Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk - Güray Süngü

Kafamda bir ampul yandı denir ya. Öyle biraz. Ama biraz da değil öyle. Değişik yani. Şöyle ki benim kafam yok. Kafam olması gereken yerde bir ampul var. Aklıma bir şey geldiğinde yanan bir ampul. Çok korktuğumda da mesela. Çok gülersem ki ben çok gülmem. Ama çok ağladığımda yanan bir ampul. Aslında demek istediğim benim kafam bir ampul. Ampul şeklinde bir kafam var da diyebilirim.
Bir okur olarak "yazarlara duyulan ön yargılar" meselesiyle ilişkim malum. Mevcut düzende, bir yazar veya kitap hakkında bir fikir, bir duygu sahibi olmadan sadece edebiyat düzleminde tanışmak neredeyse imkansız hale gelmiş durumda. Sosyal medya, reklamlar, kitap ekleri, dergiler, bloglar ve kitap dostları aracılığıyla pek çok isim, daha tanışmadan bir şeyler çağrıştırır, bir duygu veya düşünceyi filizlendirir hale geliyor. 

Güray Süngü de bu isimlerdendi benim için: Yazının gidişatını etkilememek için yorum yapmadan kısaca #kimbuyazarlar olarak adlandırabileceğim ve Murat Gülsoy'un şu yazısından ana hatlarını öğrenebileceğiniz mesele vasıtasıyla adını duymuş ve ister istemez bir "yargıya" varmıştım hakkında. Heyhat, çoğu zaman faydasını gördüğüm ön yargıların bu sefer beni yanlış yönlendirmekte olduğunu keşfetmem, yine yukarıda bahsi geçen kitap dostları aracılığıyla oldu.

Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk, yazarın üçüncü öykü kitabı; bunların dışında ise dört de romanı mevcut. 2010'da yayımlanan Düş Kesiği ile Oğuz Atay Roman Ödülü'nün, 2011'de yayımlanan Kış Bahçesi ile Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü'nün ve 2012'de yayımlanan Hiçbir Şey Anlatmayan Hikayelerin İkincisi isimli öykü kitabıyla da bu sene Necip Fazıl Öykü Ödülü'nün sahibi olmuş bir isim Süngü. Kitaplarının yanı sıra pek çok dergide öyküleri yayımlanmış ve yayımlanmaya devam eden bir yazar.

Yazarla tanışmamıza vesile olan Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk'ta ilk dikkat çeken Süngü'nün dili: Çokça oyunlarla süslenen, "gelişine" yazılmış izlenimi bırakan ve hipnotize edici bir üslubu var öykülerin. Bir öyküye başladığınızı, bir de bitirdiğinizi hatırlıyorsunuz bir sonraki öyküye geçerken; arada kalan kısımlar uçucu olmaktan ziyade yazarın sizi soktuğu dünyadan kalan hayal meyal hatıralara dönüşüyor. Bunda, yazarın post-modern tavrının da etkisi büyük; okurla iletişime geçtiği bölümlerde anlatmak istediğini net bir şekilde dile getirdikten sonra gerisini öykünün curcurnası içinde, istediği kadar renklendirerek anlatmayı tercih ediyor. Aynı tavır oyunbaz üslubun da kaynağı oluyor: Akışı bölmeden lafa giren yazar ya kendi kendine ya da okurla "dertleşiyor" bir nevi; sorular soruyor, cevaplar veriyor, düzeltmeler yapıyor ve netice olarak alışılagelmişin dışında bir okur-yazar ilişkisi çıkıyor ortaya. Klişeleşmiş kalıbın ötesinde bir samimiyet doğuyor ve okur, bir parça daha çekiliyor öykünün dünyasına.

