Sinebiyat #4

Tiffany'de Kahvaltı veya Özgür Kadına Tahammülsüz Hollywood

Telaşa mahal yok; erkek egemen kültürün sanata sirayet edişini sinema üzerinden ele alıp sosyoloji eserleri vasıtasıyla bir kaynakça oluşturarak sistem eleştirisi yapacak değilim. Yani, tabi, neden olmasın da... Ohoo kim uğraşacak şimdi?! 

Şaka bir yana, sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Tiffany'de Kahvaltı, romantik komedi olarak şahane, uyarlama olarak ise tam anlamıyla rezalet bir film. Filmi izlemeden önce kitabını okuma fırsatı bulmuş azınlıktan olmam bu kanıya varmam için yeterli oldu. Kitaptan başlayacak olursak; her şeyden önce novella dünyanın en güzel şeyi değil mi? Sabahları yumurtasını bile "kayısı kıvamında" seven insanlar olarak, hikayenin hafifliğini ya da romanın ağırlığını haiz olmadan var olan novella türüne hak ettiği değeri vermediğimize inanıyorum. 

İlk olarak 1958'de yayımlanan Truman Capote imzalı Tiffany'de Kahvaltı da bir novella. 1943'ün sonbaharında başlayan hikayenin baş karakteri Holly Golightly, on sekiz - on dokuz yaşlarında, taşradan gelip New York kafe sosyetesinin gözdesi olmuş bir kadın. Hikayenin isimsiz anlatıcısı, ya da Holly'nin tercih ettiği isimle Fred, yeni taşındığı Manhattan'daki apartmanda komşusu olur şatafatın içerisinde kişisel mutsuzluğunu unutmaya çalışan bu genç kadının. Hikaye ilerledikçe karakterler yakınlaşır; karakterler yakınlaştıkça da hikaye ilerler böylece... 

Holly Golightly, kendisini pahalı hediyeler veya yüklü çekler ile ödüllendiren zengin erkeklerle sosyalleşerek yaşamını idame ettiren, gösteriş meraklısı ve şatafatı seven bir karakter olarak resmedilse de özünde özgürlüğüne düşkün bir kadındır: Hayatta en nefret ettiği şey kafesler olan, evine doğru düzgün eşya almayacak kadar bağlılıktan uzak duran ve sokakta bulup evine getirdiği kediye bir isim dahi vererek üzerinde hakimiyet kurmak istemeyecek kadar bağımsızlığa tutkun; bu yönüyle edebiyat dünyasında eşine ender rastlanan bir kadın karakter. Hikaye ilerleyip de giderek birbirlerine ısındıkları Fred sayesinde, gerçek yüzünü görmeye başlayana kadar döneminin basmakalıp kadınlarına da bir eleştiri niteliği taşıyor Golightly. Bir röportajında Capote'un tasvir ettiği üzere "bir hayat kadını değil ancak bir Amerikan geyşası" olarak, yüksek sosyetenin hay huyuna kapılan, döneminin modern çağ kadınlarına bir gönderme... 

Sonrasında zaman geçiyor; anlatıcımız Fred'in, biraz da aşkla karışık hayranlığı büyüdükçe, Holly'nin gerçek yüzünü görmeye, içerisinde kopan özgürlük çığlıklarını, ebedi yalnızlık isyanını okumaya başlıyoruz. Böylesi "hafif meşrep" bir kadından beklenmeyecek şekilde varoluş sancısı çeken, içerisinde bulunduğu yüksek sosyal statüyü bir maske olarak taşıyan bir karakter olduğunu sonlara doğru (sürpriz bozan geliyor) her şeyi arkasında bırakıp bir taksiye atlayarak Rio'ya gidişiyle ortadan kaybolması ve hikayenin başında isimsiz anlatıcımızın değindiği, suretinin en son Afrika'da görülen tahta bir heykelcikte ortaya çıkışı dışında hiçbir iz bırakmamış olmasıyla anlıyoruz. (sürpriz bozan bitti)

