Sandık Odası - Sezgin Kaymaz

Gazetenin üstünde kahvaltı ederken bile herkesin eşit miktarda yemesi için özel bir çaba sarf etmiştim. Yiyene "Yeme" demek olmazdı. Baktım ki Cüneyt löp löp götürüyor. Ali Naci mızmızlanıyor, hemen devreye girip, "Hatırım için!" diyerek Cüneyt ne kadar yediyse ona da o kadar yedirmiştim. Yemeğin üstüne, kurbağalı dereye bir mide dolusu kusmuştu Ali Naci, ama bu da gayet normaldi. Önemli olan, yemede içmede adaletsizlik olmasın!

Elmaların Yongası
Uzun zamandır "Neden bir Haldun Taner, bir Aziz Nesin gibi mizah öyküsü yazan yeni nesil yazarımız yok bizim?" diye düşünürken çıktı karşıma Sezgin Kaymaz'ın öykü kitabı, Sandık Odası

Öncelikle şunu söylemeliyim; ben çok uzun zamandır, bir kitabı okurken kahkahalarla güldüğümü hatırlamıyorum. Yanılmıyorsam en son Gülse Birsel'in ilk kitaplarında böyle bir deneyim yaşamıştım -ki gerçekten uzun zaman oldu. Sandık Odası'nın ilk bir kaç öyküsünde kitaba ve diline alışma sürecini geçirdikten sonra, dördüncü öykü olan Geleneksel Kömüş Günü Şenlikleri'nde tabiri caizse makaraları koyverdim! Özellikle son dönemde neredeyse tüm mecralarda mizah, tespitler üzerine kurulduğu için, ayağı yere basan bir durum komedisi hasreti çekmekteydim -ki işte bu kitapta aradığımı buldum. Bu söylediğimden Sandık Odası'nın sadece mizah öykülerinden oluştuğu anlamı da çıkmasın; on sekiz öyküden oluşan kitapta hüzün de, acı da en az mizah kadar yer buluyorlar kendilerine. Ancak her daim -kara da olsa- bir humor, müstehzi bir sırıtkanlık hakim hemen hemen tüm öykülere. Çarpıcı bir sonla karşılaştığınızda bile yüzünüzdeki şapşal sırıtmayı silemiyorsunuz, üzülseniz bile gülmeye devam ediyorsunuz; tıpkı bazen gerçek hayatta olduğu gibi.

Sezgin Kaymaz'ı ve Sandık Odası'nı anlatacak en iyi tanımlama, klişe tabirlere ihtiyaç duymadan -sıcak, samimi, içten değil- tek kelimeyle; gerçek. Zaman zaman fantastik ögelerle süslense de, zaman zaman "yok artık, bu kadarı da olamaz herhalde" dedirtse de Kaymaz'ın dili ve kurgusu, sizi gerçeği okuduğunuza ikna ediyor. Kitabın arka kapağında da söylendiği gibi,  gündelik dili edebiyata taşımakta sahiden usta bir isim. Bir tek ölümün bilinmezliğine daldığında, klişeler ile fantezi arasında gidip gelmesi -sanırım bahsettiğim gerçekçiliği kırdığından- hoşuma gitmedi kimi öykülerde. Bunları bir kenara bırakırsak, baştan sona tekrar tekrar okumak istediğim bir kitap olarak yerini aldı kitaplığımda Sandık Odası.

Tıpkı Sandık Odası'nda kurguladıkları gibi gerçekte de enteresan bir öyküsü var Sezgin Kaymaz'ın; Hacettepe Üniversitesi İngilizce Dilbilimi Bölümü'nü son sınıftan terk etmiş, hem de Türkçe dersini veremediği için! Uzun yıllar oyuncu ve teknik direktör olarak hentbolla uğraşmış, sonrasında da Türkiye Voleybol Federasyonu'nda koordinatörlük görevi almış. "Popüler" denebilecek kadar duyulmuş bir isim değil belki Kaymaz ancak tıpkı edebiyatı gibi kendine has, ciddi bir okur kitlesi mevcut. Yine de hak ettiğini bulamamış bir yazar bence. 

Bugünlerde kim sorsa, ilk tavsiye ettiğim kitap oluyor Sandık Odası. Bu vesileyle kitabı hediye eden -hem de adıma imzalı!- pek değerli arkadaşıma da yeniden teşekkür ederim. Hayatın koşuşturmacısında işten-güçten yorgun düştüyseniz, biraz olsun rahat bir nefes almak istiyorsanız mutlaka okumanız gereken bir kitap. Öykü sevenlerin teşekkürlerini peşinen kabul edebileceğim kadar da iddialıyım bu sefer. İyi okumalar! 

Sandık Odası - Sezgin Kaymaz, İletişim Yayınları - 357 s.

