"Popüler kültüre karşı mıyım?" Bu, benim için ziyadesiyle çetrefilli bir soru. Kalitesiz, ucuz ve basit işlerin, ticari bir zekayla popülerleştirilmesi, ederlerinden katbekat fazla değer görmesi; hem bir nevi tüketim çılgınlığı yarattığından, hem de kaliteli alternatifleri karşısında haksız kazanç elde ettiğinden dolayı sinirime dokunuyor. Justin Bieber, Gangnam Style, How I Met Your Mother, Şahan Gökbakar, Elif Şafak, Grinin Elli Tonu vb. bu kategoride benim için. Öte yandan gerçekten kaliteli oldukları için popülerleşen ve hakkettiğini düşündüğüm değerleri gören işlerden de uzak kalmak istemiyorum; Sezen Aksu, Game of Thrones, İhsan Oktay Anar, Tim Burton, Harry Potter vb. de bu kategoride.
Bu iki farklı durum arasından -benim için- doğru olanı seçme konusunda başvurabileceğim herhangi bir kaynak olmadığı için, devreye "içgüdü" diyebileceğimiz kavram giriyor. Yani popüler olduğu için bir işten uzak durmak yerine, o iş hakkında okumayı, görüşüne değer verdiğim insanları dinlemeyi, başarısının arkasında kalite mi, PR mı yatıyor diye düşünmeyi bir kenara bırakırsak, içgüdüsel olarak tercih edip etmemem gerektiğine karar veriyorum. Alacakaranlık serisini okumuş olmam gerçeğini gözardı edersek, genellikle başarıya ulaşan bir metot olduğunu da söyleyebilirim.
Tüm bu haddinden uzun girizgahın sebebi -başlıktan da anlaşılacağı üzere- Millenium serisi hakkında yazacak olmam: 2004 yılında aramızdan ayrılan İsveçli gazeteci, aktivist ve yazar Stieg Larsson'ın polisiye/gerilim türündeki roman üçlemesi, 2010 yılı verileriyle 40'dan fazla ülkede 27 milyon satış yapmış popülerlikte.
Üçlemenin iki ana karakteri; sosyal ilişkiler konusunda sorunlu, fotografik bir hafızaya sahip yirmili yaşlardaki genç kız Lisbeth Salander ile Millenium isimli derginin editörü, araştırmacı gazeteci (hem mesleği hem de özgeçmişi sebebiyle ziyadesiyle Larsson'dan izler taşıyan) Mikail Blomkvist. Bu iki karakter ekseninde gerçekleşen ziyadesiyle sürükleyici bir olay akışı mevcut tüm seride. Kitaplara ayrı ayrı değineceğim ancak serinin tamamında tüm bu polisiye kurgunun yanı sıra ciddi bir sistem eleştirisi de yapılmış; İsveç'in sosyal ve devlet yapısı hakkında oldukça ilgi çekici bilgiler sunarken, kimi kurum ve kuruluşlara dokundurmadan geçmemiş Larsson -ki araştırmacı gazeteci kimliğinin rolü büyük olsa gerek bu konuda.
Serinin başarısını gözden kaçırmayan sinema endüstrisi de işe el atmış durumda: 2009 yılında ilkinin yönetmenliği Niels Arden Oplev tarafından yapılan bir sinema filmi, ikinci ve üçüncüsünü ise televizyon için Daniel Alfredson'ın yönettiği bir üçleme çekilmiş İskandinav sinema ve televizyonları için. Ardından Hollywood da bu başarıya duyarsız kalamadığı için ilk kitap David Fincher yönetmenliğinde yeniden sinemaya uyarlandı 2011 yılında. Bu film serisinin devamının da yolda olduğunu hatırlatayım.
