Kısaca #5

Görece uzun zaman evvel okuduğum, dolayısıyla hakkında uzun uzun yazamayacağım ancak yine de paylaşmak istediğim kitaplar...

Yalıda Sabah - Haldun Taner

Haldun Taner, döneminde öykücülüğü ile ön plana çıkmış olsa da, günümüzde daha çok oyun yazarı kimliğiyle biliniyor oluşu, özellikle yeni nesil okur için bir nevi kayıp olarak addedilebilir çünkü Taner de tıpkı Sait Faik gibi öykü severlerin ve genç öykü yazarlarının mutlaka tanıyıp okuması gereken yazarlardan bana göre. Yalıda Sabah, öykülerinde kullanılan dil, kurgu ve bunlardaki çeşitlilikle dikkat çeken bir kitap. Özellikle doğa tasvirlerinde, şairaneliğin ötesinde ruhani olarak tanımlayabileceğim bir niteliğe haiz öyküler. Haldun Taner'in bir nevi alamet-i farikası olan alaycı yaklaşımdan, zamanın deyimiyle humordan da bolca nasibini almış elbette hikayeler. Anlattığı ister toplumsal bir mesele olsun, ister birey nezdinde bir değerlendirme yapsın, incecik de olsa bir dokundurmada bulunmadan geçmiyor hiç yazar. Öte yandan okuduğum bir önceki Taner kitabı, Onikiye Bir Var'daki öyküler kadar altı dolu öyküler değil Yalıda Sabah'ın öyküleri: Biraz daha havai, biraz daha yüzeysel ancak aynı derecede lezzetli. 

Dokuz Öykü - J.D. Salinger

Salinger, yıldızımın barışmadığı isimlerden olmaya devam ediyor. Bu durumun baş müsebbibi "Caulfield-seviciler" olarak isimlendirdiğim, yazarın Çavdar Tarlasında Çocuklar (Gönülçelen) isimli kült eserini saplantılı bir tutku ve tutarsızlıkla savunan okur kitlesi. "Canım sana ne, isteyen istediğini istediği gibi sever, savunur" diyebilirsiniz elbette ancak bilen bilir, ön yargıları ve takıntıları olan bir okurum ben. Dolayısıyla -hala- gereğinden fazla değer gördüğünü düşündüğüm (bkz. overrated) Caulfield nezdinde zaten aramın iyi olmadığı Salinger'a bir de öykülerinin penceresinden merhaba demek istedim. İtiraf edeyim, düşük beklentilerimin üzerinde ancak yine de yeterince tatmin edici olmayan bir sonuç elde ettim. Dünyanın en net ismine sahip öykü kitabı Dokuz Öykü, Gönülçelen'den iki yıl sonra, 1953'de yayımlanmış ve 1948-1953 arası kaleme alınmış öykülerinden oluşuyor Salinger'ın. Öykülerin dili, oldukça akıcı ve nüktedan: İroniden ve kinayeden beslenen dil, öyküdeki kişilerden dönemin siyasetine pek çok konuya göndermede bulunuyor. Kurguda da aynı akıcılığı yakalamış Salinger ancak sonları bağlama konusunda tutturduğu tarz bana hitap etmiyor. Bir dostumun deyimiyle "festival filmi" gibi hikayeleri: Bir şeyler anlatıyor, karakterler yaratıyor; okur olarak bekliyor, bekliyorsun ama hiçbir şey olmuyor! Sürekli "Eeee?" derken buluyorsunuz kendinizi öyküler bittiğinde. Kitabın sonunda da devasa bir "EEEEEE?!" geliyor tabi. Dolayısıyla dil ve anlatım açısından, özellikle farklılığıyla, değerli ancak genel olarak tatminkar olmayan bir kitap Dokuz Öykü

Gazze Blues - Etgar Keret & Samir El-Youssef

"Boktan bir kitap. Belki iki... pardon, üç öykü hariç, gerisi bir boka yaramaz." Bunu ben söylemiyorum, Keret'in bir karakteri söylüyor. Bir kere enfes kapak tasarımı ve ilgi çekici ismiyle büyük beklentiler oluşturan bir kitap Gazze Blues. Kitabında arkasında yatan hikaye ise daha da ilgi çekici: Bir bomba saldırısının ardından Filistinli Samir El-Youssef, İsrailli Etgar Keret'i arayarak "Bir şeyler yapmamız gerek!" diyor ve birlikte bir kitap yapmayı teklif ediyor. Böylece Keret'i okuyan ve kendisini hiçbir zaman okumayacak onlarca insana ulaşmayı ve "iki tarafı da insanlıktan çıkarmanın çok kolay olduğu bir konuda tarafları insancıllaştırmak için bir çaba göstermeyi" hedefliyor; başarılı da oluyor. Kabul edelim; Gazze Blues olmasaydı bizlerin de Youssef'un ismini duyma ihtimalimiz düşüktü gerçekten. Ancak tüm bunlara rağmen vasat bir kitap Gazze Blues. İsrailli yazarın hali hazırda başka kitap ve dergilerde yayımlanmış 15 öyküsünün, Filistinli yazarınsa 43 sayfalık tek bir öyküsünün yer aldığı kitabı kurtarmaya ne Keret'in muzip dili ne de Youssef'un samimi anlatımı yetmiş. Hoşuma giden tek tarafı, tema olarak ağdalı ve ajitasyon dolu bir Filistin-İsrail çatışması yerine, bu insanlık dramının fon oluşturduğu günlük olayları ve bireysel sıkıntıları seçmeleri oldu. Hikayenin özüne, gerçeğine baktığımız hissi yaratıyor bu durum. Bunun dışındaysa belki iki... pardon, üç öykü dışında pek de dişe dokunur bir şey yok. 