Otomatik Portakal - Anthony Burgess

Bazılarımız mücadele etmeli. Büyük özgürlük geleneklerini savunmak gerek. Ben partizan değilim. Rezalet gördüm mü düzeltmeye çalışırım. Parti isimlerinin hiçbir anlamı yok. Sadece özgürlük geleneği önemli. Sıradan insanlar ondan vazgeçecektir, ah evet. Daha sakin bir hayat uğruna özgürlüğü satacaklar. Bu yüzden dürtüklenmeleri, dürtüklenmeleri gerekiyor…
"Filmi kitabından meşhur uyarlamalar" listesi yapılacak olsa, üst sıralarda yer alacak kitaplardan birisi Otomatik Portakal olur herhalde. 1962 yılında  yayımlanan Anthony Burgess imzalı kitap, yayım tarihinden dokuz yıl sonra, 1971'de Stanley Kubrick tarafından sinemaya uyarlanmış. Sinemanın kültleri arasında sayılan film, kitabından çok daha fazla üne sahip. Konumuz bu değil elbette, konumuz; sevgili Gölgeliyol ile ortak okumalarımıza dahil ettiğimiz  kitap.  

Distopik bir kitap olan Otomatik Portakal, tabiri caizse dünyanın çivisinin çıktığı bir zamanda geçiyor; gençlerin  bir eğlence aracı olarak ölçüsüz şiddet kullandığı, polis güçlerinin noksan olduğu ve insanların geceleyin dışarıya çıkmaktan dahi korkar olduğu bir dünya. Bu gençlerden biri de, çetesiyle beraber takılan 14 yaşındaki Alex. Ergenliğin tüm devinimleriyle beraber, zamanının modasına da ayak uyduran Alex, çeşitli suçlar işlemekten uzak durmuyor ancak bir gün yakayı ele veriyor ve devletin, suçluları ıslah etmek ve hapishanelerdeki yoğunluğu azaltmak adına uyguladığı bir politikanın ilk deneği oluyor. Şartlandırma tekniğine dayanan bu uygulama, insanların kötülük yapmasını tam anlamıyla engelliyor ve insanların iyi olma seçeneklerini ellerinden alarak iyi olmalarını mecbur kılıyor.

Kitabın temel felsefesinde de bu durum sorgulanıyor zaten; Burgess, otoritenin insanları birer otomatik portakala çevirme gayesi üzerinden sosyal ve toplumsal eleştirilerde bulunuyor. Bunu yaparken, içerikte öğretici bir üsluptan uzak durmayı başarmış olsa da eserin ana hatlarında kalın bordürlerle çizilmiş bir didaktisizm söz konusu -ki zaman zaman rahatsız edici boyutlara ulaşıyor bu durum. Değinmek istediğim bir diğer nokta ise ilk kısımda Alex'in yaptıklarını okurken şahit olduğumuz şiddet pornosu; atmosferi yaratmak ve etkileyicilik kazandırmak için gerekli ve bir o kadar da gerçekçi kaleme alınan bu kısımlar, ister istemez huzursuz ediyor insanı. Sanıyorum ki bir açıdan bakıldığında maksat da bu zaten. 

Okumaya başlarken, çeviri olması sebebiyle, eserin diline dair tereddütlerim vardı; yazarın, gençlerin kullandığı yeni bir jargon (Nadsat) türettiğini ve kitabı değerli kılan unsurlardan birinin de bu olduğunu biliyordum. Kitapta "eski kafiyeli argolardan gelişigüzel alıntılar ... biraz da çingene dili ama kökenleri temelde Slav" olarak tanımlanan bu yeni lehçe, çeviride sadece argoya ilişkin özelliğini koruyabilmiş maalesef. Belli başlı kelime değişiklikleri (yumruk yerine zumzuk, kadın yerine cıvır kullanılması ve görmek/bakmak/izlemek gibi gözle ilgili tüm eylemlerin dikizlemek ile değiştirilmesi vb.) farklı bir dilin varlığını ortaya koysa da tatminkar bir sonuç çıkarmamış ortaya. Orijinal hali hakkında çok fazla bilgim olmasa da, anladığım kadarıyla en büyük sıkıntı kaynağı, dilin şiirselliğini yitirmiş olması. Pek çok kaynakta akıcı, şiirsel, kafiyeli olarak nitelendirilen Nadsat, çeviride bu özelliklerini yitirmiş ve ortaya eğreti, gerçeklikten uzak ve yapmacık bir üslup çıkmış. Halbuki bu argo değiş tokuşunun yerine, dilimizde olmayan jargon terimleri olduğu gibi ya da Türkçeleştirilerek (okundukları gibi yazılarak) kullanılsaydı, aslına çok daha yakın bir sonuç ortaya çıkabilirdi diye düşünmekteyim. 

Hem distopya, hem de kült eserler arasında olması sebebiyle okumak istediğim bir kitaptı Otomatik Portakal ve okumuş olmaktan da oldukça memnunum. Yine de, sanırım dildeki aksaklıklar yüzünden, beklediğimi bulamadığımı belirtmeliyim. Bu arada bu kitabı çok ince bir şekilde bana hediye eden sevgili Beyaz Kitaplık'a da tekrar teşekkürlerimi sunmak isterim. Benzer sebeplerle okuma arzusundaysanız, beklentilerinizi fazla da büyütmeden, rahatlıkla okuyabileceğiniz bir kitap.

Otomatik Portakal - Anthony Burgess, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - 176 s. 