Benim için Holly'i ve hikayesini değerli kılan bu durum, film uyarlamasında ise esamesi dahi okunmayan bir unsur haline gelmiş ne yazık ki. Yersiz çıkışlarıyla sosyetenin yüzeyselliğine vurduğu darbelerle dikkat çeken, özgürlük düşkünü, vaktinde toplumun ne dediğini umursamadan lezbiyen bir ev arkadaşıyla yaşamış biseksüel bir kadın imajını yok edip "pek de matah olmayan varoluş sancısını" lüksün arkasına saklamaya çalışan, yer yer patolojik boyutta psikolojik sorunları olan ve Fred'e deli gibi aşık hafif bir kadın yaratmışlar filmde. Holly'e sinemada can vererek filmi ve karakteri kültleştiren Audrey Hepburn'ün tüm güzelliği ve duruluğu bir yana, Holly'le aslında pek de alakası olmayan bir seçim olduğunu, kitabı okumadan önce bu kült aktris-rol bileşimini bilmeseydim gözümde canlandıracağım son isim olacağını belirtmek isterim. 

İşin şaşırtıcı yanı ise eserin sahibi Capote'un tüm senaryo ve yapım aşamasında filme dahil olmasına rağmen böylesi keskin "müdahalelerin" vuku bulması. Kendisi de bir eşcinsel olan Capote'un, Hays Code olarak da bilinen Motion Picture Production Code isimli, döneminin Amerikan film endüstrisinde fazlasıyla geçerli olan bir sansür mekanizması sebebiyle anlatıcı Fred'in eşcinselliğine değinilmemesi, Hepburn'e daha çok uysun diye Holly'nin biseksüel ilişkisinin görmezden gelinmesi, hele hele finalde bu güçlü ve bağlılıktan hoşlanmayan kadının koşarak Fred rolündeki George Peppard'a sarılıp "sonsuza kadar mutlu yaşaması" gibi, bir noktada eserin özünü saptıran sansür ve değişikliklere nasıl müsaade ettiğini merak etmemek elde değil. 

Varsayımsal olarak dönemin şartları nezdinde "ya böyle ya hiç" konumunda kalmış olabileceğini düşünebiliriz sanıyorum ki yazarın. Zaten ilk olarak Holly karakterinde Marilyn Monroe'yu görmek istemiş Capote ancak kimi "teknik" şartlar sebebiyle hiç de içine sinmeyerek Hepburn'e "tamah etmek" zorunda kalmış. Hal böyle olunca zaruretten doğan bir kabullenmişlik olabileceğini düşünmek çok da yanlış olmayacaktır belki de. 

Öte yandan tamamıyla Capote'un tasavvuruna ters düşen bir film değil Tiffany'de Kahvaltı. Zira sonradan daha da belirginleştiği üzere karakter nezdinde oldukça otobiyografik izler taşıyan bir hikayeymiş anlatılan. Filmist Blog'un şuradaki yazısında çok güzel ifade edildiği üzere: "Holly, yaratıcısı Capote'a oldukça benzemektedir aslında. Sevimli, eğlenceli ve aidiyet hissini bir türlü yakalayamayan; kalabalıklar içerisinde eğlenceli yüzüyle yer edinmeye çalışan taşralı bir çocuk..." Yani başka bir pencereden bakıldığında filmin bu durumu başarıyla yansıttığını söylemek mümkün. Dolayısıyla bahsettiğim kabullenmişliğin bir yansıması da "olduğu kadar" hissiyatı olabilir. Öyle veya böyle, Tiffany'de Kahvaltı hakkı verilerek uyarlanan bir kitap olmamış. Bu açıdan büyük bir hayal kırıklığı ancak romantik bir film olarak ise sevimli ve keyifli... 

Özellikle son iki yıldır bit pazarına nur yağdıran Hollywood'un durumu keşfedip gerçek bir Tiffany'de Kahvaltı uyarlaması yapması, böylece eserin okurlarına da bir mutlu son bahşetmesi temennisiyle...

