Sevin Okyay Söyleşisi

Efendim bilen bilir, geçtiğimiz aylarda edebiyat dünyasına veda eden Yalnızlar Mektebi isimli dergimizin Nisan-Mayıs 2015 tarihli 12. sayısında fantastik edebiyat temasını işlemiştik. O zamanlar popüler kültür ürünlerini "edebiyat" diye yutturabileceğini keşfeden uyanıklar bu kadar çoğalmamış, Instagram'da kitap, dergi fotoğrafı paylaşan herkese "okur" demek adet olmamıştı. Neyse.

İşte o sayıda, bir gençlik hayalimi gerçekleştirme imkanı bulmuştum: Yıllarca çok severek okuduğum, ortaokul sıralarında elimizde resim fırçaları ile büyücülük oynamamıza neden olan Harry Potter serisinin çevirmeni Sevin Okyay'la kitaplar ve kitapların -sözlük anlamıyla- büyülü dünyası hakkında konuşabilmek!

Kendisi şu sıralar bu büyülü dünyanın son eseri Harry Potter and the Cursed Child'ın çevirisini yapar, bir de üstüne Fantastik Yaratıklar Nelerdir, Nerede Bulunurlar? filminin vizyona girmesine yaklaşık üç ay kalmışken bu keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşmak istedim.

Kendisiyle tanışmamış olanlar için belirteyim; evet, tam da tahmin ettiğiniz üzere son derece hoşsohbet bir insan Okyay. Ayrıca evet, Harry Potter'ı bir "iş" olarak değil, gayet severek çevirmiş. Hemen hemen her potterhead gibi o da filmlerden memnun değilmiş...

İyisi mi siz söyleşiyi okuyun. Söyleşimizin seriyi okumamış olanlar için sürpriz-bozan içerdiğini belirtir, iyi okumalar dilerim!

Bakele - Sezgin Kaymaz

Bütün bir mahalle oynar mı ya? Bir insan evladı bir gece içinde seksen defa Angara'nın Bağları'nı dinler mi? Anlı şanlı bir iş adamı, ki babamdı maalesef, bir sokak düğününde ceketini beline bağlayıp göbek atar, yerlere kusuncaya kadar içer mi? Hadi ondan geçtim, annem yaa, annem... Sana ne oluyor koca kadın? Saçına dolamış gelin tellerini, Allah'ın nasıl bir gerdan kırmalar, nasıl bir parmak şıklatmalar.
Sezgin Kaymaz özellikle kitap kurdu çevremde giderek adı daha çok bilinen ve okuru, hatta hayranı günbegün artan bir isim. Bu durum bir yandan yazarın hak ettiği değeri görmesi bakımından sevindirici, öte yandan popülaritenin bir hastalık gibi bulaşıp kaliteyi bozma potansiyeli olduğu için de ürkütücü... Yine de o kadar iyi ki Kaymaz, boş verelim bozulsun gerekiyorsa, yeter ki okunsun dedirtiyor. 

Bakele, yazarın İletişim Yayınları ile yolunu ayırıp April Yayıncılık ile çalışmaya başladığı 2015 yılında yayımlanan öykü kitabı. Kaymaz külliyatına baktığınızda en kısası 274 sayfa olan kitaplarının yanında oldukça ufak bir hacme sahip olan Bakele 34 öyküden oluşuyor. Kitaba başlamadan evvel bu durum kitabın biraz aceleye geldiği hissiyatı yaratmıştı bende; April Yayıncılık'ın yeni yazar transferini bir kitapla taçlandırmak istemesinin bir sonucu olarak alelacele hazırlanmış olabilir diye düşünmüştüm. Kitabı okuduğumda o kadar da yanılmamış olduğumu fark ettim.

İki dakika konudan kopmak pahasına April Yayıncılık hakkındaki düşüncelerimi açıklamam gerek: April Yayıncılık ilk büyük hamlesini Murat Menteş ve Alper Canıgüz gibi Afili Filintalar tayfası yazarlarını bünyesine katarak gerçekleştirmiş, ardından gerek telif gerek çeviri eserler ile hızla büyümüş bir yayınevi. Edebiyata kattıkları, kitaplarının gerek tasarım gerek editöryal açıdan tatmin edici oluşu bir yana bu hızlı ve taktiksel büyüme bende kendilerine karşı bir önyargı oluşmasına vesile oldu. Söylediğim gibi herhangi bir teknik aksaklıkları olmasa da, hani ilk görüşte itici bulduğunuz insanlar olur zaman zaman, bir türlü ısınamadım kendilerine. Gerçi kabul edeyim, Kaymaz transferi oldukça zeki bir hamle ve yazarın İletişim'de geçirdiği onlarca yılda edindiği kitleyi tek kitapla neredeyse iki katına çıkartmayı bildiler, dolayısıyla Sezar'ın hakkı Sezar'a ancak bir türlü ısınamadığım bir şeyler var işte...