Öykülerin temasında iki ana unsur var: Kaybeden aşıklar ve deli bireyler. Bu durum öykü kitaplarında konu bütünlüğünden hoşlanan okurlar için ideal olsa da, benim gibi konu zenginliğini yeğleyenler için biraz sıkıntılı: Küçük hacimli öyküler art arda okunduğunda, sürekli aynı akıl hastanesinin farklı hastalarını veya aynı karakterin farklı zamanlarda, hatta farklı evrenlerde başından geçenleri okuyormuş hissiyatı olumlu pencereden duygu ve tema bütünlüğü, olumsuz pencereden ise tekdüzelik olarak yansıyor. "Kaybeden aşık" temasının son dönemin popüler tarzında, yani bir Mahir Ünsal Eriş veya bir Emrah Serbes tarzında olmadığını belirtmek gerek: Daha muzip, daha az dramatize edilmiş ancak özde aynı acıya sahip karakterler Süngü'nün yarattıkları. "Delilik" ise ters köşelerin ve yer yer fantastik boyutlara ulaşan metafizik öğelerinin hava yastığı konumunda; gerçekçilikten uzaklaşmamak için bir nevi emniyet kemeri görevi üstlenmiş durumda. 

Netice olarak; kırk yıl geçse, kendi kendime okumaya karar vereceğim bir kitap değildi Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk. Peşin hükümlerin zaman zaman zararlı olabileceğinin (yeniden) kanıtı oldu bu durum benim için. Neyse ki atomu parçalamak yerine bana tavsiyede bulunan kitap dostlarım var...

Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk, Güray Süngü - Dedalus Kitap, 103 s.

Semaver - Sait Faik Abasıyanık

Ya... İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun; sonra avuç açıldı mı insanın elinden su gibi fışkırır.
Sait Faik Abasıyanık'ın 1936'da yayımlanan ilk kitabı Semaver. Yazarın kaleme aldığı ilk öyküsü İpekli Mendil de dahil on dört öykü Semaver başlığında, beş öykü de Benimle Beraber Seyahatten Dönenler başlığıyla yayımlanmış elimdeki 32. YKY baskısında. 

Semaver'de, okuduğum diğer Abasıyanık eserleri Mahalle Kahvesi ve Alemdağ'da Var Bir Yılan'a nazaran naif bir "acemilik" göze çarpıyor. Elbette bu, beceriksizlik veya çirkinlik ihtiva eden bir acemilik değil: Yürümeyi yeni yeni öğrenen bir bebeğin acemiliğindeki sevimliliği ve bisiklete yeni binmeyi öğrenen bir çocuğun acemiliğindeki şevk ile mutluluğu andıran bir acemilik durumu. Gelip geçiciliğini belli eden, neticesinde elbet sahibinin ustalaşacağını sezdiren bir acemilik. 

Bu kanıya kaynak olan ilk öğe ise Sait Faik'in kimi öykülerdeki dili. Diğer eserlerindeki gibi sabit ve net değil; farklı anlatım üsluplarını, farklı duygulanımları ve imgelemeleri denediği gözlemleniyor yazarın dil arayışında. Buna rağmen kelimeler fışkırırcasına çıkmış kaleminden; basınca daha fazla dayanamayıp patlayan bir borudan fışkıran su gibi. Yazarın, yıllar sonra yazmaya uzun bir ara verdikten sonra söyleyeceği "Yazmasaydım deli olacaktım" sözü yalnızca yazıdan uzak kaldığı dönem için değil, varoluşundan başlayan bir sancı olarak gösteriyor kendisini bu noktada. 

Konu seçimlerinde hayatın ufak detaylarına eğilmeye o zamanlardan başlamış yazar. Bir semaverden yola çıkarak işçinin hazin öyküsünü, bir gemi maketi yardımıyla öksüz bir çocuğun dışlanmışlığını, yalnız bir gecede sarhoşluğun keyfini anlattığı öyküler mevcut. Bunların yanı sıra ise daha uzun soluklu, kurgu ağırlıklı İhityar Talebe gibi kimi, sonradan edineceği, tarzının dışına da çıkmış hikayeler de yer alıyor Semaver'de. Öykülerin bir  diğer özelliği de belirli bir duyguya yoğunlaşmaktan ziyade hayatın bir yansıması gibi her duyguya yer vermeleri. Kederin tatlılığı, yalnızlığın kekremsi huzuru, mutluluğun mahzunluğu gibi siyah ya da beyaz olmayan, gri tonlarında bir hissiyata sürüklüyor öyküler sık sık. 