Fareler ve İnsanlar - John Steinbeck

İnsanın yüreğinin iyi olması için akla ihtiyacı yoktur. Bana zaten bu ikisi birlikte pek olmuyor gibi geliyor. Gerçekten akıllı bir adama bakıyorsun, hiç de iyi biri olmadığını görüyorsun.
Tesadüf bu ya; Fareler ve İnsanlar'ı, İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu tarafından sakıncalı bulunmadan çok kısa bir süre önce okudum. Kitap biter bitmez aklıma takılan tek konu, neden bu kadar geç kaldığım oldu. Konu hakkında yeterince yazılıp çizildi; bu -en basit tabirle- hadsizliğe dair söyleyecek daha fazla söz olmadığına kanaat getirdiğim için doğrudan kitaba geçiyorum. 

John Steinbeck, Gazap Üzümleri'nin lise yıllarımda ödev olarak zorla okutulması sebebiyle aramın pek iyi olmadığı bir yazar(dı). Fareler ve İnsanlar'ı, Sel Yayıncılık'tan yeniden yayımlandığını gördüğümde, kişisel anlamda bir nevi barış ilan ederek, severek okudum. 

Fareler ve İnsanlar; iki mevsimlik tarım işçisinin, George ve Lennie'nin kısa bir zaman zarfında başlarından geçen hikayelerini anlatıyor. Lennie oldukça iri ve kuvvetli ancak akli dengesi biraz bozuk biriyken, George tam tersine ufak tefek ama oldukça zeki bir karakter. Hikayelerinin arka planında ise Kaliforniya eyaleti ve Büyük Buhran yılları yer alıyor. Geçtiği dönem göz önüne alındığında, toplumun ve insanların dertleri de yer ediyor hikayede elbette. 

Steinbeck'in dili, okuru anında öykünün içerisine sokan cinsten. Okurken kendinizi kah George ve Lennie ile Salinas Nehri'nin kıyısında soluklanırken, kah yine kahramanlarımızla beraber izbe bir kulübede kağıt oynarken buluyorsunuz. Adeta bir film izlermişcesine. Tevekkeli değil, Fareler ve İnsanlar da iki kere sinemaya uyarlanmış.

Eserin en etkileyici kısmı ise insanoğlunun yalnızlığına dair enfes söylemlerde bulunması. Mevzu bahis sansür haberlerinin ardından, Meltem Gürle'nin kaleme aldığı şuradaki yazıda çok güzel anlattığı üzere, insanın yalnızlıkla olan mücadelesi hakkında ziyadesiyle başarılı saptamalar yapmış Steinbeck -ki kitabı klasikler arasına sokan unsurların başında geliyor olsa gerek. 

Sevgili Gölgeliyol'un buradaki yazısında da değindiği ve yine sevgili Koltukname'nin yorumlarda devam ettirdiği kitabın isim çevirisine dair de söylemek istediklerim var: Kitabın özgün ismi "Of Mice and Men" Türkçeye "of" eki olmadan, gözardı edilerek çevrilmiş. Arka kapağa göre,  kitabın ismine ilham veren Robert Burns şiiri (bu şiirin Türkçe'ye çevrilmiş tam bir metni yok sanıyorum ki. Hiç değilse bir fanzinde görmek isterdim açıkçası) şöyle: "En iyi planları farelerin ve insanların / Sıkça ters gider..." Dolayısıyla benim şahsi tercihim "Farelerin ve İnsanların" ve hatta "Fareler ve İnsanların" diye çevrilmesinden yana olurdu sanırım. Tabi bu yorumumu, çeviri dinamiklerine yabancı olduğum gerçeğiyle beraber ele almakta fayda var. 

Kısacası; eğer hala okumamış, benim gibi geç kalmışsanız mutlaka okuyunuz Fareler ve İnsanlar'ı. Tek pişmanlığınız yine benim gibi geç kalmışlık hissi olacaktır. 

Fareler ve İnsanlar - John Steinbeck, Sel Yayıncılık - 128s

Eristik Diyalektik - Arthur Schopenhauer

Tartışmaya başlarken kural olarak herkes kendi dediğinin doğru olduğuna inanır. Tartışma ilerlediğinde iki taraf da kuşkuludur. Ancak tartışmanın sonunda doğrunun bulunması, onaylanması beklenir. Ama diyalektik bununla meşgul olmaz: Bir kılıç ustası dövüşürken düelloya yol açan olayda kimin haklı olduğuyla ilgilenmez, tek dikkat etiği şey, hamle yapıp isabet ettirmek ve hasımının hamlelerini savuşturmaktır. Diyalektikte de aynen böyledir: Tinsel bir kılıç dövüşüdür diyalektik, ancak böyle saf olarak kavranırsa kendine özgü bir disiplin oluşturabilir. 
"Tartışmakta maksat nedir?" diye düşünmeden tartışıyoruz pek çok zaman: Varlığından bile şüphe duyduğumuz mutlak doğruyu aramak mı, karşımızdaki kişiyle müşterek ve/ya müşterek olmayan noktaları bulmak mı, birbirimizi ikna etmek mi, çözüm üretmek mi? Yine pek çok zaman cevabımız hayır bu soruya çünkü en çok haklı çıkmak için tartışıyoruz. Her ne kadar bir tartışma içerisinde olmadığımız zamanlarda yadırgasak da gerçek bu maalesef, tartışmanın ve insanın doğasından gelen bir alışkanlık. Arthur Schopenhauer, bu ve bunun gibi konulardan yola çıkarak temel tartışma sanatını ele alıyor Eristik Diyalektik'te. 