Neyse; "alelacele hazırlanmış" hissiyatının sebebini açıklamaya çalışıyorum: Henüz okumuş olduğum Sandık Odası, Zindankale ve Geber Anne kitaplarından yola çıkarak "lafı uzatmayı" sevdiğini bildiğim Kaymaz için kısa bir kitap gibi gelmişti. Öykülerin uzunluklarına baktığımda daha da şaşırdım zira Sandık Odası'ndaki öykülerden en kısası küçücük puntoyla 12 sayfa iken Bakele'deki en uzun öykü koca puntoyla 9 sayfa olunca bu hissiyatım perçinlenmiş oldu. "Amma taktın uzunluk, kısalık meselesine ha!" demeyin; Kaymaz'ın dilini leziz kılan en önemli unsurlardan birisi su gibi akıp giden, size tüm detayları bir çırpıda sunuveren ve yaratılan karakterlere iyice ısınmanızı sağlayan uzun anlatımı benim açımdan. Dolayısıyla dar alanda kısa paslaşmalar söz konusu olduğunda Kaymaz'ın neler yapabileceğini ilk bu kitapla deneyimlemiş oldum. 

Hakkını yemeyeyim; yine efsane bir dil, yine leziz konular, yine ayarı çok iyi tutturulmuş mizah-hüzün dengesi var karşımızda... Ama işte nice karakterler heba olmuş, nice durum komedileri harcanmış hissiyatı edinmemek de elde değil. Kimi öyküler "kitap dolsun" diye konmuş, kimi öyküler "daha da uzamasın" diye konusu kısa kesilmiş hissiyatı bırakıyor okurda ve bu durum kitabın bütünlüğüne zarar veren unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Peki bu bütünsel bozukluk Bakele'yi kötü bir kitap mı yapar? Tam olarak değil aslında; günümüz popülist edebiyat iktidarında yine bir vaha gibi çıkıyor Kaymaz öyküleri karşımıza ancak anlatmaya çalıştığım nokta Kaymaz'ın bundan çok daha iyi olduğu gerçeği. 

Kaymaz'ın, yarattığı karakterle vakit geçirdikçe karakteri zenginleştirmek gibi bir becerisi var. Sandık Odası'ndaki görece uzun öyküleri lezzetli kılan, Zindankale'yi soluksuz okumanızı sağlayan bu beceri hacim azaldıkça daha da soluklaşmış. "Kadın Gibi" isimli öyküdeki Tahir ve Behiye karakterleri örneğin, bir romanda ya da daha uzun bir öyküde karşımıza çıksa vazgeçilmezlerimizden olabilecekken dar alanda heba olmuş. Kısalık konusunda bu kadar dır dır etmemin sebebi Bakele'nin, ufak bir parça çikolatanın ağzımızı tatlandırıp sonra da bitivererek doyuramaması gibi, çok çabuk bitmiş olmasıdır belki de, bilemiyorum. 

Velhasıl; Bakele, Kaymaz kitapları için vasat ama genel çerçevede ziyadesiyle keyifli bir kitap. Kaymaz'la tanışmadıysanız ilk tercihiniz olmasını tavsiye etmesem de belki de yazarın nevi şahsına münhasır tarzıyla alıştıra alıştıra hemhal olmanız açısından daha iyi olacaktır. Onu bunu bilmem de okuyun; mutlaka Sezgin Kaymaz okuyun. Heh heh! 

Bakele - Sezgin Kaymaz, April Yayıncılık - 200 s.

Memleketi Ben Kurtaracağım veya Gülse Birsel Mizahı Öldü Mü?