Söz konusu Sait Faik gibi bir usta olunca fazla söz söylemek de yersiz kaçıyor haliyle. Sait Faik'siz bir Türk edebiyatı düşünülemeyeceği gibi, onunla henüz tanışmayan bir okur da gün gelip de karşılaştığında pişmanlık duyacaktır geç kalmışlığından. Duymasın; Sait Faik'in öyküleri açar kucağını, affeder...

Semaver Sait Faik Abasıyanık, Yapı Kredi Yayınları - 105 s.

Müzibiyat #21

Elektronik müzikle aram pek iyi değildir. Çılgın bir Guetta dinleyicisi, artık mutat hale gelmiş bir şekilde her sene konsere gelen Tiesto'nun hayranı falan değilim yani. Sevdiğim şarkıların remix'lerinden de dinlediğim pek azdır. Velhasıl elektronik müzik dinleyicisi değilimdir. Ancak kırk yılda bir özellikle hafif caz tınıları da taşıyan öyle bir şarkı çıkar ki karşıma, bıkana kadar dinlenen şarkılardan olur benim için. Mesela şu düzenleme onlardan biri olmuştur. 

Müzibiyat'a konu olan şarkı ise Berlinli DJ NU'nun Man O To'su. Gerçek ismi Fabian Lamar olan sanatçı, artık nasıl karşılaştı bilinmez, Mevlana Celaleddin Rumi'ye ait Sen ve Ben isimli şiirini alıp enfes bir iş çıkarmış ortaya. 


Ghazal Shakeri'nin sesinden en sade haliyle dinleyebileceğiniz şiirin sözleri elbette Farsça. İnternet ortamında dolaşan bir çevirisine göre sözleri ise şöyle:
Saadet zamanı: Avluya doğru oturmuşuz, sen ve benEndamımız çift, suretimiz çift, ruhumuz tek, sen ve benBulandıran palavralardan azade, gamsız bir keyif, sen ve benSen ve ben, ne sen varsın ne de ben, bir olmuşuz aşk elinden
NU'nun, enfes sözlere sahip bu enfes şiirle ortaya çıkardığı iş ise bambaşka bir alemden gelir gibi. Ritmi, düzenlemesi ve solistinin sesiyle, bütün halinde hayatın fonunda çalsın istenen şarkılardan birisi. Keyifli dinlemeler!


Biçem Alıştırmaları - Raymond Queneau

Aaşamüstü meydanda bi baktım ki aynı oolan dönüpduruu. Yanında kendisi gibi pek yaman bi oolan vaa; ona akıl veriveeyo: "Efe" deeyo, "ülen mintanının düğmesi kopmuş, bi diktiriveesen ya!"
Tersten yürüdüğüm; yani Gökdemir İhsan'ın Kurmaca Alıştırmaları ile başlayıp Ferit Edgü'nün Yazmak Eylemi ile devam ettiğim oulipo yolculuğumun sonuna geldim Raymond Queneau imzalı Biçem Alıştırmaları'yla. 


Aynı sırayla izah etmek gerekirse; Gökdemir İhsan'ın aynı olayı 33 farklı üslupla anlattığı, oulipo'culara hem nazire hem de bir saygı duruşu niteliğindeki kitabı Kurmaca Alıştırmaları 2010'da yayımlanıyor. Queneau'nun eserini dilimize kazandırmak için kolları sıvayan Ferit Edgü, bir müddet çalıştıktan sonra dilin imkanları içerisinde eserdeki kelime oyunlarının özgünlüğünü koruyamayacağına kanaat getirip aynı oyunu başka bir olay üzerinden, 101 farklı üslup kullanarak oynuyor 1980 yılında yayımlanan Yazmak Eylemi'nde. İlk basımı 1947'de yapılmış olan, aynı olayın 99 farklı üslupla anlatıldığı Raymond Queneau'nun Biçem Alıştırmaları ise 2003 yılında Armağan Ekici tarafından dilimize çevriliyor böylece aynı temayla oynanan bu oyunun çıkış noktasına da ulaşmış oluyoruz.

