Ara Sıcak - Anthony Bidulka

Kendilerinin bununla övünmemesine rağmen ben, onların eşcinsel düşmanlığının kırılmasında, Saskatoon’da eşcinsel hakları ve itibarları ile ilgili yapılan bini aşkın gösteriden çok daha fazla etkili olduklarını düşünüyorum. Bunu pankartlar açarak ya da hayat tarzlarını insanların gözüne sokarak yapmıyorlar. Eşcinsel bir çiftin bulunmasını ummadığınız bir yere geliyorlar ve oradaki “normal” insanların içine girip onlara gayet güzel uyum sağlıyorlar. Bir süre sonra, etraflarındaki insanlardan biri onların eşcinsel bir çift olma ihtimalleri üstüne dedikodu yapmaya başlarsa, bu artık diğerlerini hiç mi hiç ilgilendirmiyor. 
Sel Yayıncılık'ın facebook sayfasından kazandığım bir kitap Ara Sıcak. Naif, sevimli ve eğlenceli bir dedektiflik hikayesi.

Gay düğününde damatlardan birinin kaybolması üzerine sevimli kahramanımız gay ve çaylak dedektif Russell Quant, gizemi aydınlatmak için kolları sıvıyor. İlk büyük işinin peşinde Fransa'ya giden Quant; Paris'e, oradan da Güney'e uzanan yolculuğundan eli boş döndüğünde kendisini bekleyen bir sürprizle karşılaşıyor. 

Son dönem polisiyeleri gibi doğaüstü olaylar, seri katiller, vahşi otopsiler, teknolojik stratejiler içermeyen Ara Sıcak, Agatha Christie tarzı bir dedektiflik hikayesi olarak çıkıyor karşımıza. Hikayenin naifliğine ve karakterimizin sevimliliğine rağmen sürükleyicilik konusunda oldukça iddialı.
Kitabı ilk elime alıp arka kapak yazısını okuduğumda, pek de alışkın olmadığım bir türle karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Tamam, elbette polisiyeye aşinaydım ama LGBT yazınında bir polisiyeyi ilk kez görüyordum. LGBT literatürünün daha çok konuyu bilimsel veya sosyal yönden ele alan, psikolojik veya sosyolojik kitaplar içerdiğine dair bir düşüncem vardı. Ancak bu kitapla beraber gördüm ki, "elin oğlu" konuyu aşmış, polisiyesini bile yapmaya başlamış! Bizse işin hala eçcinsellik için "hastalıktır" diyen devlet erkanı kısmındayız...

Neyse, bu tatsız konuyu bir kenara bırakacak olursak; Anthony Bidulka'nın Türkçe'ye çevrilen ilk kitabı Ara Sıcak, diliyle, kurgusuyla ve barındırdığı karakterlerle sahiden keyifli bir okuma sunuyor. Maceranın Fransa ayağında Bidulka, öyle güzel ve sade tasvirler yapmış ki, hemen kalkıp soluğu orada almak istiyorsunuz.  Öte yandan yazarın kendisinden esinlenerek yazdığı (öyle ki doğum tarihleri bile aynı!) kahramanımız Quant, ne bir dahi ne de gösteriş budalası... Sürekli tekrarladığım üzere, sadece sevimli bir dedektif.

Ara Sıcak Kanadalı polisiye yazarlarının yarıştığı Arthur Ellis Ödülleri'nde finale kalmış. Ayrıca yazar, ikinci kitabıyla LAMBDA Edebiyat Ödülü'nün de sahibi olmuş. Ara Sıcak'tan başka hali hazırda 7 tane daha Russel Quant macerası yazmış yazar -ki bunların Türkçe'ye çevrilip çevrilmeyeceğine dair bir bilgiye ulaşabilmiş değilim. Ancak Türkiye'deki polisiye okurunun, dedektifi tanıdıkça bağrına basabileceğini düşünüyor ve devamının gelmesini temenni ediyorum.