Şeker Portakalı - José Mauro de Vasconcelos

Hayır, Dona Cecilia. Yeryüzü, Ulu Tanrı'nındır, değil mi? Yeryüzündeki her şey de Ulu Tanrı'nındır öyleyse. O zaman, çiçekler de...
Kendi çocukluğu Rubik Küpü gibidir insanın; farklı renklerin farklı yüzeylere rastgele dağıldığı, bütün bir hale getirmenin çokça çaba ve çalışma gerektirdiği ancak ufak bir kısmının bile bir araya gelişiyle insanı mutlu eden, oyuncak ile zorlu bir bulmacanın karışımıdır... Bütünleştirmek zor olsa da, her bir parçası ayrı ayrı değerlidir zira biri eksilse asla eskisi gibi bütünü oluşturma ihtimali kalmayacaktır ortada ve bu ihtimaldir bize bu oyuncağı sevdiren. 

"Çocukluğa dönmek" düşüncesi fazlasıyla romantikleştirilmiş, kişinin kendisini hep güzel olduğuna inandırdığı o yıllar özlemle anılmıştır çoğu zaman. Karanlığın, kötülüğün, yoksunluğun, sıkıntının, çocuk aklının almadığı ve alamayacağı için tahayyül etmede bile zorlandığı zorlukların esamesi okunmaz yıllar geçtikçe çünkü insan unutmaya yatkındır her daim. Unutmayan, unutamayan bir insanın bir an bile mutlu olabilmesi mümkün müdür ki? Nelere "asla unutmayacağım" demişizdir bir düşünün, ne günler hiç geçmeyecekmiş gibi gelmiştir sancısıyla da zaman üzerinden geçivermiştir buldozer gibi sadece izini bırakarak acıların. 

"Eeee?" diyecek olursanız söyleyeyim; eeee'si çocukluk boktandır biraz. Yani çocuklar güzeldir de, çocuk olmanın elle tutulur pek yanı yoktur bana göre. Tavana yapıştırılan fosforlu yıldızlar vardır bilirsiniz; gündüz çok ışık almazsa eğer, gece olduğunda azıcık bir parıltı saçar bir süre, sonra da kaybolur gider karanlık içerisinde. Çocukların dünyadaki hali ahvali de o türden; yeterince ışık alamıyorlar hiçbir zaman ve karanlık tarafından yutulup yitiyorlar ne yazık ki çoğunlukla. 

Alışılagelmişin dışında bir bakış açısıyla baktığınızda bunu gözler önüne seren bir kitap Jose Mauro De Vasconcelos imzalı Şeker Portakalı. Evet; Zeze'nin masumiyeti, zekası ve parıltısı okurun kalbini ısıtsa da, Portuga ile kurduğu ilişki "biraz olsun umut vardır her zaman" dedirtse de karşı taraftan baktığınızda, karanlık tarafından yutuluveren o küçük, fosforlu yıldızı görüyorsunuz. Eser çocuklar için "iyi insan olmanın erdemini" anlatsa da yetişkinler için, hele günümüzde, farklı mesajlar içeriyor.

Her şeyden önce sosyo-politik bir alt metne sahip Şeker Portakalı: Sınıflar arası uçurumun, ırkçılığın, ayrımcılığın ve yoksulluğun dikenleri üzerine kurulu kahramanımız Zeze'nin hikayesi. Aynı zamanda bir çocuğun, sadece bir çocuk olduğunu unutmamak gerektiğinin altını çizen bir hikaye. Aynı çocuğun farklı şartlar altında pek çok başarılar gösterebilecekken sadece hayatta kalma mücadelesi vermek zorunda kalışı ve birazcık sevginin ne büyük farklar yarattığının hikayesi... Ama siz bakmayın böyle karamsar karamsar konuştuğuma; çocuklar için vazgeçilmez bir kitap Şeker Portakalı. Ülkemiz sınırlarında dahil edildiği çirkin konulara, sapkın algılara da kulak asmayın; tertemiz bir çocuğun tertemiz hikayesi. 