"Eristik Diyalektik tartışma sanatıdır, mutlaka haklı çıkma amacıyla tartışma sanatı: yani per fas et nefas [hem haklıyken hem de haksızken]." cümlesiyle karşılıyor kitap bizi. Yani özellikle günümüz insanının tartışmadaki temel maksadını ele alıyor. Elbette tek gayesi, tartışma içerisinde her koşul altında haklı çıkmamızı sağlamak değil; bu yaklaşımla tartışan insanlara karşı da bir savunma geliştirebilmek, haklıyken haksız görünmemize neden olabilecek hileleri savuşturmak için karşımızdakinin taktiklerini göstermek.

Schopenhauer'in söylediğine göre, kendisinden evvel bu konuda gerçekleştirilmiş herhangi bir çalışma bulunmamakta. Meseleye en yakın bulduğu Aristoteles'in diyalektik üzerine incelemelerini içeren Topikler'i de "tam ve kesin sonuçlardan" yoksun bulduğunu belirtiyor ve bu nedenle eristik diyalektiğin temel hileleri üzerine söyleyeceklerini deneyimlere dayandırıyor. 38 başlıkta topladığı Yanlış Önerme Kullanma, Zorluk Çıkarma, Sonuç Uydurma, Saptırma, Anlamazdan Gelme, Laf Kalabalığı Yapma gibi çeşitli hileler hakkında bir iki paragraf veya sayfa açıklamada bulunan yazar sık sık da örneklendirme yoluyla anlaşılır kılıyor söylemek istediklerini. 

Bahsi geçen hilelerin hemen hepsi, bir şekilde aşina olduğumuz davranışlar aslında; siyasetçiler, televizyona çıkan tartışmacılar, inatçı arkadaşlarımız, üniversite hocalarımız, kimi komşularımız, yani haksız olduklarını hissettikleri an, konudan sapıp haklı çıkmaya odaklanan kimselerin -muhtemelen- bilinçaltından gelen bir savunma mekanizmasıyla kullandıkları kalıpsal davranışlar. Schopenhauer işte bu davranışları gözlemleyip, başlıklara ayırarak şahane bir şekilde sunmuş okura. (Hatta Ertuğrul Özkök, buradaki yazısında -siyasi fonu gözardı edersek- oldukça pratik bir uygulamasını da yapmış eserin. Ayrıca Böcek Yiyen Peygamber'in kitap hakkındaki beğendiğim yazısına da buradan ulaşabilirsiniz.)  

Özetle; Ülkü Hıncal çevirisiyle Sel'den yayımlanan Eristik Diyalektik, ziyadesiyle kısa ancak bir o kadar da ufuk açıcı bir kitap ve felsefeden gözü korkanların dahi rahatlıkla okuyabileceği bir üsluba sahip. Meraklısına mutlaka tavsiye ederim. 

Hamiş: Düşünürün Say Yayınları'ndan çıkan diğer eserleri hakkında çeviri, baskı vb. açısından bir fikri olan varsa ve paylaşırsa sevinirim. 

Eristik Diyalektik - Arthur Schopenhauer, Sel Yayıncılık - 88s

Müzibiyat #12

Şiir severler için ayrı bir yeri vardır Cemal Süreya'nın; yalnızsanız ayrı etkiler şiirleri, sevdiğiniz biri varsa ayrı... Kafanız karışıkken okursanız yine etkiler. Mutluyken, hüzünlüyken; güzel bir kahvaltının ardından örneğin ya da düzene sinirlendiğiniz vakit. Her daim her duruma söyleyecek bir sözü vardır Süreya'nın; adının bir harfini atan adamın.

9 Ocak'ta 23. ölüm yıldönümünüyle bir kez daha büyük sevgiyle yad ettiğimiz usta şairin Sayım isimli şiirini bestelemişti Sezen Aksu, 2011 tarihli Öptüm albümünde. Aksu hakkındaki düşüncelerimi toparlamak zor; siyasi duruşu ve popülaritesi bir yanda, ortaya koyduğu işler diğer yanda... Her ne olursa olsun, sırf bu bestesi için bile -ki daha nice efsane parçaları, şahsım adına nice önemli şarkıları vardır- sevdiğim ve sanatı karşısında şapka çıkardığım bir isim. Beğenelim ya da beğenmeyelim, çağımızın en değerli sanatçılarından birisi olduğu yadsınamaz bir gerçek. 

Bilmeyene anlatmak zor Cemal Süreya'yı; kimisine iki şiirini okutmak kafidir, kimisiyse tüm şiirlerini okusa da anlamaz. Bilen için de söyleyecek söz yok zaten. Şiir hali zaten insanın ruhuna dokunan Sayım, böylesi şahane bir beste, düzenleme ve yorumla tam damarımıza işliyor; kah hüzünlere kah gülümsemelere gark ediyor dinleyeni. 

Güfte ve bestenin yaratıcılarına bir kez daha minnetlerimi sunarken, sizlere de iyi dinlemeler dilerim! 