Kitabın tek hoşuma gitmeyen yanı ise kapağı oldu. İçeriğinden bu kadar uzak, karanlık ve sıradan olan tasarım, tanınmayan bir yazarı piyasaya sunmak için oldukça yanlış bir seçim olmuş. Örneğin ben bu kitabı kazanmış olmasaydım da kitapçıda görseydim alır mıydım emin değilim. Yine de siz kapağa aldanmayın tabi, gördüğünüz üzere çok daha fazlasını vaadeden bir eser...

Yayınladıkları kitapları, yayın politikalarını ve duruşlarını zaten sevdiğim Sel Yayıncılık'a bir kez daha sempati duymamı sağlayan bir kitap oldu Ara Sıcak. Havaların da ısınmaya başladığı şu günlerde hafif, keyiflik ve eğlenceli bir kitap okumak isteyenlere mutlaka tavsiye ederim. 

Ara Sıcak - Anthony Bidulka, Sel Yayıncılık - 271s

Suskunlar - İhsan Oktay Anar

Her şeyi bilmek için, belki de hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, âdemoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı.
İhsan Oktay Anar'ın, hakkında yine menfi yorumda bulunamayacağım bir kitabı SuskunlarPuslu Kıtalar Atlası'nda olduğu gibi; diliyle, kurgusuyla, tarihi altyapısıyla sizi yakanızdan tutup eski İstanbul'da maceralara sürükleyen bir kitap.

Kitabın konusu hakkında bir şeyler söylemek oldukça zor. Bir kaç cümleyle anlatılamayacak kadar etkileyici bir olay örgüsü ve değindiği onlarca konu var zira. Musikiden, tasavvuftan, aşktan, hayaletlerden ve daha pek çok konudan örülü bir masal adeta...

Benim nazarımda kitabın etkileyici bir yanı ise isim seçimi: Suskunlar. Kitapta, Galata Mevlevihanesi içerisindeki aynı isimli bir kabristandan söz edilse de, isim kaynağı olarak sadece burayı görmek pek mümkün değil. Okumamış olanlar için heyecanı kaçırmamak adına fazla detaylandırmayacağım lakin "Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu" satırı söylemek istediğime dair yeterli ipucunu verecektir.

Öte yandan kaynağı ekşi sözlük olan şöyle bir bilgi ve resim de mevcut: "İşin asıl kaynağı Mevlâna Celaleddin’in lakabının hamûş [suskun] olmasından gelir. Hamûşân ise, suskunlar anlamına geldiği gibi, aynı zamanda ölüler/göçmüşler anlamına da gelir. Bunun yanında, zannımca semâ edenler de birer hamûşândır, suskundurlar, sadece dönerler." Suskunlar adının buna atıfta bulunma ihtimali de akla yatkın geliyor. Kaynağı her ne olursa olsun, müzik üstüne bir kitabın adının Suskunlar olmasındaki naif ve ironik duruş oldukça hoşuma giden bir durum. 