Benim de çocukluk yıllarında "okul zoruyla" yarım yamalak okuduğum -ve pek de sıkıldığımı hatırladığım- bir kitaptı Şeker Portakalı. Bahsettiğim sansür meselesi ortaya çıktığında hayal meyal anımsıyordum neyden bahsettiğini. Geçenlerde Can Yayınları'nın yeni kapağıyla geçiverince elime (ki bu radikal değişim sürecinde yayınevinin nadir başarılı tasarımlarından birisi olmuş Utku Lomlu imzası taşıyan bu kapak) yeniden okuma fırsatı buldum. Yetişkinler için ayrı, çocuklar için ayrı bir kitapmış meğerse Şeker Portakalı, bu sefer de bunları düşündürttü işte bana...

Çocuk olmak ne zor iş!

Şeker PortakalıJosé Mauro de Vasconcelos - Can Yayınları, 182 s.

Akdeniz - Panait Istrati

Başkalarının ıstırabı karşısında insan yüreği bu kadar duygusuz kalırsa her şey boşunadır. Varsayımlar hiçbir şeyi değiştiremeyecek. Bunlar dünyaya yalnızca bir sözde adalet getirecek, yoksa adaletin kendisini değil. Merhametle birlikte, adaleti insanlar arasında egemen kılacak yalnız dinler vardı. Oysa dinler iflas etmiştir. Ve ölüler bir daha dirilmez. 
"Balkanların Maksim Gorki'si" olarak anılan Romen yazar Panait Istrati bizim neslin değil belki ama bir neslin hayatında önemli bir yere sahip. Özellikle arkadaşlık, dostluk üzerine yazdıklarıyla bir dönemin en sevdiği yazarlar arasında yer alan bir isim.

Istrati, yazdıklarıyla olduğu kadar çetrefilli yaşam öyküsüyle de dikkat çekiyor: 1884'de, İbrail'de çamaşır yıkayarak geçinen köylü bir anne ile kaçakçı bir babadan, evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya gelir ve daha bir yaşına gelmeden babasını kaybeder bir çatışma esnasında. Gençlik çağına geldiğinde uzun yıllar sürecek kaçak yolculuklarına başlar; gemilerle, trenlerle, kamyonlarla Suriye, Lübnan, Mısır, İtalya, Yunanistan gibi ülkeler, Şam, İstanbul, Beyrut gibi şehirlere gidiş gelişlerle geçer yirmi yılı. Bu dönemde yapmadığı iş yoktur neredeyse; amele, badanacı, hamal, çilingir, makinist, börekçi, garson, tabelacı, fotoğrafçı... 
Bulduğu bir sözlükten Fransızca öğrenir. Sosyalist hareketin basın-yayın cephesinde görev aldığı yıllar hapisle sonuçlanır. Çıktıktan sonra intihar girişiminde bulunur, başarılı olamaz. Rusya ziyaretiyle politikaya olan inancı yıkılır. Kadınlara hiçbir zaman güvenememiştir zaten, iki başarısız evlilik deneyimi olur. Kısacası tam bir "anlatsa roman olur"dur hayat hikayesi...

Zaten anlatmıştır ve roman da olmuştur: Istrati'nin hepi topu iki elin parmaklarını zor geçen külliyatının neredeyse tamamı otobiyografik izler taşır. "Baragan'ın Dikenleri"nde örneğin, doğumundan sonraki on üç yılını geçirdiği İbrail günlerini anlatır. Anılarını Kodin, Angel Dayı, Arkadaş ve Akdeniz başlıklı dört kitapta bir araya getirdiği karakteri Adrian Zograffi'nin hayatı ise kendi hayatıyla öyle örtüşür ki kimi olağanüstü olayların gerçekten yazarın başından geçip geçmediğini merak edersiniz. 


Adrian, Akdeniz'de, ismiyle müsemma, coğrafyanın ve iklimin tüm izlerini taşıyan maceralar yaşıyor. Romanya'dan Mısır'a doğru çıktığı yolculukta evden kaçan kızı Sara'yı arayıp bulmak ve geri götürmek için Mısır'a gitmekte olan Musa ile kurduğu dostlukla değişiyor planları: Sara'yı ararken ve bulduktan sonra yakalarını bırakmayan yoksulluk, kurulan hayallerin sürekli kötü insanlarca sekteye uğratılması ve Adrian'ın "arayış" için çıktığı yolculuktan beklediğini bulamaması ile sonlanıyor kitabın Gündoğusu başlıklı ilk bölümü. Günbatısı isimli ikinci bölümde Adrian çok sevdiği Akdeniz'i arkasında bırakarak Şam'a gidiyor, bu sefer de toplumun yozluğu ve kültürsüzlüğü ile başa çıkamıyor ve çareyi anavatanına, İbrail'e dönmekte buluyor. Ne var ki yoksulluk ve kara talih burada da bırakmıyor peşini... 