Queneau'nun Biçem Alıştırmaları'nda, Yazmak Eylemi ile yaşadığım "sıkıntıyı" daha az hissettiğimi söyleyebilirim: Aynı olayı "belirli sayıda" farklı üsluplarla anlatma iddiasını* yine yüzde yüz yerine getirmiyor Biçem Alıştırmaları ancak ötekine nazaran daha oyunbaz, daha belirgin ve hedefe daha yakın bir çalışma olduğunu söylemek mümkün. Bunun dışında ise konuya dair söyleyeceklerim tükenmiş durumda zira bu ve bu yazılarda döktüm eteğimdeki taşları.

Bu sebeple Biçem Alıştırmaları'na farklı bir çerçeveden, "çeviri" açısından bakmak niyetindeyim. Konunun uzmanı değilim elbette ancak çeviri meselesine meraklı bir okur olarak naçizane fikirlerim bunlardır, paylaşmak isterim.

Ferit Edgü, özgün adıyla Exercices de style'ın çevrilemeyeceğini söylerken sonuna kadar haklıymış zira gerçekten de tamamen "çevrilmesi" mümkün olmayan bir eser Biçem Alıştırmaları. Evet; pek çok metnin çevirisinde diller arası ve kültürler arası farklardan doğan zorluklar, hatta çıkmazlar çıkar ortaya mutlaka ancak metin içerisinde azınlıkta kalan bu nüanslar ufak tefek oyunlarla kolayca atlatılabilir ve metnin bütününde görünmez kılınabilir. Söz konusu olan Biçem Alıştırmaları'nda ise, temelini zaten dil oyunları ve kültürel özellikler üzerine kuran bir metinde yapılacak müdahalelerin arada kaynamasının mümkün olmayacağı gibi, müdahalenin dahi imkanı olmayan kimi bölümler mevcut. Dolayısıyla bahsi geçen o kimi bölümlerde tam anlamıyla "uyarlama" yapmaktan, metnin orijinalinde verilmesi amaçlanan numaraları "yerelleştirmekten" başka bir çare kalmıyor. 

Burada esere dair söylenenlere bir es koyup 
"çevirme" ile "uyarlama" arasındaki farka değinmek gerek. Basit bir örnekle izah etmek gerekirse; "Oh my God!" kalıbının, "Aman Tanrım!" veya "Aman Allah'ım!" olarak çevrilmesi arasında metnine göre çok önemli faklar ortaya çıkabilir. Tüm diğer değişkenleri ve etmenleri göz ardı edecek olursak kabaca birincisi "çeviri", ikincisi ise "uyarlama" olarak adlandırılabilir. Birincisinde kaynak metnin dilinde ne ifade edildiyse onun aynen çevrilmesi söz konusu iken ikincisinde erek metnin dilinde ne anlama geliyorsa o yönde bir uyarlama yapıldığını söyleyebiliriz. Bu mesele dil bilimciler ve çevirmenlerce yıllardır süregelen bir tartışmanın ana temasını oluşturuyor aynı zamanda: Her ikisinin de savunucuları ortaya koydukları savlarla haklı bir zemine oturtuyorlar düşüncelerini ve bu tartışma hiç bitmek bilmiyor. Hemfikir olunan tek nokta şu ki; bu işin doğrusu veya yanlışı yok: Tercihi var. Yani siz kaynak metni "çevirseniz" de, "uyarlasanız" da çeviri açısından doğru veya yanlış bir iş yapmış olmuyorsunuz; sadece tercih etmiş oluyorsunuz.