Hamiş: Sinebiyat yazılarıyla Ebediyen Edebiyat'ta konuk yazar olmak isterseniz böyle buyurun lütfen.

5 comments:

  1. Filmini çok severim ama kitabından bu kadar farklı olduğunu bilmiyordum demek ki bir de kitabı okumalı, eline sağlık:)

    ReplyDelete
  2. This comment has been removed by the author.

    ReplyDelete
  3. Holly her şeyi arkasında bırakıp Rio'ya 'yüksek statü maskesini' reddetmek için gitmedi ki?! Başından beri parayı seven ve bunun nedenlerini okudukça-izledikçe gördüğümüz bu kadın Rio ya para için gitti. Bazen çok romantik olabiliyoruz, komik oluyor. Kendi de eşcinsel olan yazar da parayı sevmiş olacak ki senaryo uyarlamasındaki saçmalıklara göz yummuş. İşte Holly yaratıcısına oldukça benziyor. Hepburn'e gelince bence bu hayatının rolü olmuş, Roman Holiday'e rağmen söylüyorum bunu. Çok yakışmış, güzel oynamış, aklımızda hep Holly olarak kalmış falan... Pardon ama Monroe Hepburn'ün tırnağı olamaz. Teknik şartlara şükürler olsun.

    ReplyDelete
    Replies
    1. Merhabalar,

      Öncelikle farklı ve (niyeyse) kızgın bir bakış açısıyla meselenin nasıl göründüğünü anlamamı sağladığınız için teşekkür ederim.

      Yorumunuzu okuduktan sonra tekrar okudum kitabın sonunu ve hayır, yanılıyorsunuz. Holly para için gitmiyor Rio'ya; o güne kadar yaşadıklarından kaçmak için gidiyor. Görünen sebep ise bilmeden bir uyuşturucu kaçakçısına yardım ve yataklık etmek ancak bunu farklı yollardan çözüp oturduğu yerde oturmaya devam edebilecek iken o kaçmayı tercih ediyor. Subjektif yaklaşmak gerçekçi olduğunuzu göstermiyor maalesef benim objektif yaklaşmamın romantik olduğumu göstermediği gibi...

      Capote'un para için eserine müdahalelere izin vermesi olası bir ihtimal elbette ancak bildiğim kadarıyla maddi açıdan sıkıntılar yaşamış bir yazar değil. O yüzden bana düşük bir ihtimal gibi gözüküyor açıkçası. Yaşananları bugünün şartlarına göre yargılamak yanılgıya götürebilir bizi.

      Hepburn'ün hayatının rolü olduğu doğru. "Kötü bir oyunculuk" sergilediği de söylenemez zira uyarlama esnasında değişen eser normlarını hakkıyla yerine getirmiş. Söylediğim gibi söylenenleri çarpıtmaya meyilli bir bakış açısıyla yorumlamazsanız; kitaptaki Holly karakteriyle alakası olmayan bir karakter koymuş ortaya. Bu yalnızca onun oyunculuğuyla veya görüntüsüyle alakalı bir durum değil; uyarlama esnasında oluşan değişimlerle ilgili. "Monroe Hepburn'ün tırnağı bile olamaz" yorumu ise gerçekten efsane olmuş, kabaca "Neye göre kime göre?" derim ben de bu yoruma. Bazen çok önyargılı olabiliyoruz, komik oluyor.

      Delete
  4. Evrenin her hangi bir yerinden koşarak geldin, biliyoruz. Çünkü burası senin yerin. Unutma! Bu fanzin, kuruyan her şeyi yeniden ıslatmak ve nihayetinde yeşertmek isteyen herkesin. Sen de yazılarını göndererek, ıslatabilirsin yaşamı, doğayı, insanlığı, umudu, çocuk gülüşleri...

    Kuru Fanzin muhtemelen hafta bir sayı çıkmak üzere piyasaya sürüldü. Sen de Tüm Türkiye'ye basılı olarak ulaştırılacak olan bu fanzin'de yazmak istiyorum diyorsan, hemen tıkla > Kuru Fanzin

    ReplyDelete