Sayım

Ayışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni

Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni

Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni

Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni

Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni

Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni

En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni

Zombistan - Cem Özüduru

Henüz hiçbişey kesinleşmiş değil, komserim... Metin Karaman adlı şahsın mezarı boş, ortada ceset de yok...Ayrıca mezar taşında kan izleri var!...
Cem Özüduru imzası taşıyan Zombistan, bir başka Studio Rodeo çalışması olan Çiztanbul'un facebook sayfasından kazandığım bir çizgi-roman. Adından da anlaşılacağı üzere zombi işgali altında İstanbul'u anlatan bir hikaye...

Açık konuşmak gerekirse adını duyduğumdan beri büyük önyargıyla yaklaştığım bir çalışmaydı: Bir fantastik kurgu sever olarak, türün yerli ürünlerinde mütemadiyen bir eğretiliğe şahit olmaktan muzdarip idim, zira pek çok girişim, yabancı ögelerden uyarlama ile aşırma arasında gidip geliyor, tabiri caizse dublaj kokuyordu ancak Zombistan beni oldukça şaşırttı ve de yanılttı. Yerelleştirme konusunda bu derecede bir başarıya şahit olmayı beklemiyordum. 

Sürprizleri bozmamak adına fazla detaylandırmadan konusundan bahsedecek olursam; İstanbul'da birtakım gizemli olaylar vuku bulmaktadır. Boş mezarlar, çıldırmış gibi görünen insanlar... Üç kişilik bir arkadaş grubundan yola çıkarak bu gayri meşru zombi istilasını anlatan Özüduru, bu kadar genç -1987 doğumlu- bir yazar-çizerden beklenmeyecek bir incelikle metnin altını mesajlarla dolduruyor; mafya, töre, göç gibi toplumsal meseleleri de hiç de göze sokmadan, şahane bir üslupla sunuyor okuruna. 

Kitaba dair sevdiğim unsurlardan birisi de görece mantık çerçevesinde olması oldu. En basitinden, karakterlerimiz arasında silah sahibi olanların geçerli birer sebebinin olması... Zombi temalı pek çok işte silahlar peydah olur ancak bu silahların asıl kahramanlarda ne aradığı bir soru işaretidir. Elbette bunu "zombilere inanıyorsun da silah taşıyan adamlara mı inanmıyorsun?" konseptinden bağımsız olarak ele almakta fayda var. Belli başlı olanlar dışında klişelerden uzak durması, şahane bağlanmış bir son ve elbette bir çizgi-romanı değerli kılan çizimlerdeki özgünlük de cabası. 

Cinnetli kapak
Benim için eserin en büyük eksisi kısalığı oldu. Elbette A4 ebatlarında doksan sayfalık bir çizgi-roman için kısa demek absürt kaçıyor lakin baştan sona bir bütün hikayeyi ele alması sebebiyle olaylar hızla başlıyor, hızla gelişiyor ve hızla sona eriyor. Dolayısıyla tam atmosfere bütünüyle girdiğinizi düşünürken kendinizi hikayenin sonunda bulmak, en basit tabirle kitabın tadını damağınızda bırakıyor. Gönül isterdi ki; Zombistan, daha detaylı bir içerikle ayda bir ya da iki ayda bir yayınlanan bir seri olsun, biz de bir sonraki sayıyı dört gözle bekleyen okurlar olalım. Tabi tahminlerime göre bu, pratikte uygulaması zor, hatta piyasanın ve ekonominin şartları altında şimdilik imkansız bir temenni. Yine de bu vesileyle Özüduru'nun farklı bir konsepte sahip ikinci kitabı Şafak Ayazı üzerine çalıştığını belirtmiş olalım. 

Bahsettiğim bu -yarı mecburi- aceleciliğin bir getirisi olarak, kahramanlarımız dışındaki hayata dair pek az bilgiye sahip olabilmemiz de hoşnutsuz olduğum bir diğer taraf. Genel olarak neler olup bittiğine dair ipuçları bulunsa da, bayıla bayıla okuduğum bir hikayenin arka planında olup bitenleri de öğrenmek isterdim kısacası. 

Cem Özüduru, bir sonraki işi merakla beklenen sanatçılar listesindeki yerini alırken, son olarak Zombistan'ın cinnetli kapak ve kasvetli kapak olmak üzere iki alternatifle satışa sunulduğunu hatırlatıp, türün meraklılarına -ve hatta yabancılarına dahi- gözü kapalı tavsiye ederim. 

Zombistan - Cem Özüduru, Rodeo Yayıncılık - 109s 

Mavi Kirazlar Serisi - Baffert, Payet, Rippert, Roumiguière

Edebiyat tek başına yeterince tartışmaya açık değilmiş gibi farklı alt dallar da bu konuda pek yardımcı olmuyor bize; fantastik edebiyat, öykücülük, şiir, tarih romanları, çocuk kitapları... "Gençlik edebiyatı" da bu tartışma düzleminde yerini almaya çalışan, hele ki ülkemizde, henüz oldukça genç bir kalem; özellikle gençlerin ruh sağlıklarını gözetmek ile sansür arasındaki ince çizgide ilerlemeye bir son verip, öncelikle net bir tanıma ihtiyaç duyan bir kavram. Psikolojik, pedagojik ya da sosyolojik tespitler yapmak haddime değil elbette ancak kitap okumanın bu derece kutsanıp da okuma oranının bu kadar düşük olduğu bir ortamda gözlerin çevrilmesi gereken ilk gruplardan birisi gençler. 