Efendim başlık, Gülse Birsel'in -daha sonra "Yolculuk Nereye Hemşerim?" kitabında da yayımlanan- 2005 tarihli bir köşe yazısından esinlenme: "Fıkralar öldü mü?" başlıklı yazısında Birsel, fıkra anlatma kültürünün kaybolmasından bahsediyor, New York Times Magazine'in konuyla ilgili teorilerinden dem vuruyordu. O zamanlar bendeniz, birazdan daha da detaylı anlatacağım üzere, gerçek bir Gülse Birsel hayranıydım ve hayatımda beni sesli güldüren nadir kitaplardan birisi kesinlikle kendisinin "Gayet Ciddiyim" adlı ilk kitabıydı. (Diğerleri; Sempé - Goscinny ikilisinin (ki ben bu ismi tek bir yazar sanmıştım uzun yıllar, meğer birisi yazar diğeri çizermiş) Pıtırcık serisinden bazıları, Muzaffer İzgü'nün Ökkeş serisinden bazıları (yeni basım kitaplardaki korkunç hali değil tabi, Özyürek Çocuk Kitapları'ndan çıkan eski halini diyorum) ve son zamanlarda bu kategoriye girebilen tek kitap Sezgin Kaymaz'ın Sandık Odası'dır.) Sene oldu 2016; 2003'te yayımlanan Gayet Ciddiyim'den bu yana toplam altı kitabı yayımlanan Birsel'in son kitabı "Memleketi Ben Kurtaracağım" işbu yazının başlığını teşkil eden soruyu sormama vesile oldu netice itibariyle. 

Konuya girişmeden önce Gülse Birsel hayranlığımın altını çizmem gerekiyor: Tabi hayranlık derken, ergenliğin getirdiği fiziksel bir hayranlıktan ya da "Gülse mi? Ay çok severiiiğm" tarzı basit bir sevecenlikten söz etmiyorum. Patolojik boyutların yakınında gezen; yazdığı her yazıyı, rol aldığı her projeyi gazete kupürleri şeklinde kesip biriktirdiğim, buluğ çağının getirdiği idol belirleme arzusunda kendime hedef seçtiğim, daha doğru ifade etmek gerekirse kendime örnek model aldığım bir isim olarak hayran olmaktan söz ediyorum. (O zamanlar diğer rol modellerim Haluk Bilginer ve Sertab Erener'di. Sertab, iyi ama fakir bir müzisyen olmak yerine kötü ama zengin bir müzisyen olmayı seçince düştü gözümden. Haluk da tiyatrosu için para kazanacağım derken her teklife evet deyip, bir de önce Zuhal Olcay'ı ardından da (aslında giderek Zuhal'e benzemeye başlamış olan) Aşkın Nur Yengi'yi bırakınca... (Yalnız Bilginer'in öyle bir etkisi yok mu hakikaten? Bugünkü sevgilisi Zerrin Tekindor'a dikkatli bakın, Zuhal Olcay'a benzemeye başladı bile?!) Neyse bu konulara da bilahare değiniriz, ayrıca evet magazin meraklısı olabilirim "biraz", ne var?!) Dolayısıyla Birsel'in yazdığı her yazı, savunduğu her fikir benim için büyük bir etki taşıyordu.

Birkaç yazısında Woody Allen'dan bahsedip ne kadar sevdiğinden bahseder Birsel örneğin, Allen'ın filmlerini izlemeye başlama sebebimdir -ki kendisi kadar beğenmişimdir doğal olarak. (Allen'ın Yan Etkiler kitabını da aynı sebepten okumuş ancak o kadar da beğenmemiştim.) Bir yazısında, Amerika'da sinema okuluna giderken, Paul Auster'ın Ay Sarayı kitabında açık adres vererek tarif ettiği evde oturmaya başlamasından -ki Auster'ın da kitaplarında bunun gibi garip tesadüfleri ele almasından söz etmişti. En sevdiğim kitaplar arsında olan New York Üçlemesi'yle bu vesileyle tanışmıştım. Daha da öteye gideyim; ne kadar tempolu ve yoğun bir hayatı olduğundan şikayet ettiği yazıları yüzünden "umarım benim de öyle bir hayatım olur" diye düşünmüşlüğüm vardır -ki bugün aynen de öyle bir hayatım vardır, "bugün ne yapsam?" diye düşünme lüksüne hasret- ya da yazılarında çok uzun ama anlaşılır ve iki parantez iç içe kullanmak gibi uç noktalara gittiğinden, eski kelimeler kullandığından dem vurur zaman zaman, bilmem anlatabiliyor muyum? Hatta 7 Ağustos 2010 tarihinde kendisine bir e-posta yollamışım, Gmail arşivimden baktım, "Ne olur mizah yapmaya geri dönün!" temalı... Ama nasıl duygusal, nasıl hayranım; utancımdan yayımlayamıyorum e-postayı! İlk üç kitabını en az onar kere falan okumuşumdur; okuyacak bir şeyim olmadığından (kitap alamıyordum o zamanlar) alıp alıp aynı yazılara tekrar tekrar gülmek için. g.a.g.'ı sunduğu zamanlarda -ki bildiğin 12-14 yaşlarında çocuktum (kendisinin yaşını ortaya çıkarmak gibi olmasın)- sevmiştim kendisini ilk olarak, hayranlığın boyutunu varın siz düşünün artık... 