Bütün bu çaresizlik ve sefilliğe karşın karanlık bir kitap değil Akdeniz. Adrian, tıpkı yaratıcısı Istrati gibi, hayata nasıl bakması gerektiğini kavramış bir karakter. Çektiği tüm sıkıntılara rağmen anlardan zevk almaktan vazgeçmiyor; gün doğumuna karşı fokurdatılan nargilede, bir kadeh rakıda, güzel bir yemekte yaşamın güzel yanını görebilmeyi başarıyor. Öte yandan hareket ve düşüncelerini toplumsal algının doğru ve yanlışlarıyla değil, kendi doğru ve yanlışlarıyla yargılıyor ve bunu yaparken dürüstlüğünden ödün vermiyor, sık sık da dürüstlük vurgusu yapıyor. Sefaletinden bir mağdur edebiyatı çıkartmıyor, "fakir ama gururlu" rolü kesmiyor söz gelimi ve şöyle diyor: "...Bu insanlara ve onların mutluluklarına haset etmiyorum, ama benim ve benim gibilerin sefaletinin bir yaşam biçimi örneği olması gerektiğini de söylemiyorum. Seçmek elimde olsaydı, refahı yoksulluğa yeğlerdim.

Çaresizlik, hayat şartları ve arayışın Adrian'ın hayatında ikinci planda kalmasını sağlayan kavramlar ise şüphesiz arkadaşlık ve dostluk. Çocukluk arkadaşı Mihail'den Musa'ya, piyanist Bianchi'den Simon'a yalnızlığını ve kendi başınalığını unutturacak her isme sıkıca sarılıyor Adrian, bunu itiraf etmese de. Kendi başının çaresine bakmayı bilen, somut anlamda yalnızlığı seven Adrian, arkadaşlarının ve dostlarının yakınında ya da uzağında olmalarına bakmaksızın varlıklarından şüpheye düştüğü vakit hayatın güzelliğinden de şüphe duymaya başlıyor. Aynı şehirde olup görüşemese de, uzak diyarlarda olup mektuplaşamasa da dost edindiği birilerinin, bir arkadaşının var olduğunu bilmek istiyor her daim; yaşamı değerli kılanın, insanı ebedi yalnızlığından alıkoyanın, kollayanın bu mevcudiyet olduğuna inanıyor. 

Bunların dışında başka kavramlara dair bir çift söz söylemekten de geri durmamış Istrati. Sanatçı olmak üzerine "Başaramadığım takdirde, hayatımı kendime zehir etmek pahasına kendimi ille sanatçı yapmaya zorlamaktansa, sanatçı olmamayı yeğlerim. Çünkü, bunca diğer örneklerden biliyorum ki, insan her ne pahasına olursa olsun, sanatçı olmayı aklına koydu mu, artık yalnız bu amaç uğrunda yaşar" diyerek yaşamı boyunca kendisine yazması konusunda ısrar eden çevresine cevap verdiğini söyleyebiliriz örneğin. 

İnanca dair, din ve insan konusundaki sert çıkışlarını ise şu kısımla özetleyebiliriz sanıyorum ki: "O bir haham bulmaya gitti, ben de bir papaz. Öğleyin ikimiz de ellerimiz boş olarak buluştuk. Onun hahamı yalnız yardımda bulunmayı reddetmekle kalmış, ama benim papaz üstelik az kalsın bana dayak attıracaktı. Arkadaşım: 'Gördün mü,' dedi. 'Mazlum İsa boş yere yeni bir din çıkarmış. Hemcinslerine karşı sert davranmak için eskisi yeterliydi.'" 

Istrati'nin dili ise o kadar sade, o kadar sakin ve o kadar estetik ki kitabı okurken öyküsünün dışında insanı Akdeniz'de hissettiren biraz da bu olabilir diye düşünmemek elde değil. Mevsim kışa döner, havalar giderek soğurken Akdeniz'in iyot kokan havasını solumak, sıcağıyla kemiklerinizi ısıtmak isterseniz Istrati'yle çıkın bu yolculuğa... 

Hamiş: Yalnızlar Mektebi'nin raflarda yerini çoktan almış olan 9. sayısında "Panait Istrati ve arkadaşlık" temasını ele aldık. Yalnızlar Mektebi'ne ulaşabileceğiniz yerleri buradan öğrenebilir,  TÜYAP Kitap Fuarı'nı ziyaret ederseniz de Dedalus Kitap standından dergiye ulaşabilirsiniz

Akdeniz, Panait Istrati - Varlık Yayınları, 175 s.