Biçem Alıştırmaları'nda ise söz konusu olan, bir "tercih" olmaktan çıkıyor ve zorunluluğa dönüşüyor. Bu aşamada Edgü'nün "Fransız dilinin olanak ve yetenekleri içinde düşünülmüş bu metinlerden birçoğunu Türkçeye çevirmenin olanağı da yoktu" derken bunu kastettiğini düşünmek çok da yanlış olmayacaktır sanıyorum ki: Uyarlama yapmadan, kendi yorumunu görünmez/hissedilmez kılmadan çevrilmesinin imkanı olmayan bir kitap Biçem Alıştırmaları. Zaten Armağan Ekici de yer yer parantezler içerisinde belirtmek zorunda kalmış durumu: "Azerice (Italianismes yerine)" ve "Anadın mı (Alors yerine)" gibi örneklerden de anlaşılacağı üzere aksi mümkün olmayan bir uyarlamaya gitme durumu baş göstermiş.

Bu açıdan bakıldığında Ferit Edgü'nün Yazmak Eylemi ile Armağan Ekici'nin çevirisi arasında bir fark kalmadığı düşünülebilir ancak biraz daha detaylı bakıldığında çevirideki zorunlu "uyarlamalar" ile Edgü'nün yaptığı (tam anlamıyla) uyarlama arasında önemli farklar ortaya çıkıyor ve bu durum Queneau'nun oulipo'culuk eksenindeki oyunculuk gayesini daha doğru görmemizi de sağlıyor: Birincisi; Edgü kendi uyarlamasında kimi Queneau örneklerinde olduğu kadar vurgulayamamış oyununu. Aşağıda yer alan, üzerine tıklayarak büyütebileceğiniz, resimde soldaki metin Edgü'nün, sağdaki metin ise Ekici çevirisi ile Queneau'nun kitaplarından. Bir olayın anlatımında kullanılabilecek farklı üsluplardan birisi olarak "tekrar" temasının işlenmesinde ortaya çıkan fark, basit bir yorum değişikliğinden öte, altını çizmeye çalıştığım oyunculuğun daha belirgin olması konusundaki farkı da ortaya çıkarıyor.  



Uyarlamalar arası, daha doğrusu Edgü'nün uyarlaması ile Ekici'nin "uyarlaması" arasındaki ikinci fark ise Edgü'nün tercih ettiği ana hikayenin oyunculuğu gölgeleyecek şekilde toplumsal ve siyasi bakış açılarına açık olması. Her ne kadar Edgü, "... bir yazar olarak, söz konusu eylemden yana ya da ona karşı olmak gibi, kolay bir 'yandaşlık' yolunu izlemedim. Böylesi bir yan tutma, amacıma ters düşecekti" dese de karakterlerin, dilin veya üslubun, yani metinlerin ister istemez bir tarafa yöneldiğini gözlemlemek mümkün. Queneau ise tam olarak sıradan, pek de manası olmayan, olağan bir olayı tercih ederek olayı değil, anlatımı ön planda tutmayı başarıyor ve iki yapıtın da temelde hedefi olan "farklı anlatım tarzları" meselesini  sarih bir şekilde görmemizi sağlıyor -ki yukarıdaki örnek bu durum için de geçerliliğini koruyor.

80'lerde Edgü'nün yarım bıraktığı işi 2000'lerde Ekici'nin tamamlamasının ardında yatan sebebi merak etmemek elde değil. "O kadar zamanda çeviri-bilim çok gelişti de bazı engellerin aşılması mı kolaylaştı acaba?" diye geldi aklıma önce ancak iki isim de öğrenimlerini çevirmenlik alanında görmemişler (her sene binlerce mezun veren mütercim tercümanlık bölümlerine de selam olsun bu vesileyle). Sonra Ekici'nin Ulysses'i (bence saplantılı bir tutkuyla) Türkçe'ye yeniden çevirdiğini öğrendiğimde bazı taşlar da yerine oturdu. Zoru sevip "yapılamaz" deneni yapmak, gönlünü ortaya koyarak bir işe kalkışmak Ekici'nin karakterinde varmış demek ki ve iyi ki... 