Ek bir bilgi olarak; söylentiye göre yazarın vefatının ardından yayımlanan seri, aslında on kitap olarak tasarlanmış ancak bu beklenmedik ölüm neticesinde, üç kitapla sınırlı kalmış. Yazarın ailesi ve hayat arkadaşı arasındaki çekişmelerin odak noktası olan dördüncü kitap söylentisi ise hala netleşmemiş bir mesele: Larsson'ın ailesi ve kimi arkadaşları dördüncü bir kitabın yolda olduğunu, yüzde yetmişlik bir kısmının zaten ölmeden önce yazar tarafından yazılmış olduğunu iddia ederken, evlenmedikleri için yasal olarak neredeyse hiçbir hak iddia edemeyen ancak zaten ilk üç kitabı da hemen hemen beraber yazdıklarını savunan hayat arkadaşı ise yazarın dördüncü kitaba hiçbir zaman başlamadığını söylemekte.
Dedikoduyu bırakıp tek tek kitaplara geçmeden evvel son olarak, netice itibariyle bir polisiye dizisinden söz ettiğimiz için, sürprizleri bozmamak adına ne serinin ne de kitapların konusu hakkında çok fazla detaya giremeyeceğimi ve ilk iki kitabı okumamın üstünden sahiden çok uzun zaman geçtiği ve haklarında tek satır not almadığım için, aklımda kalanı kadarıyla yazabileceğimi de belirtmiş olayım:
Ejderha Dövmeli Kız
İlk kitaplar "hayati" önem taşır serilerde; bencileyin başladığı seriyi bitirmek zorunda hissedenler bir yana, genellikle insanlar devamını okuyup okumama kararını ilk kitapta alırlar doğal olarak. Ejderha Dövmeli Kız, bu açıdan neredeyse kusursuz bir iş: Akıcılığı, karakterleri, dili ve kurgusuyla okura büyük umutlar vadediyor. Serinin başarısını tek başına sırtlandığını söylemek bile mümkün.
Karakterlerle tanıştığımız bu ilk kitapta, Mikail Blomkvist kariyeri açısından sansasyonel bir davada suçlu bulunuyor; İsveç'in önde gelen sanayi devlerinden birisi hakkında yaptığı yolsuzluk haberi hem kariyerini hem de özel yaşantısını altüst ediyor. Bu esnada başka bir sanayi patronu Henrik Vanger, çok sevdiği yeğeninin kayboluş vakasını araştırması için Blomkvist'le anlaşıyor. Öte tarafta ise Blomkvist'i araştırma işini üstlenen güvenlik şirketinin çalışanı Lisbeth Salander da hem kendi yaşamına hem de işine dair önemli gelişmeler yaşıyor. Tüm serinin en büyük handikaplarından birisi olan kimi büyük, kimi küçük tesadüfler sonucundaysa, karakterlerimizin yolu kesişiyor ve hikayenin ana kurgusu bu şekilde gelişiyor. Devamında neler olabileceğini merak ettirse de, tatminkar bir sona sahip olduğunu da söylemeliyim.
İlk kitaba dair en dikkat çekici mesele ise tüm bu polisiye/gerilim kurgunun arkasında yatan, aslında eserin orijinal isminde de altı çizilen feminist mesaj. Türkçe adı İngilizce çevirisinden çevrilerek yayımlanan kitabın asıl adı Kadınlardan Nefret Eden Erkekler anlamına geliyor ve kitabın alt metni temel olarak bu konuya odaklanıyor. Dört ana bölüme ayrılan kitapta bölüm başlıkları, İsveç'te yaşayan kadınların maruz kaldıkları şiddete dikkat çekiyor:
Ateşle Oynayan Kız
Ejderha Dövmeli Kız
İlk kitaplar "hayati" önem taşır serilerde; bencileyin başladığı seriyi bitirmek zorunda hissedenler bir yana, genellikle insanlar devamını okuyup okumama kararını ilk kitapta alırlar doğal olarak. Ejderha Dövmeli Kız, bu açıdan neredeyse kusursuz bir iş: Akıcılığı, karakterleri, dili ve kurgusuyla okura büyük umutlar vadediyor. Serinin başarısını tek başına sırtlandığını söylemek bile mümkün.