İşbu girizgahın sebebi, ON8 Kitap'ın -bir noktadan bakıldığında- bu meseleden hareketle yola çıkmış olması elbette ancak konumuz bu değil. Bilahare yeniden değinmek üzere konuyu rafa kaldırıp, asıl mevzuya geçelim: Mavi Kirazlar.
  

Dört yazar, dört karakter ve dört kitap... Yazarlar Sigrid Baffert, Jean-Michel Payet, Maryvonne Rippert ve Cecile Roumiguiere 16, 17 yaşlarındaki dört faklı karaktere hayat veriyorlar; -sırasıyla- Amos, Satya, Zik ve Violette. Dizi yönetmeni sıfatıyla ekibi bir araya toplayan -ve aynı zamanda Violette karakterini yazan- Roumiguiere önderliğinde kendilerine Mavi Kirazlar diyen bu arkadaş grubunu sunuyorlar bize. 

Dostluklarının temeli, kitaplardaki gerçek zamandan 3 yıl önce yaşadıkları trajik bir olaya dayanan kahramanlarımızın dört ay boyunca başlarından geçenleri okuyoruz. Bir yandan sır gibi saklayıp, unutmaya çalıştıkları gizemli olayın ruhlarında bıraktığı etki sürerken diğer yandan genç olmanın zorluklarını çekiyorlar. Kimlik arayışları, aşkları, aileleri ve sevdikleriyle örülü olaylar silsilesinde bir nevi kendilerini arayışlarına şahit oluyoruz. Hikayemizin fonunu ise tüm ihtişamıyla Paris oluşturuyor.

Seri tüm hikayeden bağımsız olarak başlı başına deneysel bir niteliğe sahip; yazım sürecini, serinin çevirmeni Mehmet Erkurt'un Cecile Roumiguiere ile yaptığı şu röportajdan detaylıca öğrenebileceğiniz eser, yazardan alıntılarsak "Bir hikayenin, salt metin düzeyinde farklı kişiler tarafından anlatılması, farklı yazarların ve karakterlerin seslerinin aynı metinde yansıtılması deneyimi" sunması açısından oldukça etkileyici. Serinin en büyük handikabı; kitapların tek tek, diğerlerinden bağımsız olarak okunabilirliğinin düşük olması. Elbette her kitabın başlangıçtan finale, bir bütün olarak anlatılan birer öyküsü olsa da, genel hikayeye hakim olmak için sırasıyla tüm kitapları okuma "zorunluluğu" bir seride hoşlanmadığım bir özellik.

Televizyonda öpüşen insanlar çıktığında çocuklarının gözlerini kapatan insanlar için belirtmeliyim ki; kahramanlarımızın başlarına gelen kimi olaylar "fazla erken" olarak yorumlanabilecek nitelikte. Ancak bu noktada kültürler arası farkların gözardı edilmemesi, hepsinden önemlisi cinselliğin tabu olarak görülmesinin genç ve çocuk psikolojisinde ne gibi problemlere yol açtığı gerçeğine dikkat edilmesi gerekmekte. Şahsım adına, okurken -ya da  daha gençlere tavsiye edecek olursam- kafamda herhangi bir soru işareti oluşturacak hiçbir şeye rastlamadığımı belirtmeliyim -ki yazarlara ve yayınevine, sansür gibi bir çirkinliğe yer vermedikleri için de teşekkür etmek isterim. 

Gelelim Mavi Kirazlar dizisinin kitaplarına:

Damdaki Melek

"Arada bir babam geliyordu aklıma. O da daha iyi bir dünya hayal etmiş ama bulamamıştı. Keşke eğlenceye daha fazla zaman ayırsaydı, daha neşeli bir hayatı olurdu belki..." - Violette
Serinin ilk kitabı olması sebebiyle giriş niteliği taşıdığı ziyadesiyle hissedilen Damdaki Melek, bütün hikayenin atmosferini oluşturmak ve karakterleri tanıtmak gibi zorunlu ve nahoş görevleri üstlenmesine rağmen serinin en beğendiğim kitabı oldu. 

Hikaye, kahramanlarımızın hayatlarına giren dört farklı karakterin getirdiği etkiler ekseninde ilerliyor: "Aşk diye bir şey yok" düsturuyla yaşayan Violette'in aşkla; ruhani bir müzik yolculuğuna çıkan Zik'in yaşadığı macerayla; gizemli bir kıza tutulan Satya'nın bilinmezlikle ve asosyal olma yolunda ilerleyen Amos'un entrikalarla başa çıkmaya çalışmalarına şahit oluyoruz. Tabi bu esnada dostların birbirleriyle ilişkilerine ve serinin omurgasını oluşturan gizemli olaya da göz kırparak...

