta, Nathan'ın, kaderin bir cilvesi olarak yolu Brooklyn'e düşmüş olan, ne zamandır görmediği yeğeni Tom Wood ile karşılaşması ve Tom'un çalıştığı kitabevinin sahibi Harry Brightman ile tanışmasıyla, kendi umarsızlığını bir kenara bırakıp başkalarının acılarını ve yaşam mücadelelerini paylaşması anlatılıyor. Tabi bu esnada, ağzına kadar tıka basa bir dolabı açınca eşyaların üzerinize yığılması gibi, karakter yağmuruna tutuluyorsunuz: Akrabalar, eski sevgililer, yeni dostlar, yeğenler, torunlar, çocuklar ve daha pek çok farklı karakteri tek tek, tüm yönleriyle tanıma imkanı bulabiliyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında da oldukça doyurucu bir profile sahip olan hikayede, laf olsun diye eklenmiş yahut üstün körü geçilmiş tek bir karakterin yer almaması, bir kez daha hikaye bütünlüğü konusunda yazara  saygı duymanızı sağlıyor.

Auster'ı "beyninde yaşamak istediğim insanlar" listeme (evet öyle bir listem var) eklememi sağlayan ise tüm kitabın göndermelerle dolu olması oldu. Kimi zaman çeviri notu olarak belirtilen, kimi zamansa fark ettiğinizde dahiyane bir fikir bulmuşcasına beyninizde kıvılcımlar çakmasına neden olan göndermelere rastladıkça daha çok okumanız, daha çok gezmeniz, daha çok izlemeniz, daha çok görmeniz kısacası daha çok yaşamanız gerektiği yönündeki duyguya hakim olamayabiliyorsunuz, bu da Nathan'la biraz daha samimiyet kurmanıza olanak sağlıyor. 

Son olarak Franz Kafka'ya, Edgar Allan Poe'ya, Harry David Thoreu'ya ve elbette Auster'ın en çok etkilendiği yazar Samuel Beckett'a aşinaysanız, kendi "Varoluş Otelinizin" nasıl dekore edileceği konusunda fikir yürütmeye başlayabilirsiniz.

Brooklyn Çılgınlıkları - Paul Auster, Can Yayınları - 286 s.

Bir Gün - David Nicholls

Ev arkadaşı mı? Emma tereddüt etti, kafasını sallayıp, inledi ve yazmaya devam etti. Şaka, şaka!!! Tekrar inledi. ‘Şaka, şaka’ demek, insanın aslında tam da kastettiği şeyi söylemiş olduğu anlamına gelirdi. 
Gönül rahatlığıyla söyleyebileceğim tek bir şey var: Romantik-komedi izlemeyi seviyorsanız bu kitabı bayıla bayıla okursunuz. Çünkü Bir Gün başrolünde çapkın bekar Hugh Grant’ın oynadığı bir film gibi. Ama pek çok senaryo ve oyun yazmış, kültürlü bir yazarın kaleminden çıkma kaliteli bir film hayal edin.

 J.D. Salinger’ın bir lafı vardır: “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke cok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konusabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.” Nicholls’un öyle esprili bir üslubu var ki keşke adam yanımda olsa da arada çıkıp bir fincan kahve içsek dedirtti bana.
Romantik denildiğine bakmayın. Harlequin aşk romanları gibi kaslı, parlak saçlı, beyaz altı prenslerin gezindiği, kırılgan ama bir o kadar da çekici kadınların taliplerini beklediği türden bir roman değil. Her şeyiyle daha “gerçek”.
Roman yirmi yıllık bir sürece yayılmış ve her yılın yalnızca 15 Temmuz’unu anlatıyor. 15 Temmuz 1988’den 2007’e kadar devam ediyor bu durum. Bir Emma’nın, bir de Dexter’in  hikayesini dinliyoruz. Galiba romanlar iki baş karakterin etrafında dönünce, yazar hep kendiyle yarışmak zorunda kalıyor. İki tarafı da aynı akıcılıkta, aynı tatta tutabilmek zor zanaat. Bu romanda da Dexter’ın bölümlerini çabuk çabuk geçip Emma’ya gelmek istedim hep.
Tahmin edileceği üzere bir kadınla bir erkeğin hikayesi bu. Karakterlerimizden biri Emma. Etrafındaki –kendi dahil– her şeyi tiye alan, Bridget Jones tadında ama bir o kadar da yetenekli bir kadın. Ama Emma’nın en mükemmel yanı espri anlayışı. Romantik bir öpüşme sahnesini bile “...ve o anda bugüne kadar hiç kimseyi öpmediğini fark etti; asla bir öpüşmeyi o başlatmamıştı.  Elbette öpülmüştü; partilerde sarhoş gençler tarafından, aniden ve oldukça sert bir şekilde. Üç hafta önce Ian teşebbüs etmişti; o kadar şiddetle gelmişti ki, Emma kendisine kafa atacağını sanmıştı.” gibi anlatabilen bir kadın.
Esas oğlan Dexter’sa kendine güveni tavan yapmış, bir gülüşüyle etrafındakileri büyüleyebilen; kısaca ya taptığınız ya da aşırı itici bulduğunuz tiplerden; arası yok.
Roman yirmi yıla yayılınca tabii ki yaşlanmanın getirdiği sancıları, kariyer arayışlarını, saçma kısa ilişkileri ve saçma uzun ilişkileri dinliyoruz bu 535 sayfa boyunca.
Romanın güzel yanı her senenin sadece bir gününü anlatması. Sanki birinin günlüğünü açıp yalnızca bir  sayfayı okumak gibi; sıkılmadan olaylar nasıl değişmiş, şimdi neredeler görebiliyoruz – ki bence romanı bu kadar akıcı kılan şey de bu.
Bazıları romanın 21. Yüzyılın “kült kitapları” arasına gireceğini söylüyor. Şahsen daha gelip geçici bir kitap olduğunu düşünüyorum. Nicholls’un hoş ve esprili bir dili var ama “kült kitaplar”gibi büyük kelimeler kullanmaya gerek yok bence.
Dipnot: “Bir Gün” kitabının filmi de Ağustos'da  vizyona girecekmiş. Başrolleri Anne Hathaway ve Jim Sturgess paylaşıyor. Filmin fragmanını bu videodan izleyebilirsiniz.


Dipnot 2: Kitapta 3848485 kez adı geçen Howards End adlı kitap da sınıf çatışmasını anlatan bir E. M. Forster romanıymış. Belki de Nicholls bir gönderme yapmak istemiştir ya da Emma, Dexter’a bir gönderme yapmak istemiştir. Bilemiyorum, yanıltmayayım.

Bir Gün - David NichollsPegasus Yayınları/Roman Dizisi - 536 s.