Karakterlerle tanıştığımız bu ilk kitapta, Mikail Blomkvist kariyeri açısından sansasyonel bir davada suçlu bulunuyor; İsveç'in önde gelen sanayi devlerinden birisi hakkında yaptığı yolsuzluk haberi hem kariyerini hem de özel yaşantısını altüst ediyor. Bu esnada başka bir sanayi patronu Henrik Vanger, çok sevdiği yeğeninin kayboluş vakasını araştırması için Blomkvist'le anlaşıyor. Öte tarafta ise Blomkvist'i araştırma işini üstlenen güvenlik şirketinin çalışanı Lisbeth Salander da hem kendi yaşamına hem de işine dair önemli gelişmeler yaşıyor. Tüm serinin en büyük handikaplarından birisi olan kimi büyük, kimi küçük tesadüfler sonucundaysa, karakterlerimizin yolu kesişiyor ve hikayenin ana kurgusu bu şekilde gelişiyor. Devamında neler olabileceğini merak ettirse de, tatminkar bir sona sahip olduğunu da söylemeliyim.
İlk kitaba dair en dikkat çekici mesele ise tüm bu polisiye/gerilim kurgunun arkasında yatan, aslında eserin orijinal isminde de altı çizilen feminist mesaj. Türkçe adı İngilizce çevirisinden çevrilerek yayımlanan kitabın asıl adı Kadınlardan Nefret Eden Erkekler anlamına geliyor ve kitabın alt metni temel olarak bu konuya odaklanıyor. Dört ana bölüme ayrılan kitapta bölüm başlıkları, İsveç'te yaşayan kadınların maruz kaldıkları şiddete dikkat çekiyor:
1. İsveç'te kadınların yüzde 18'i hayatında bir kez, bir erkek tarafından tehdit edilmiştir.Bu bağlamda -hele ki ülkemiz açısından- oldukça mühim ve hazin bir meseleye parmak basıyor oluşu, başta nitelikli okurlar olmak üzere pek çokları tarafından takdir edilip, beğenilmesinde rol oynuyor kitabın. İşbu noktada satış odaklı bir girişim olarak gördüğüm isim çevirisini de nahoş bulduğumu belirtmek isterim.
2. İsveç'teki kadınların %46'sı bir erkek tarafından darp ediliyor.
3. İsveç'te kadınların %13'ü ağır cinsel şiddete maruz kalmaktadır.
4. Yapılan araştırmalara göre İsveç'te cinsel şiddete maruz kalan kadınların %92'si en son yaşadıkları cinsel şiddeti polise bildirmemişlerdir.
Ateşle Oynayan Kız
Serinin ikinci kitabı Ateşle Oynayan Kız, kelimenin tam anlamıyla bir geçiş kitabı; ilk kitabın finalinde akılda kalanları yanıtlarken, üçüncü kitap için de oldukça sağlam bir hikaye zemini oluşturuyor ancak bir sonraki kitabı okuyana kadar, hali hazırda beklentisi büyüyen okuru hayal kırıklığına uğratacak kadar vasat bir iş.
Kitapta, İsveç'teki kadın ticaretini araştıran bir gazeteci ve konuyla ilgili tez hazırlayan sevgilisinin yolları Millenium'la kesişiyor. Blomkvist büyük sükse hazırlıkları yaparken üst üste birtakım talihsiz olaylar yaşanıyor ve Salander aranan bir zanlı konumuna düşüyor. Bu esnada ise kendisinin geçmişine dair önemli bilgiler gün ışığına çıkıyor ve hem karakteri hem de okuru şaşırtan bir yaşam öyküsü ortaya dökülüyor. Elbette bu esnada, ilk kitapta olduğu gibi, ziyadesiyle fazla yan karakterle ve onların hayatlarına dair detaylarla haşır neşir oluyoruz. Finale doğru işler iyice çığırından çıkarken, "Yok artık, bu kadarı da abartı" nidaları eşliğinde, üçüncü kitabı sabırsızlıkla bekletecek bir sonla nihayete eriyor kitap ancak bu beklentinin dışında pek de hoş olmayan bir tat bırakıyor.