Kitaba dair ilk dikkatimi çeken unsur öykünün entelektüel arka planı oldu. Tüm kitap -hatta seri demeliyim- boyunca o kadar çok gönderme ve referans vardı ki, özellikle kitapları okuyacak olanlar için bir liste bile hazırladım -ki buradan ulaşabilirsiniz. Kimini bildiğim, kimini ise yeni tanıdığım isimlerle karşılaşmak hem okuma sürecine dinamizm katan hem de öğrenmekten zevk alanları tavlayan bir unsur haline gelmiş. Öte yandan yine yazının girişine teğet olarak; gençleri sanat alanında muhtemelen tanımadıkları isimlerle tanıştırmak gibi bir getirisi olması da artı hanesine yazılanlardan...

Kitabı favorilerim arasına sokan en önemli unsur kuşkusuz ON8'in hazırlamış olduğu "Damdaki Melek'e eşlikçi şarkılar" oldu. Müzik ve edebiyatla ilgili düşüncem malumunuz; özellikle Zik'in öyküsünü okurken, hikayeyle eş zamanlı olarak bahsi geçen şarkıları dinlemek, hiç yaşamadığım bir okuma deneyimi sundu.

Beğenmediğim kısımların başında ise merak unsurunun ziyadesiyle zorlama bir şekilde sunulması geliyor. Birebir olmasa da "Bakalım neler olacak?" kıvamındaki merak yaratma çabaları hikayenin akışını böldüğü gibi, ucuz bir hareket olarak göze batıyor. Tüm saydığım özellikler sebebiyle kitabın sonu da fazlasıyla havada kalmış. Evet, giriş kitabı olduğunu kabul ediyorum ancak hiç değilse ufacık da olsa bir sonuca bağlanmasını yeğlerdim hikayelerin.

Yol Filmi
"O an anladım, on altı yaşındayken insanın ciddiyete ayıracak vakti olmuyor!" -Zik
İkinci kitap Yol Filmi; artık atmosferi yaratmış ve karakterleri tanıtmış olmanın rahatlığıyla güzel bir öykü sunuyor. Dört arkadaşın aileleriyle ve birbirleriyle olan ilişkileri detaylandırılırken, karakterlerin de giderek olgunlaştığını gözlemleyebiliyoruz.

Ailevi sebeplerle arkadaşlarından ayrı düşme ihtimali oluşan Amos'un   ağzından bu durumla mücadelesini dinlerken, abisi vesilesiyle bir filmde dublörlük kapan Violette'in çekim maceralarına şahit oluyoruz. Zik de ailesinin enteresan sırlarına erişirken, Amos için bir şeyler yapma çabasında başına gelenleri anlatıyor. Satya ise bu sefer başka bir aşk macerasının içinde buluyor kendisini. Geçmişte yaşanan olaya dair daha fazla detay ve daha fazla soru işareti de yer buluyor kitapta. 

Farklı karakterlerin, farklı yazarlar tarafından kaleme alınmış olması daha çok hissettiriyor kendisini Yol Filmi'nde. Zaman zaman aynı olaya değinen iki karakterin söylemleri, birbirlerini yüzde yüz tutmuyor ancak bu bir hata veya çelişkiden ziyade, gerçekçilik getiriyor meseleye; tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, yaşanan bir olayın aktarımı sırasında muhatapların ifadeleri nasıl değişkenlik gösteriyorsa, kitapta da karakterlerimiz kendi bakış açılarına göre anlatıyor yaşananları. Bu durumla bağlantılı olarak genel olay akışı bir nebze karışıklık gösteriyor; hangi olay ne zaman olmuştu, sıralama nasıldı gibi sorular, akıcılık açısından negatif etkiler yaratıyor. 

Genel öyküye dair daha fazla ipucu ve dolayısıyla daha fazla merak unsuru olsa da, bu sefer herhangi bir eğretilik göze çarpmıyor. Okurken tek temennim, soru işaretlerinin hepsinin cevap bulmasıydı -ki dördüncü kitabın yazısında değineceğim bu konuya yeniden. (Ayrıca meraklısı için Yol Filmi'nin entelektüel arka planı burada, eşlikçi şarkıları ise burada.)

Acele Etme
"Tüm fiilleri geçmiş zamanda çekme isteği yükseldi içimde. Gerekirdi... yapmalıydık... arkadaşlık özel bir dikkat ister ve biz ona bu dikkati gösteremedik." Satya
Hemen hemen her seride kitaplardan birisi için "geçiş kitabı" tanımlaması yapılır. Genel akışta şimdiye kadar alınan yolu toparlamak ve gidilecek rotayı belirlemek amacıyla kitaplardan birisi -tabiri caizse- feda edilir. Mavi Kirazlar'ın üçüncü kitabı Acele Etme, kanaatimce bu kategoriye dahil.

Kahramanlarımız yeni yıl kutlamalarını bir maskeli baloda geçirmeye karar veriyorlar ve  başlarına gelenleri dört faklı kalemden okuyoruz bu sefer. Büyük bir sırla mühürlenen dostluklarındaki çatlaklar, özel yaşamlarındaki sıkıntılarla bir araya geliyor ve her satırında ayrı bir merak unsuru yaratan bir kurguyla anlatılıyor hikayeleri. 

Elbette tema maskeli balo olunca referans ve göndermelerin ardı arkası kesilmiyor: Kitap boyunca bahsi geçen isimler için buraya, partide bize eşlik eden müzikler içinse buraya göz atabilirsiniz. 