Sonra Avrupa Yakası'yla daha da meşhur oldu; g.a.g., kitaplar falan neyse de kariyerinin parlama noktasıydı o dizi.. İlk bölümleri nasıl da efsaneydi ama? Durum komedisinin dik alası, televizyonların dramla boğulduğu dönemlerde adeta bir ilaç ve Türk televizyonlarının gördüğü en muhteşem kadrolardan birisi: Gazanfer Özcan, Hümeyra, Ata Demirer, Şenay Gürler, Levent Üzümcü ve daha nicesi... İlk iki sezon gerçekten ayrı bir noktadaydı Avrupa Yakası (sonra giderek bozdu, çok bozdu, acayip bozu klişesine gireceğim ama) giderek, yavaş yavaş kötüleşti. Önce dizinin süresi uzadı -ülkemiz televizyonculuğunun kanayan yarası- ardından Birsel, o uzun sürede durum komedisi yapamayacağını anlayıp işi karakter komedisine vurdu ve Burhan Altıntop gibi, Şahika gibi -yine efsane oyuncuların can verdiği- efsane haline gelebilecek karakterler giderek karikatürize hale geldiler. Ziyadesiyle sönük bir finalle 2009'da sona erdi Avrupa Yakası. Üç yıl boyunca nadiren yazdığı köşe yazılarıyla takip edebildik(m) kendisini -ki yukarıda sözünü ettiğim e-posta da bu boşluğa tekabül ediyor- ve ardından 2012 yılında Yalan Dünya ile yeniden "sahalara döndü" Birsel. Ama o ne kadroydu ya hu, bir ben eksiktim adeta: Altan Erkekli, Füsun Demirel, Olgun Şimşek, Hasibe Eren, Öner Erkan, Bartu Küçükçağlayan gibi bilindik isimlerin yanı sıra Gupse Özay, İrem Sak gibi yeni yeteneklerin yer aldığı enfes bir kadro... Peki senaryo? İlk beş bölüm, bilemediniz ilk sezon karakterlerle tanışmaydı, oyunculuk şaheserleri seyretmekti derken idare ediyordu belki ama iki saatlik sit-com mu olurdu arkadaş? Müzikle sahne dolduran sit-com mu olurdu Allah aşkına? Fıs tabi, o da oldukça sönük bir şekilde veda etti televizyonlara...
Ardından, geçtiğimiz yıl, bir ünlünün başına gelebilecek en kötü şeylerden birisi geldi Birsel'in başına; Acun'la çalıştı... Komedi Türkiye isimli programda metin yazarlığı ve aynı zamanda Gani Müjde (ıyh) ve Haluk Bilginer (kader çok zalim bir şey) ile birlikte jüri üyeliği yaptı. Bu konuda yorum yapmıyorum.

Kasım 2015'te, işbu yazının da kaynağı olan, Memleketi Ben Kurtaracağım isimli kitabı yayımlandı son olarak -ki BEN kitabı okurken (bir-iki kere tebessüm etmemi saymazsak) GÜLMEDİM. İşte -sonunda- geldik yazının esas meselesine? Niye gülmedim? Gülse Birsel mizahı öldü mü? Yoksa ben büyüdüm ve kirlendi mi dünya? Kendimce işbu soruların cevaplarını vermeye çalışacağım...

Bir kere mizah zor iş, eyvallah. İki acıklı müzik, bir ağlayan çocuk koyup insanları hüzünlere gark etmek oldukça kolay olsa da güldürmek, hele ki hayatında bin bir zorlukla boğuşan, tımarhaneden hallice bir ülkenin insanlarını bırakın güldürmek, gülümsetmek bile oldukça zor iş. Dünya düzeni hızla fast-food kültürüne evrilir, her güzel şey en fazla bir haftada tüketilir ve ardından yenisi beklenir haldeyken kalıcı olabilecek güldürücü (?) eserler yaratmak da kolay değil, ona da eyvallah. Ama Birsel'in ilk kitapları HALA komik? Buna ne diyeceğiz? 