Yine ilk kitapta olduğu gibi, konunun da katkısıyla, sosyal mesaj verme hali devam ediyor elbette. Aynı şekilde ülkenin siyasi ve sosyal yapısına dair zaman zaman eleştirel boyutlara varan söylemler de mevcut. Akıcı olmasına akıcı bir kitap ancak söylediğim gibi geçiş özelliği taşıması (ki bu durum serinin aslında on kitaptan oluşacağı söylentisi ile çelişiyor esasen) ister istemez okuru sıkıyor. Bu sebeple okumayı planlayanlar için ikinci kitabın bu haline şaşırmamalarını tavsiye ederim.
Hollywood uyarlamasına dair ufak bir not: Henüz sadece filmin çekileceği duyurusu yapılan uyarlamada, Lisbeth Salender rolünü üstlenecek olan Rooney Mara ismi netleşmiş durumda. Blomkvist'e can veren Daniel Craig için olumlu söylentiler çıksa da, yönetmen Fincher'ın yapımda yer alıp almayacağı netleşmemiş.
Arı Kovanına Çomak Sokan Kız
Serinin son kitabı Arı Kovanına Çomak Sokan Kız, ikinci kitabın yarattığı hayal kırıklığını ortadan kaldıran, hatta neredeyse ilk kitap kadar güzel bir final kitabı olarak çıkıyor karşımıza. Aksiyonun görece azaldığı ancak entrikaların, planların, şantajların ve takiplerin hüküm sürdüğü, tarafların kaba kuvvetten önce zekalarını kullanmak zorunda olduğu bir atmosfere sahip hikaye.
Serinin finalinde, ikinci kitapta zemini hazırlanan, Salender'ın hukuk mücadelesini okuyoruz. Bir yandan İsveç polis ve istihbarat teşkilatının içerisindeki kimi gizli kimi aleni yapılanmalara şahit olurken, diğer yandan karakterimizin çocukluğunda ve gençliğinde yaşadıklarını daha yakından ve daha detaylı bir şekilde öğrenme imkanı buluyoruz. Elbette Blomkvist de bağımsız durmuyor bu süreçten; konuya dair bir araştırmaya girişen araştırmacı gazetecimizin önceliği de Lisbeth'in haklarını korumak oluyor. Larsson'ın bu kitaptaki en büyük başarısı; okura "kim?" ya da "ne?" diye değil, "nasıl?" diye sorduruyor oluşu. Kurguyu ve karakterleri öyle dengeli, öyle leziz sunuyor ki, sonunu az buçuk tahmin ettiğimiz bir hikayenin nasıl gelişeceğini merak etmemek neredeyse imkansız bir hal alıyor.
Aslında üç kitapta da mevcut olan ancak sonuncusunda iyice göze batan handikaplardan birisi; iyi karakterlerin çok iyi, çok zeki, çok hatasız olmasına karşın tüm kötü karakterlerin şaşkın ve amatör hareket etmesi. Yine aynı şekilde karakter fazlalığı da zaman zaman yorucu bir hal alıyor; özellikle ana hikayeyle hiç alakası olmayan, hatta yan karakter bile diyemeyeceğimiz kimi kişilerin uzun uzun tasvir edilip, hakkında bilgi verilmesi sürükleyiciliği kesintiye uğratıyor. Yani en basitinden kapıda duran koruma görevlisinin evvelki akşam hazır pizza yediği bilgisini lüzumsuz bulmamak işten değil.
Eserin temposu gerçekten çok yüksek, hatta ilk kitaptan bile daha sürükleyici diyebilirim. Hikayenin çözüm aşamasında zirveye çıkan bu tempo, epilog yaklaştıkça sönükleşiyor ve son yüz sayfayı bitirmek çileli bir hal alıyor. Buna rağmen epilog'da bile aksiyon olması, aceleye gelmiş izlenimi verse de, takdire şayan.
-o-
Başarısını göremeden hayata gözlerini yuman insanlar her daim ayrı bir saygı uyandırır toplumda. İşbu sebepten Larsson'ın bu başarısı, dolaylı olarak böyle bir izahata da bağlanabilir elbette ancak kitapları okumadan böyle bir yorum yapmak tamamen kalıpsal bir uydurmadan öteye geçemez. Serinin başarısı -ısrarla belirttiğim üzere- kurgusu, dili, karakterleri ve alt metniyle sahiden oldukça keyifli bir okuma süreci sunuyor olması. Kitap okumaya dair ahkam kesilmesinden hazzetmiyorum ancak zaman zaman hatırlatmakta fayda var ki; kitap okumak, keyif aldığımız sürece değerli.