Acele Etme'yi geçiş kitabı olarak görmeme rağmen, serinin bir bütünlüğe sahip tek kitabı da diyebilirim sanıyorum ki; temel olarak yine genel ve özel olmak üzere iki eksende de yaşananları anlatırken, baloda olanları bir giriş-gelişme ve sonuç örgüsünde anlatıyor. İkinci kitabın kimi yerleri için söylediğim "aynı olayın farklı bakış açılarından anlatılması"nın getirdiği güzellik, burada baştan sona mevcut. Ayrıca kahramanlarımızın neticede birer ergen olduğu göz önüne alınırsa, okurken her birine ayrı ayrı sinirlenmemden de anlaşılacağı gibi,  yazarlar karakter yaratma konusunda oldukça büyük başarı göstermişler. Her biri terlikle ağızlarına vurma ihtiyacı hissettirecek kadar "gerçekçi" davranıyorlar.

Tüm bu olumlu özelliklere rağmen, seride artık sona yaklaşırken okur merakını zirveye çıkarmak isteyen yazar(lar) başarısız girişimlerde bulunuyorlar. Hali hazırda yeterince soru işareti yokmuş gibi yeni sorular peyda oluyor ve artık bir neticeye erme ihtiyacı doğuyor. Yine aynı hevese kurban giden ucu açık bırakılmış son da, bahsettiğim bütünlüğü yaralıyor maalesef.

Mavi Ay 
"Öngörülmez olan, budur insana yaşadığını hissettiren." - Amos
Serinin son kitabı Mavi Ay'a geldiğimizde ise artık yavaştan dört arkadaşa veda edecek olmanın hüznü çöküyor elbette üzerimize. Buradan ulaşabileceğiniz kitabın entelektüel arka planında da belirttiğim gibi: "Bir kitabın sonuna varmak bir arkadaşından, bir serinin sonuna varmak ise bir dostundan ayrılmak gibidir…"

Sona yaklaşmış olmamız kahramanlarımızın hayatlarında radikal değişimler yaşanmayacağı anlamına gelmiyor elbette. Hatta diğer kitapların aksine, hikayenin nasıl devam etmiş olabileceğine dair yeni olaylar vuku buluyor. Sürpriz bozmadan konulara değinmeme olanak olmadığı için meseleyi, merak edenlerin hayal gücüne bırakıyorum. 

Mavi Ay'da dikkatimi çeken, karakterlerin ilk gençlikten ergenliğe adım atışlarına şahit olmamız oldu. Seri toplamda dört ay gibi kısa bir süreci ele alsa da Amos, Zik, Violette ve Satya'nın karakterlerindeki değişim oldukça etkileyici. Karakterler, adeta yazarlarla beraber olgunlaşıyorlar ya da vice versa. Uzun soluklu bir işe imza atmanın bir getirisi olarak görebileceğimiz bu durum, yine okura kolay kolay yaşayamayacağı bir olanak sunuyor; bu gelişim sürecini rahatlıkla gözlemlemek. 

En büyük problem, üç kitap boyunca biriktirilen soru işaretlerinin havada kalmasıydı. Merak yaratma çabasıyla ortaya atılan unsurlar, neredeyse hiçbiri bir çözüme ulaşmadan oldukları yerde kaldılar. Seri boyunca hikayenin omurgasını oluşturan gizemli olayın çözümü ise bariz bir şekilde aceleye gelmiş diye düşünmüştüm -ki yine yukarıdaki röportajda Roumiguiere'in bunu "itiraf ettiğini" görebilirsiniz. Görece enteresan bir senaryoya sahip olsa da, pek tatminkar bulmadığım bir son oldu benim için. 

-o-

İlk kitabı bitirdiğimde hakkındaki düşüncelerimi hemencecik yazıp yazmamak konusunda kararsız kalmıştım; dört kitabı bir yazıya sığdırmanın, özellikle internet ortamında uzun yazıların pek hoş karşılanmadığını göz önüne alırsak, pek akıllıca olmayacağını biliyordum ancak seri bir bütün olarak ele alındığında daha çok anlam ifade ediyordu. Dolayısıyla öyle ya da böyle, on kaplan değilse bile beş yazı gücünde tek bir yazıyla Mavi Kirazlar yolculuğumu aktarmış bulunmaktayım sizlere. 

Aerosmith'in şarkıda, hayat için söyledikleri (life's a journey, not a destination) okuma sürecinde temel düsturunuzu oluşturuyorsa, Mavi Kirazlar'ı mutlaka okumalısınız. Sunduğu farklı okuma deneyimleri ve deneysel yapısıyla, hiçbir okurun kaçırmasını istemeyeceğim bir seri. Öte yandan sizin için önemli olan yolculuk değil de varacağınız yer ise, yani sonlara ederinden daha fazla değer veriyorsanız ikinci bir kez düşünmenizde fayda var diyebilirim. 

Son olarak bu macerayı yaşamama vesile olan ON8 Kitap'a, yayın koordinatörü Aslı Tohumcu'ya, serinin yazarlarına ve çevirmeni Mehmet Erkurt'a ve elbette yaklaşık on beş gün boyunca beraber yatıp kalktığım Mavi Kirazlar'a teşekkürlerimi sunarım. Paris'te yeniden "karşılaşmak" ümidiyle...