Bana sorarsanız cevap basit: "Kaliteli" olmaktan ziyade "başarılı" (popüler) olma arzusuyla beraber Gülse Birsel'in mizahı değil belki ama "bakış açısı" ölmüş olabilir. Yalnızlık Senfonisi, Dargın Değilim, Lal, Yanarım gibi şarkılar söylemiş olan Sertab Erener'in bugün Rengarenk, Koparılan Çiçekler, Söz (Kolaveri) gibi şarkılar söylüyor olması gibi, g.a.g. metinlerini yazmış ve sunmuş, Avrupa Yakasını yaratmış ve oynamış Birsel'in de Komedi Türkiye gibi bir "şey" yapmış olması tamamen stratejik ancak üzücü bir hareket olabilir elbette. Avrupa Yakası'nın sonları ile Yalan Dünya'nın başlarında bitmiş olan hayranlığım ile birlikte saygı duyarım, eyvallah.

Yine de Memleketi Ben Kurtaracağım'ı vasat kılan özellik bu "kalite yoksunluğu" değil tam olarak. Birsel, eski yazılarında da büyük rol oynayan, aynı ironik üslubu korumaya devam etmiş -şükürler olsun ki- ancak eski tespit ya da konuyu açıp-kapama becerisini gösterememiş bu kitaptaki yazılarında. Bu noktada tespit mizahının (?) iyice yaygınlaşan iletişim yolları ile birlikte artık kabak tadı vermeye başlaması, Umut Sarıkaya'nın bile "ayh yeter artık, tamam anladık, tespit" seviyesine gelmiş olmasını göz ardı etmemek gerek.

Üstüne bir de -muhtemelen Hürriyet isimli paçavrada yazıyor olmasıyla bağlantılı olarak- "siyasi hiciv" konusuna girişmiş Birsel -ki sahiden KOMİK DEĞİL. Öncelikle "güleriz ağlanacak halimize" noktasını çoktan geçtik ülke olarak. Yazıları okudukça gülmekten ziyade yaşananları tekrar tekrar anımsayıp sinirleniyor insan. Üstüne Hürriyet'te yazıp Acun'la iş yapan birisinin siyasi eleştiride bulunması biraz absürt geliyor. İlaveten eleştirdiği kitlenin ya ironiyi anlamayacak seviyede ya da kendisini kale almayacak bir kitle olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda kıraathanede memleket kurtaran amcalarla sohbet ediyor gibi hissediyorsunuz. Dolayısıyla siyasi hiciv meselesini Olacak O Kadar'ın gerçekten Olacak O Kadar olduğu dönemlerde bıraktığımız gerçeğini kabul etmemiz gerek artık. 

E bu mizahi dünya değişikliği ve konsept başarısızlığı bir araya gelince de oldukça vasat, güldürmek bir yana gülümsetmek becerisini bile gösteremeyen bir kitap çıkıyor ortaya. Değişen dünya, mizah anlayışı, ülkenin hal-i ahvali falan eyvallah da GÜLDÜREN NASIL GÜLDÜRÜYOR? İşte bu noktayı sorgulaması lazım sevgili Birsel'in. (-ki bu okur hadsizliğine de "bayılır" kendisi; sırf iki yazısını okuyarak kendisi hakkında fikir-görüş-bilgi sahibi olduğunu sanan insanları pek güzel ti'ye alır(dı eski yazılarında)) 

Velhasıl kelam; Memleketi Ben Kurtaracağım, benim gibi eski bir Birsel fanını bile tatmin edemeyen bir kitap olmuş. Vaktiniz bol, çerezlik kitabınız yok ise okunabilir belki ama alıp iki satır Sezgin Kaymaz okumanız daha verimli olacaktır kanaatimce.

Hamiş: Yüzde doksan okumaz ama eski "hayran olunan kişiye ulaşmanın zor olduğu" dönemlerden Instagram sayesinde hayran olduğumuz kişinin dün ne yediğini bilebildiğimiz şu dönemlere gelmemiz sebebiyle okuma ihtimali dahilinde kendisine saygımın sonsuz olduğunu belirtmemde fayda var. Netice itibariyle bana okumayı sevdiren isimlerden birisidir kendisi ve böyle bir kişi, mübalağa edecek olursam isterse adam öldürsün, bu saygıyı hak eder benim gözümde. Gençlik hayallerimden birisi de kendisiyle bir Türk kahvesi içebilmekti, pek sever kendisi... Şaka maka büyüdük ya hu?! 

Memleketi Ben Kurtaracağım, Gülse Birsel, - Doğan Kitap, 188 s.