Puslu Kıtalar Atlası hakkındaki yazıda da belirttiğim gibi Anar'ın döneme hakimiyeti ve kelime haznesi şapka çıkarttıracak cinsten. İlk kitaptaki kadar hayal gücüne rastlayamamış olmam beni biraz hayal kırıklığına uğratmış olsa da,  yazarın bu son eseri, pek çok eleştirmen tarafından "Anar külliyatının en iyisi, ustalık eseri" olarak nitelendirilmiş. Edebiyat adına bu yoruma katılmamak elde değil:
Bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufulevi vüsafası olan ehl-i vukuf füsünkarlarının bezediği o vasi füseyfisada raks ve vüsüb eden vüsema gibi birer üfkuhe idiler. Ama füsüs ki, üflendikçe gönüllerdeki menhus ufünetin üfül olduğu, bu füyüz dolu, tabii bir vüs ve vüs'at taşıyan nefesler, hangi yusuf-ı kalbinden nasıl hâsıl olur diye sanki fusül-ı erbaa teessüf ediyordu. Üflenenler adeta şems'in üfül ettiği ufka gönderilen canlardan ibaret bir demet vüfüd idiler.
İtiraf etmem gerekir ki; bu cümleyi harfi harfine anlayabilmiş değilim tabi lakin bilmediğim bir dilde dinlediğim bir şarkı gibi etkileyen bir şeyler var beni bu ve benzeri cümlelerde. Hele kitabın ortalarında, kahramanlardan birinin İstanbul sokaklarında yaptığı yolculuğu öyle bir betimlemiş ki Anar, bu altı-yedi sayfalık tasviri o gün, oradaymış ve tamamını gözleriyle görerek kaleme almış hissine kapılıyorsunuz. Kelimeleri, dolayısıyla kitapları neden sevdiğimi yeniden anımsatan bir ustalık -hatta gövde gösterisi- sergilemiş yazar.

Yazı daha fazla güzellemeye dönüşmeden sonlandıracak olursam: Yazarın zaten hepi topu beş adet olan tüm kitaplarını okumam gerektiğine bir kez daha kanaat getirmiş oldum bu kitapla beraber. Özetle; İhsan Oktay Anar okuyun, okutun! 

Hamiş: Merak eden varsa; yazarın bu eseri için kelime listesi çıkartma gücünü bulamadım kendimde ama tekrar okumaya kalkarsam mutlaka hazırlayacağım.


Suskunlar - İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları - 269s

Kinyas ve Kayra - Hakan Günday

Bendeki erken yükselişin ve daha hayatın yeni öğrenilmesi gereken yaşta bu noktaya varmış olmamın nedenini bilmiyorum. Belki de ben dünyadan daha hızlı döndüm. Hepsi bu.
Hakan Günday'ın ilk romanı Kinyas ve Kayra, tek kelimeyle "enteresan" bir kitap. Sevip sevmediğime karar veremedim bir türlü; sağlam bir felsefi altyapıya mı sahip yoksa "ergen edebiyatı" diye nitelendirilen anarşist, nihilist söylenmelerin cirit attığı bir kitap mı anlayamadım.

Öncelikle fikri olmayanlar için kısaca kitabın konusuna değinirsem; Günday iki karakterin, Kinyas ve Kayra'nın varoluş felsefesi üzerine düşüncelerini temel alarak maceralarla süslenmiş bir öykü anlatıyor. Karakterlerin Afrika'da başlayıp Türkiye'ye uzanan -klişe bir deyimle- şiddet, uyuşturucu, seks, alkol ve kumar dolu hayatlarında bir mana aradıkları yolculuğun güncesi şeklinde tasarlanmış kurgu. İki karakterin kaleminden okuduğumuz hikaye boyunca, Kinyas ve Kayra'nın sık sık kendilerini arayışlarına şahit oluyoruz. 

Kitabın zaman zaman bende bıraktığı izlenim şöyleydi: "Dünyaya kafa tutabileceğinize inandıran ve daha da önemlisi yazmaya teşvik eden bir roman." Sahiden de, karakterleri tanıyıp, düşünme şekillerini benimsemeye başladığımda -okuduklarından az çok etkilenen bir okuyucuyum da üstelik- kendimi giderek kitaba kaptırmıştım. Ancak bazen de durup "Bu ne şimdi? Buna alenen 'edebiyat parçalama' derler!" diye düşünmeden de edemedim.

Kitap hakkında vardığım son kanaat ise şu oldu: Sayısı pek fazla olmayan "düşünen adamlardan" biri olan Günday, sık sık yaşadığı monologları sürekli not almış. "Neden yaşıyoruz?"dan tutun da, "Matematik gerçekten var mı?"ya kadar pek çok konuda yaptığı farazi tespitleri de yeri geldikçe hikayenin içerisine yedirmeye çalışmış. Yukarıda sözünü ettiğim "Felsefi mi konuşmuş, edebiyat mı parçalamış?" çelişkisine düşme sebebimse, bu birbirinden bağımsız yorumların bazılarının anlamlı, bazılarınınsa zorlama gelmiş olması.