Dolayısıyla popüler kültüre karşı tavrınız ne olursa olsun, edebiyatta beklentileriniz ne boyutta olursa olsun Stieg Larsson'ın Millenium Serisi sonuna kadar saygıyı hak eden, leziz bir üçleme. İlginizi çektiyse durmayın, okuyun derim!
Bu seriyi görüşlerine çok değer verdiğim kitap sever bir arkadaşım önermişti. Benimde bu yıl içinde okuyacağım seri arasında.
ReplyDeleteSevgili Tankut, bu açıklayıcı yorumun için çok teşekkür ederim. Senin beğenin de benim için çok önemli. Bu nedenle bu seriyi okuma listemde öne alacağım ama önce Kargaların Ziyafeti 1-2'yi okumam lazım.:))
Umarım en az benim kadar hoşnut kalırsınız siz de =)
DeleteBu arada Taht Oyunları serisi de benim listemde ancak akıcı olacağını ve de seveceğimi düşünmeme rağmen eriniyorum niyeyse, en kısa zamanda başlayabilirim umarım =) Teşekkür ederim güzel sözleriniz için...
Taht Oyunları serisi için erinme. Bir başladın mı serinin hemen hepsini bitirmek isteyeceksin. Olaylar birbiri peşine çok sürükleyici ilerliyor. Dizisini umarım izlemiyorsun? Ben her zaman önce kitap sonra dizi veya filmi izlenmesi taraftarıyım. Biz oğlumla öyle yapıyoruz. Eminim seri senin de vazgeçilmezin olacak.
DeleteTankut, alttaki görüntü kirliliğine düzeltir misin. Yanlışlıkla mesajımı yazmıştım:((mahcup ikon)
Diziyi izliyorum (maalesef?) ama yine de memnun kalacağımı umuyorum. Bakalım, zamanı geledursun...
DeleteLisbeth Salender'ı kendisine yapılan kötülüğü cezalandıracak kadar zeki ve güçlü bir karakter yarattığı için Stieg Larsson'a bir kadın olarak teşekkür ediyorum. Çünkü kadınların çoğunu aptal ve aciz olarak gösteren yazar sayısı çok fazla.
DeleteYazarın kitaplarının başarısını göremeden ölmesi çok üzücü. Ayrıca yazdığı üç kitaba bakınca Millenium Serisini on kitaba tamamlayamadan ölmesi ise bir okuyucu olarak beni çok üzdü.
Güzel bir inceleme olmuş. Benim de okuma listemde olan iki seriden birisi bakalım ne zaman elime alcam kitabını :)
ReplyDeleteTeşekkür ederim, şimdiden iyi okumalar öyleyse! =)
DeletePopülarite hususunda sizinle aynı fikirdeyim, çok güzel ifade etmişsiniz.Hatta o kısmı üç defa okudum:)
ReplyDeletePopüler olana yaklaşırken, niçin popüler olduğu bulmacasını çözebilirsek şayet o vakit kaybımız olmaz düşüncesindeyim.
Ancak ne yazık ki bu hiç de kolay değil, sosyolojik bir incelemenin yanı sıra zaten popüler olan her neyse deneyimlemeyi gerektiriyor.Haliyle bu da paradoksal bir duruma yol açıyor.
Galiba en iyisi sizin de söylediğiniz gibi hisler, içgüdüler.
Ha bu arada blogunuz beni yakaladı, sanırım hiç bırakmayacak.
Bu meselede bir ekip mi kursak, ne yapsak? Bizim için popüler kültür öğelerini okuyup/izleyip/deneyimleyip "Bu iyi, bu kötü" diyecek bir topluluk ne kadar yerinde olurdu =)
DeleteGüzel sözleriniz için çok teşekkür ederim, mutlu ettiniz beni. Edebiyatla...