Sona gelirken; üç kitabı da yayımlayarak, benim için baştan sona bir maceraya dönüşen bu okumaları mümkün kılan Sel Yayıncılık'a teşekkürlerimle beraber sonraki baskılarda mümkünse üçünün de kapak tasarımlarını değiştirmelerini, bu "oulipo ve çeviri" meselesi ilgisini çeken okurlara ise Ayşe Işık Akdağ'a ait, buraya tıklayarak bilgisayarınıza indirebileceğiniz, yüksek lisans tez çalışmasını tavsiye ederim. O zaman; sırf kulağa komik geldiği için, yüksek sesle üç kere: Oulipo! Oulipo! Oulipo!

*Akdağ'ın çalışmasını okuduktan sonra oulipo metninin zaten böyle bir iddiasının olmadığını anlamış oldum: Queneau, Biçem Alıştırmaları'nda farklı "üsluplarla" değil, farklı "biçemlerle", "oyunlarla" aynı metni ele alma alıştırmaları gerçekleştiriyormuş. Dolayısıyla Edgü'yle beraber ben de yanlış bir beklenti ve yaklaşımla ele almışız eseri. Bu noktada yayınevinin meseleyi azıcık açması yerinde olabilirdi sanıyorum ki zira "farklı üsluplarla aynı olayı anlatmak" ile "farklı kural çerçeveleri içerisinde aynı metni ele almak" arasında çok büyük bir fark var. Olsun, geç de olsa aydınlanmak güzel, yukarıda bağlantısını verdiğim çalışmanın -özellikle başlarını- okumanızı mutlaka tavsiye ederim.  

Biçem Alıştırmaları, Raymond Queneau - Sel Yayıncılık, 140 s.

Turnalar Sıcak İklimlere Göçüyordu - Hacer Yeni

Hiçbir şey senin değildir. Buradaysan bilirsin. Neyin olursa olsun, ancak gönül ekersen gönül biçersin. Arar ve bulursun. Bilirsin ki kısmeti bağışlar gökler ancak buna layık olmadığında her şey un ufak olur bozkıra karışır. Sen bir yere gidemesen de ruhun seni terk eder, yollara düşer. Şanslıysa bir güvercin kanadına girip aşıkların kabesine kadar uzanır, eksik olan yerlerini tamam eder. Başka bir bedende yaşar gider. Ve en sonunda her şey aslına rücu eder.
Her şeyden önce; neredeyse Ferit Edgü'nün "Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı"sı kadar güzel bir isme sahip Turnalar Sıcak İklimlere Göçüyordu. İsmini duyar duymaz aklıma Hüsnü Arkan'ın Rojin'le beraber söylediği Dağlar şarkısı geldi: "Dağlar ne vakittir turna görmedi..." diyordu şarkıda, acaba Hacer Yeni de ne vakittir turna görülmeyen dağları mı anlatıyordu? Böyle yersiz ve büyük beklentilerle aldım kitabı elime; elbette aynı büyüklükte oldu hayal kırıklığım da...

Hacer Yeni genç bir kalem: İlk kitabı Bir Dilek Tut 2011'de, ikinci kitabı Metres Rezidans 2013'de yayımlanan; daha önceleri ise ELLE'de muhabirlik ve editörlük yapmış bir isim. Turnalar Sıcak İklimlere Göçüyordu'da, varlıklı ailesinin imkanlarının, "kendisi için bir hapishaneye dönüştüğünü" fark etmesiyle çareyi "kaçmakta" bulan genç kadın Eda'nın hikayesini anlatıyor: Kapadokya'ya kaçışının bir nedeni bulunmasa da aradığı devayı bozkırın renklerinde, ahlar ağacında ve vazgeçilmez tutkusu gökyüzünde buluyor Eda; taksici Hüseyin'le, evlerinin bahçesindeki peri bacasında yaşayan Seher ve büyüyemeyen kuzuyla, kasabanın bir başka burjuva sakini Seyit'le burada tanışıyor ve "dert"lerine derman buluyor. 