Bunları düşünürken öğrendim ki; Hakan Günday kitabı lise ikiye gittiği yıllarda yazmaya başlayıp, üç-dört yıllık bir süreçte tamamlamış. Bu da tamamen kafamdan uydurduğum tezimin bir yerde doğruluğuna delalet ediyor sanıyorum ki. Bu süreçte yazarın sadece edebi yönü değil, düşünsel dünyası da gelişmiş olmalı ki ergen edebiyatı ile felsefi diyalektik tadını aynı anda yakalamayı başarmış kitapta!

Kitabın yazılış süreciyle ilgili tespit girişimlerimi bir kenara bırakacak olursak, tasvirlerde çok farklı karakterler olarak anlatılan Kinyas ve Kayra'nın, kalemleri arasında bir fark olmayışı beni biraz hayal kırıklığına uğrattı açıkçası. Biri uzun cümleleri seven, dilini kullanmayı çok iyi bilen bir karakterken; diğeri Türkçe'ye o kadar da yatkın olmayan, başarısız bir edebiyatçı olarak tanıtılıyor. Ancak iki karakterin yazdıklarını okurken böyle bir ayrımı fark etmek mümkün olmuyor, yazılanların bir kalemden çıktığı bariz bir şekilde fark ediliyor. Bu noktada, Günday'ın iki farklı karaktere bürünme konusunda başarısız olduğunu düşünmemek elde değil maalesef. Öte yandan, kitap boyunca çizgi filmlerden, romanlara; müzisyenlerden, oyunculara; felsefi akımlardan, siyasi başlıklara pek çok konuda yapılan incelikli göndermeler, fark edildikleri ölçüde okumayı keyifli hale getiriyorlar.

Velhasıl kelam; Kinyas ve Kayra sevenlerinin taptığı, sevmeyenlerinin tiksindiği kadar keskin özelliklere sahip bir kitap değil bence. Yeraltı edebiyatının getirdiği aşırılığı göz ardı edersek, sıradan bir roman olarak nitelendirebiliriz. Bir de devirmeseydi Hakan Günday cümleleri, çok daha güzel olabilirmiş kitap ama... 
Kinyas ve Kayra - Hakan GündayDoğan Kitap - 567 s.

Müzibiyat #3

Sezen Aksu, kendi yazdıklarının yanı sıra, Türk şiirini müzikle buluşturmayı da çok iyi beceren bir isim. Zaman zaman fazla popülistlik ya da popüler kültür öğesi olmakla suçlansa da, Türk pop müziğinin temel taşı olduğu gerçeğini de yadsıyamayız.

Turgut Uyar'ın "Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir" isimli şiirini bestelediği, "Denge" isimli parçada, sözlerin naifliğini melodilere çok güzel aktarmış ve öyle güzel seslendirmiş ki; ortaya bu şaheser çıkmış. Şiirin etkileyiciliğine dair söz söylemeye bile gerek duymuyorum zaten. Dinlediğiniz ruh haline göre ya "dengenizi bozan" ya da "denge kurmanızı sağlayan" bu şarkı, Aksu'nun 1998 çıkışlı Adı Bende Saklı albümünde yer alıyor. 

Uyar'ın bu enfes eserine adeta bir saygı duruşu niteliği taşıyan, kendi adıma posterleri yapılacak, t-shirt'lere basılacak kadar başarılı bulduğum yukarıdaki çizim ise genç yazar/çizer Melih Tuğtağ'a ait. 


Şiirin tamamına göz atmak isterseniz yazının devamından ulaşabilirsiniz.