Bir bakıma sizin yaptığınız yani kitap eleştirisi uğraşı bu duruma biraz benzemiyor mu? Yalnızca popüler kültür olmasa da zevkinizi işleyerek görüş açınızdan aktarmanız eminim birçok okuru aydınlatmıştır.Ekip kurma işinde ciddi olmanızı dilerdim:)Ben de üslubunuzdan mutluluk duydum:)
ReplyDeleteAh, görmemişim bu yorumu, geç cevap için özür dilerim. Çıkış noktam kendim için yazmaktı, okuduklarıma dair hafızamı taze tutmak... Biraz iyi bir okur olma çabası, biraz da paylaşma isteğiyle zaman içerisinde durum değişti tabi. Öyle bir ekip olmasını ben de isterdim, mümkünse ben olmayayım, nahoş eserlerle mütemadiyen yüz yüze gelmeyeyim =)
DeleteLisbeth Salender'ı kendisine yapılan kötülüğü cezalandıracak kadar zeki ve güçlü bir karakter yarattığı için Stieg Larsson'a bir kadın olarak teşekkür ediyorum. Çünkü kadınların çoğunu aptal ve aciz olarak gösteren yazar sayısı çok fazla.
ReplyDeleteYazarın kitaplarının başarısını göremeden ölmesi çok üzücü. Ayrıca yazdığı üç kitaba bakınca Millenium Serisini on kitaba tamamlayamadan ölmesi ise bir okuyucu olarak beni çok üzdü.
Öncelikle Tankut, blog konusunda çok başarılısınız. Gölgeli Yol vesilesiyle bu blogdan haberdardım ama şimdiye dek neden gelip uzun uzun okumamışım acaba?
ReplyDeleteSonralıkla... Serinin ilk kitabı iki senedir falan elimde olmasına rağmen bir türlü okuyamadım. Bu yorumdan sonra, sanırım başlamaya karar verdim sonunda.
Popüler kültür, popüler kitaplar diyince aklıma nedense, popüler kültüre uzak olmasını bekleyeceğimiz fakat tam ortasında olduğunu düşündüğüm (ki yanıldığımı iddia eden çok olacaktır) Chuck Palahniuk geliyor. Hiç okudun mu? Yazdın mı? Değilse tanıyor musun? Hakkındaki düşüncelerin neler? Gerçekten çok merak ediyorum.
Teşekkür ederim, çok naziksiniz. Elimden geldiğince gelişmeye çalışıyorum bu konuda, okuma keyfime renk kattığı sürece de buralarda olmak ümidindeyim, her zaman beklerim =)
DeleteMillenium kitaplarını kabaca "yaz kitabı" olarak da nitelemek mümkün esasen; hani sıcaktan bunalmış, parmağınızı bile kıpırdatmak istemediğiniz zamanlarda kafanızı boşaltacak, heyecanlandıracak, merak uyandıracak bir kitap ararsanız başlamak için doğru zaman diyebilirim.
Palahniuk okumadım, yakın bir gelecekte de planlamıyorum okumayı. Fight Club vesilesiyle biliyorum ismini, bir de tabi Ölüm Pornosu'nun maruz kaldığı yasaklama hadisesiyle... Kendisinin popülizmle ilişkisi için bir şey diyemiyorum dolayısıyla ancak bizzat popüler bir isim olduğu da yadsınamaz. Bir de "yeraltı edebiyatı" nitelemesi sebep olduğunda bu popülerliğe, iki kere olumsuz bir ön yargı oluşuyor bende niyeyse.
Yazınızı baştan sona okudum. Hak verdiğim bir çok nokta var. Ben seriyi okurken gizemli havasına kapılmıştım ama sizin de dediğiniz gibi gereksiz, bizi ilgilendirmeyen karakterlerin uzun uzun anlatılması beni de boğmuştu.
ReplyDeleteBu keyifli yazı için teşekkürler. Kendinize iyi bakın.
Müthiş bir seri.. Muhakkak okunmalı roman severler.. Şimdi başka yazar tarafından 4.sü yazılan örümcek ağındaki kitabı okumaya başlayacağım..
ReplyDelete