Allah başka dert vermesin tabi... Eda, tam da ağzına terlikle- pardon, gümüş Chanel sandaletle vurulası bir karakter zira. Yazarın, okuryazar.tv'ye verdiği şu röportajda "...'cosmo girl' olması için bütün şartlar mevcutken, yazgısının buna izin vermemesi söz konusu" demesine rağmen tam bir "cosmo girl" ne yazık ki. "Ne yazık ki" çünkü yaşadıkları başka bir karakterin başına gelseydi çok daha farklı ve çok daha leziz bir hikaye çıkabilirdi ortaya. 

Genellikle "Ay şekerim bastı beni buralar, şöyle bi Tibet'e huzur bulmaya ya da Erciyes'e doğayı seyretmeye gideyim diyorum" şeklinde tezahür eden, "zengin metropol kadını duyarlılığı" olarak niteleyebileceğimiz dertler, başkarakterin kaçıp gitmeyi kafasına koyduktan sonra kısa bir süre için nereye gideceğini bilememesi nedeniyle daha büyük bir anlam kazanmıyor öncelikle. Kitap boyunca, tamamen iyi niyetle, başkarakterin bu arayışının, bu sancısının altı doldurulacak, bir anlam kazandırılacak diye bekledim ancak maalesef hep aynı Elif Şafak veya The Secret tarzı yavan mistizm örtüsü altında kaldı hikayesi. Aynı zamanda hayatının erkeğiyle karşılaştığında hep aynı şeyleri giyiyor olmaktan rahatsızlık duyan, yatak odasının tavanında yer alan freskteki topluluğa beyaz Alaia elbisesiyle katıldığını hayal eden (ayaklarında da Chanel sandaletleri varmış) bir karakter olunca karşımızdaki; "cosmo girl" kimliğinden değil sıyrılmak, daha fenası olan "riyakar cosmo girl" kimliği kazanmış oluyor. Buna bir de cevap verilmeyen sorularla bezeli, fazla dramatize edilmiş garip diyaloglar eklenince eserin geriye kalan tüm güzel öğelerinin üstüne devasa bir gölge düşüyor. 

Başkarakterin sığlığı sirayet edip de eserin bütününü derinlikten yoksun bırakmasaydı çok daha güçlü ve keyifli bir hikaye çıkabilirdi ortaya halbuki. Özellikle, yazarın hakim olduğunu sezdirdiği Alevi kültürüne ait temalar ana kurgudaki yüzeyselliğin kurbanı oluyor: Aleviliği çağrıştırdığı için devlet eliyle adları "aşık" olarak değiştirilen, ellerinde saz, köy köy dolaşan "ışıkçılar", başlangıcıyla kadere sitem ettiren Seher ile Ali'nin aşkı ve taksici Hüseyin'in hikayesi gibi temalar, tek başlarına veya başka bir üst metinle bir araya geldiklerinde hikayeyi bambaşka boyutlara taşıyabilecek güce sahip. İlaveten yazarın, kullandığı basit ancak akıcı dil ve gizemli kurgu konusundaki başarısı da çok daha belirgin bir şekilde gösterebilirdi kendisini başka şartlar altında.

Ne yazık ki tüm bu detayların ve güzelliklerin bir nevi "harcanmış olduğu" hissiyatı oluşuyor kitabı bitirip de kapağını kapattığınızda. Biraz fazla müşkülpesentlik ediyor olabilirim, belki de beklentimin yüksekliğiyle alakalıdır bu durum ancak öyle ya da böyle; çok daha doyurucu olabilecekken vasatın altında kalmış bir kitap Turnalar Sıcak İklimlere Göçüyordu. Bu kadar dırdır etmeme rağmen takip edeceğim, bambaşka hikayeler anlatabilecek potansiyele sahip olduğuna inandığım bir isim oldu Hacer Yeni. Ne diyeyim, yeni kitaplarda görüşmek üzere!

Turnalar Sıcak İklimlere Göçüyordu, Hacer Yeni - Koyu Kitap, 247 s.